.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Vahiy Dili

İnsanoğlu düşüncelerini en kolay ve kısa yoldan dil vasıtasıyla aktarmaktadır. Dil her bireyin toplumsal yaşamda belleğinde betimlediği mana ve konseptleri almak ve aktarmak için başvurduğu en basit araçtır. Yüce Allah’ın insana bahşetmiş olduğu yaşam nimetinden sonra en büyük nimet olarak dil gelmektedir, insan bu diliyle hem dünyevî ve hem de uhrevî nice güzelliklere ulaşmaktadır. Şöyle buyurmaktadır yüce yaratıcımız:

“Rahman, Kur’an’ı öğretti, İnsanı yarattı, Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” [1]

Rabb’ul âlemin engin rahmetiyle hem dünya ve hem de ukba saadetinin içinde saklı olduğu Kur’an’ı insana öğretmiştir, diğer büyük nimeti de insanı yoktan var etmesi, onu yaratmasıdır. Yukarıdaki ayette bu nimetin ardı sıra insanoğluna bağışladığı en büyük nimet olarak beyan-konuşma ve düşünüp ifade etme nimetini buyurmaktadır. İnsanlığın her iki dünya saadetinin temini amacıyla gönderilen ilâhî şeriatlar ve bunlara ait metinlerde her zaman dilden-beyandan yararlanılmıştır. Belirtmiş olduğumuz bu hususu doğrulayan Kur’an ayetleri bulunmaktadır, örneğin:

“(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik.” [2]

Bu yüzden ilâhî kanunların dili içinde bulunulan halkın dilidir; çünkü malûm olduğu üzere muhatap olan kitle halktır, dolayısıyla da söyleneceklerin halkın anlayacağı bir dille söylenmesi icap eder. Bu yüzden de Kur’an, Arap kavminin içinde bulunduğu topluma, en fasih ve baliğ şekliyle Arapça olarak inmiştir:

“Şüphe yok ki biz, akıl edesiniz, anlayasınız diye Kur’an’ı Arap diliyle meydana getirdik.” [3]

“Bu Kur’an ise gayet açık bir Arapçadır.” [4]

“(Resulüm!) Onu Rûhu’l-emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, Apaçık Arapça bir dille.” [5]

“Biz onu (Kur’an’ı), öğüt alalar diye senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık.” [6]

“Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” [7]

Tüm bu söylediklerimize dayanarak, vahyin dilinin-Kur’an’ın dilinin genel toplumun dili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Elbette bundan anlama, faydalanma ve manaları idrak etme herkesin kapasitesine göre farklıdır. Bazıları Kur’an’dan en üst seviyede yararlanır, bazıları ise sadece yüzeysel olarak bir şeyler anlarlar. Kur’an’da şöyle bir ayet bulunmaktadır:

“O, gökten su indirdi de dereler kendi hacimlerince sel olup aktı.”[8]

Ayette bir benzetme yapılmaktadır, bu bir çeşit temsil ve kinayedir; rahmet yağmurundan maksat Kur’an/Şeriattır, dereden kasıt ise insanların anlama kabiliyetleri ve kapasiteleridir. Her insan kendi kabiliyeti oranında bu ilâhî rahmet ve aşkın sofradan yararlanabilir. Zaten ayetin son kısmında buyrulan: “Allah bu şekilde misaller getiriyor” cümlesinden de bu anlaşılmaktadır, Yüce Allah örneklemeler getirerek hakikatleri açıklıyor, nitekim şöyle demişlerdir:

“Örnek getirmek sözü aydınlığa kavuşturur.”

Kur’an’ın bir zahiri ve bir de batını vardır. İnsanların çoğu Kur’an’ın zahiri yönünü kavrayabilir, ama batini yönünün anlaşılması köklü bir bilgi ve derin bir basiret gerektirmektedir. Kur’an’ın zahirini herkes anlar, lâkin güzel olanı Kur’an üzerinde dikkatlice düşünerek daha derin manalarına vakıf olmaktır. Bunu yüce Allah’ın kendisi istemektedir.

“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” [9]

Dahası Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetler bulunmaktadır, nitekim bu hususta şöyle buyruluyor.

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” [10]

Muhkem ayetler çok açıktır, farklı taraflara çekilerek kastedilenden ayrı bir manaya yüklenemez, oysa müteşabih ayetler böyle değil; müphemdirler, farklı anlamlara gelebildiğinden anlaşılması, daha derin ve kapsamlı bir bilgiyi gerektirmektedir.

Evet, insanlar çabaları sonucu Kur’an’ın birçok gizli ve aşikâr hakikatlerine ulaşa bilir, bu kapı kimseye kapalı değildir, fakat herkes kendi manevî konumu ölçüsünde. Şöyle bir deyim bulunmaktadır: “Uzun sözler avam için, yalın bir işaret ise havas içindir.” Velhâsıl halkın dilinde, herkesin anlayabileceği bir tarzda indirilen Kur’an’ın zahiri yönünü herkes anlayabilir, fakat batınını anlamak, ayetler üzerinde derinlemesine düşünmek, ince noktaları yakalamak ise ancak Rabbul âleminle manevî bağ kurmakla olabilir. İlâhî hikmet halka söylenen sözün açık ve kolaylıkla anlaşılabilir olmasını gerektirmektedir.

Üstelik tarih sayfaları da peygamberlerin söyledikleri sözlerin her zaman anlaşılır bir düzey ve derecede olduğuna tanıklık etmektedir. Hiçbir tarih kesitinde herhangi bir peygamberin takipçilerinin o peygamberin sözlerinin anlaşılır olmadığından şikâyet ettikleri saptanmamıştır.

Son zamanlarda vahiy dilinin anlaşılır olmadığına dair insanların içine bir takım kuşku ve şüpheler sokulmaktadır; tercüme düzeyinde bazı yorumlar anlaşılabilir, ama geriye kalan hakikatlere ulaşmanın yolu insanlığa kapalıymış! Böylelikle Kur’an’ın birçok gerçekleri öylece gizli kalmaktadır. Bunların sözde delilleri ise şöyledir:

Vahiy madde ötesi âleme ait söz olduğundan, bu sözün muhtevası da bizim kullanmış olduğumuz dilin kalıp ve harfleriyle aktarıldığından; istenilen maksat, mana ve mefhumları ulaştırması imkânsızdır; çünkü şeriat dilinde kullanılan kavramlar, şuhud âlemi ve somut dünyanın gerçekleri ile mutabakat arz etmektedir, ama gayb perdesi arkasında bulunan mana ve mefhumlar ile uyum içerisinde bulunmamaktadır. Bu iki tür mana ve mefhumlar arasındaki uyumsuzluk vahiy dilinde kullanılan kelime ve kavramların delâlet yönündeki işlerliğini zedeler. Müstear bir lâfız, hiçbir zaman müstear’un lehi tam manasıyla yansıtamaz.

Bazıları da vahiy dilini sembolik bir dil olarak nitelemekte ve bu sembolik dilin bünyesinde taşıdığı gerçeklerin herkes tarafından anlaşılmasının mümkün olmadığını iddia etmektedirler. Hatta bazıları daha da ileri giderek vahiy dilini, kesinlikle gerçeği ifade etmeyen salt temsili ve hayali bir dil olarak değerlendirmişlerdi. Sonuç olarak semavî kitapların zahiri ifadelerinden sabit bir gerçeğe varmanın mümkün olmadığını söylemişlerdir.

Bunlar belirtmiş oldukları bu düşünceleriyle aslında tahrif edilmiş semavî kitaplarda bulunan akıl-bilim ve birçok erdemle çelişen yanlışlıkların üstünü örtmeye çalışmaktadırlar. Tevrat ve İncil’e yapılan itiraz ve eleştirileri etkisiz hale getirme peşindedirler. Bunlar Kur’an’ın da Tevrat ve İncil gibi olduğu yanılgısına kapılarak aynı sözlerini Kur’an için de söylemişlerdir. Kendi yerinde bu görüşler etrafınca incelenmiş ve gerekli cevaplar da verilmiştir. [11] Bu yüzden bu sayfalarda sadece kısa bir cevapla yetinelim:

Vahiy dilini ve özellikle de Kur’an-ı Kerim’i, işlemiş olduğu konuları açısından özetle dört bölüme ayırmak mümkündür:

* * *

Hükümler ve Sorumluluklar

İnsanın davranışları, yapması-yapmaması gerekenler ve toplumsal hayatın düzenini konu edinmektedir. Bu konularla ilgili vahiy tam bir açıklık ve netlik arz etmektedir; çünkü bu hususlarla ilgili ilâhî öğretiler bir yönetmelik olduğu için muhatabı olan insanlar tarafından icra olunması amacıyla kolay anlaşılmaları gerekmektedir. Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah’ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz.” [12]

Arapçayı bilen herkes bu ayetin muhataplarının tüm insanlar olduğunu kolaylıkla anlar; zira “Ey insanlar!” diye hitapta bulunmaktadır. “Allah ticareti helâl ve faizi ise haram kıldı” [13] ve benzeri ayetler Arapça bilen herkes tarafından kolayca anlaşılabilmektedir ve böyle de olmalıdır, bu ayetlerin anlaşılmasında hiçbir zorluk bulunmamaktadır. İlâhî hükümlerin belirtilmiş olduğu ayetlerin nitelik ve niceliğinin anlaşılmasında bazı anlamamalar mümkündür, böylesi durumlarda ise aydınlatıcı bir mahiyet taşıyan sünnete (on dört masumun söz, fiil ve onayları) başvurmak gerekir.

* * *

Misaller ve Hikmetler

Kur’an-ı Kerim insanları hidayete doğru yönlendirmek, onları gafletten uyandırmak ve gerçeklere dikkatlerini çekmek için değişik örnekler vermiş, öğütler de bulunmuş ve hikmetli nasihatleri zikretmiştir. Bunlar iki bölüme ayrılmaktadır:

Bir: Bu nasihatler bazen geçmişten ibret alınması amacıyla yaşamın gerçeklerinden verilmekte, insanlık tarihinin geçmişteki iyilikleri ve kötülükleri, ibret alınması için güzel bir yöntemle betimlenmektedir. Belki böylelikle insanoğlu geçmişindeki kötülükleri bir daha tekrar etmez, iyilik ve güzellik olarak hatırlatılan hususları da yaşatmaya çalışır. Bu amaçla İsrailoğulları ve emsali kavimlerin tarihi Kur’an’da çokça nakledilmiştir. İnsanlık bu gerçeklerden ders almalı ve yanlışları bir daha tekrarlamamaya dikkat etmelidir; geçmişteki yanlışlıkları tekrarlayan kitap ehli hakkında Kur’an’da şu açıklamalara yer verilmiştir:

“Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa’dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, “Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilahare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa’ya apaçık delil (ve yetki) verdik.” [14]

Müşrik Araplar hakkında ise şöyle buyruluyor:

“Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik.” [15]

Müşrikler Lut kavminin başına gelen belâlar sonucu, onlardan arta kalanları görmekteydiler, Kur’an o yıkıntıları gören müşriklere hitaben şöyle buyurmaktadır:

“(Ey insanlar!) Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz: sabahleyin ve geceleyin. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” [16]

Yanlış yolu seçen Firavuniler ve müşriklerin karşılaştırmasını yaparak şöyle buyurmaktadır:

“İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir. (Bunların gidişatı) tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. (Onlar da) Allah’ın ayetlerini inkâr etmişlerdi de Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı. Allah güçlüdür. O’nun cezası şiddetlidir. Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir. (Evet, bunların durumu), Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rablerinin ayetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun ailesini (denizde) boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler.” [17]

İki: Bazı öğütler ve uyarılar da deyimsel şekilde getirilmiştir. Deyim ve örnekleme getirmek, söz sahibinin kendi mesajını tasvir ile muhatabına aktarmasından ibarettir. Kişi bir konum veya durumu tasvir ile betimleyip karşı tarafa bir şeyler aktarmaya çalışır. Kur’an bunu o kadar güzel kullanmıştır ki hiçbir edebiyat böylesine başaramazdı, zaten Kur’an’ın mucize olma yönlerinden biri de budur. Bu metotta ince bir ustalık ve sanat devreye girmektedir, aslında bu metotta sanat tabloları canlandırarak karşı tarafa mesaj vermektedir. Sanat ile kastedilen konu neredeyse somutlaşacak derecede canlandırılmakta ve muhataba sunulmaktadır. Kur’an-ı Kerim bu sanat ve metodu en güzel şekliyle kullanmış ve birçok mesajı bu yolla insanlığa aktarmıştır. Örneğin Bakara suresinin 16 ile 20. ayetlerinde münafıkların durumunu iki tablo veya tasvir ile canlandırmaktadır. Münafıkları kuşatmış olan kaygı ve korku dolu psikolojik durum ile zahiri davranışları çok güzel ve canlı bir nitelik ile tablolaştırılmıştır. İbrahim suresinde kâfirlerin yaptıklarının boş ve sonuçsuz olduğu bir benzetme ile somutlaştırılmıştır:

“Rablerini inkâr edenlerin durumu (şudur): Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın, şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İyiden iyiye sapıtma işte budur.” [18]

Kül yapısı itibarıyla değerini kaybetmenin ifadesidir, ayrıca külün rüzgâr ile savrulması hem değersizliğinin göstergesi hem de yapılan işin faydasızlığını bildirmektedir. Bakara suresinin bir başka ayetinde ise muhtaçlara minnet ve başa kalkma ile yapılan yardım, ikiyüzlüce yapılan yardımlara benzetilip bunun bir fayda sağlamayacağı sanatsal bir tasvir ile somutlaştırılmıştır:

“Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar.” [19]

Tablolaştırıcı ve betimleyici bir mahiyet taşıyan bu tür tasvirler ve misaller Kur’an’da çoktur.

“Andolsun, öğüt alsınlar diye biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali verdik.”[20]

Başka bir yerde buyuruyor:

“Andolsun, biz bu Kur’an’da insanlara her türlü misali değişik şekillerde açıkladık.” [21]

Ahkâm ve sorumluluk ile öğütler ve hikmetler ile ilgili ayetler Kur’an’ın ilk muhatabı olan o dönemin insanları için anlaşılabilir olduğu gibi tüm insanlık için kıyamete kadar net ve anlaşılabilir bir niteliğe sahiptir. Nitekim: “Apaçık ve kolayca anlaşılabilir Arapça ile indirdik” ayeti kerimesi her zaman ve her yerde geçerliliğini korumaktadır.

Bahsi geçen iki konu ile ilgili ayetler Kur’an’ın çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bu ayetlerde hiç kimse için anlaşılması zor, kapalı ve müphem bir taraf bulunmamaktadır. Yalnızca Arapçayı bilmek veya ilgili dilde Kur’an mealini okumak yeterli olduğu gibi bu ayetlerden yararlanma imkânını da herkese sunmaktadır.

Geri kalan iki bölüm ise gayb âlemi ile manevî ve üstün öğretilerden (maarif) meydana gelmektedir. Bu iki konudaki ayetlerde genelde teşbih (benzetme), kinaye (dolaylı söz) ve istiare sanatlarından yararlanılmıştır. Bununla birlikte kullanılan metot ve edebi sanatlar Araplar açısından yaygın olan ve bilinen edebi sanat ve metotlardır,bu tür ayetlerin zahiri yönü açık ve net, batını ise derindir,herkes kendi yetenek ve kabiliyeti oranında bu ayetlerden yararlanabilir. Aşağıda bunlardan örnekler aktaracağız.

* * *

Gayb Âlemiyle İlgili Sözler

Bütün semavî kitaplar ve özellikle bunların içinde Kur’an-ı Kerim ahiret hakkında çok bilgi vermiştir, gayb âleminden mesaj getirdiklerinden ister istemez bu âlem hakkında konuşmuş ve mümkün olduğu kadarıyla o âlemi insanlara açıklamaya çalışmışlardır. Tabiatıyla gayb âleminin beyanı için kullanılan kavramların birçoğu, fizikî ve maddî âlem için kullanılan kavramlar olduğu için, gayb âleminde cereyan eden mana ve muhteviyatı istenilen şekilde açıp anlaşılır kılması mümkün değildir. Diğer taraftan insanların yaratılış özellikleri bu dünya yaşantısına elverişli olacak şekildedir; beş duyu organı, akıl ve düşünce gücü, somut olan fizik ve şuhud âleminin idraki için yaratılmışlardır. Çok daha farklı bir âleme ait olan anlam ve mefhumları tam olarak algılayamazlar-anlayamazlar. Bunun için semavî kitaplar o âlemden bahsederken benzetme, istiare, kinaye ve benzeri dolaylı metotları kullanarak soyut olan bir hususu göreceli bir şekilde somutlaştırıp, anlaşılır kılmaktadırlar. Teşbih (benzetme), kinaye (dolaylı anlatım) ve benzeri sanatlar kullanarak bir şey anlatıldığında, bunlar zihnimizi yakınlaştırmak içindir. Tam idrak söz konusu değildir, bu yolla yapılan anlatımlarla bir olgu veya hakikatin vakıf olmak imkânsızdır.

Örneğin kâinattaki bazı işlerden sorumlu olan müdebbir (düzenleyici) meleklere verilen güçten ve meleklerin çeşitliliğinden bahsedilirken kanatlar anlamına gelen “Ecnihe” kavramı kullanılmıştır. Kanat uçmak için bir araçtır, kanadın bir işin imkânlarını hazırlayan güçlerdeki fonksiyonu herkesçe malûmdur, fakat bu benzetmedir gerçek mana kastedilmemiştir.

Huriler, saraylar, cennet nehirleri, ağaçlar veya cehennem ateşinin alevlerinden de bahsedildiğinde durum bundan ibarettir. Bu kelimelerle bu dünyada kastedilen şeyin aynısının kastedildiği düşünülemez. Kastedilen şeylerin o âleme uygun olması gerekir. Eğer o şeylerin gerçek yönü bizim için anlaşılmaz ise bu bizim akıl ve idrakimizin sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır, eksiklik Kur’an’dan kaynaklanmamaktadır. Bu bağlamda var olan yanlış anlaşılma veya yaklaşımların bertaraf edilmesi için konunun daha geniş bir şekilde açıklanması gerekir ki Allah’ın lütfü ile yeri geldiğinde konu daha detaylı bir şekilde açıklanacaktır.[22]

* * *

Öğretiler ve Tanıma Esasları

Kur’an’ın yüce öğretileri ve tanıma (dünya görüşü) hakkındaki esasları, her dönem insanının dünya görüşünü aşan ve açan bir takım hususları gündeme getirmiştir. Bugünün insanı bu hususta bazı mesafeler kat etmişse, bu ilâhî kılavuzluk ve vahiy sayesinde olmuştur, vahiy olmasaydı bilimdeki bu denli gelişimin gerçekleşmesi beklenilemezdi.

Tek olan yüceler yücesi Allah’ın özünü ve künhünü idrak etmek imkânsızdır, onu idrak asla mümkün değildir. Bizler Allah’ı sadece buyurmuş olduğu celâl ve cemal sıfatlarıyla tanıyabiliriz; akıl, vahiy yardımıyla bu sıfatlardan hareket ile Hakk Teâlâ hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Vahiy aracılığıyla yüce Allah’ın doksan dokuz ismini bilmekteyiz.[23] Yüce Allah’ın cemali ile ilgili sıfatlarının birçoğu Haşr suresinin son ayetlerinde zikredilmiştir:

“O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.” [24]

Yaratılışın sırrını insanın yaratılışında bulabiliriz. İnsan yaratılışı itibarîyle yüce Allah’ın birçok sıfatına cüzî bir şekilde kendisinde bulunduran varlıktır. Başka bir ifadeyle insanoğlu ilâhî cemal ve celâl sıfatlarının yansıdığı bir ayna misalidir: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”[25] ifadelerinden ilâhî emanetin kendisine teslim edildiği anlaşılmaktadır. Bir başka ayet-i kerime’de ise şöyle buyrulmaktadır:

“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara verdik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi.” [26]

Yani biz emaneti kendisine yüklemek için sadece insanı lâyık gördük. Nitekim isimlerin öğretilmesi (varlık âleminin hakikatlerini derk etme) sadece insana mahsustur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah, Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti.”[27] Allah insanı değerli kılıp buyuruyor ki: “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.” [28]

Özde Allah insanı kendisine mensup bildi ve meleklerin mescudu kıldı: “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın”[29] bunun içindir ki, yeryüzünde ve göklerde bulunan tüm güçler onun yetkisine amade kılınmışlardır. Başka bir ayette de şöyle bildirilmektedir:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfü olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” [30]

Sonuçta her şeyin insan için yaratıldığı kesindir. İnsanoğlunda öyle bir güç vardır ki bu güç sayesinde kâinatta var olan diğer güçlere egemen olup, kendi varlığını Hakk’ın tecelligahı kılıp, tüm cemal ve celâl sıfatlarını kendisinde yansıtabilir. Allah insan-ı kâmile hitaben: “Her şeyi senin için seni de kendim için yarattım” diye buyurmaktadır.

İnsandan başka hiçbir varlık Allah’ın sıfatlarını yansıtacak bir ayna ve tecelligah olma liyakatini kazanmamıştır. Bu yüzden Allah, insanı yaratırken kendisiyle övünmekte ve “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir!”[31] diye buyurmaktadır. İnsanoğlu için Kur’an’da var olan övgü ve saygı başka hiçbir yerde bulunmamaktadır. İnsanın tarih seyrindeki gelişim süreci de Kur’an’ın insan hakkındaki tarifinde yatan gerçeği kanıtlamıştır.

- - - - - - - - - - - - - - - -


[1] Rahman,1- 4.

İslam'ın İlk Fedaisi ve İlk Mücahidi
İslam'ın İlk Fedaisi ve İlk Mücahidi
İçeriği Görüntüle

[2] İbrahim, 4.

[3] Yusuf, 2.

[4] Nahl, 103.

[5] Şuara, 193- 195.

[6] Duhan, 58.

[7] Zümer, 28.

[8] Rad, 17.

[9] Muhammed, 24.

[10] Âl-i İmran, 7.

[11] et-Temhid, c. 7.

[12] Bakara, 21.

[13] Bakara, 275.

[14] Nisa, 153.

[15] Bakara, 118.

[16] Saffat, 137- 138.

[17] Enfal, 51- 54.

[18] İbrahim, 18.

[19] Bakara, 264.

[20] Zümer, 27.

[21] İsra, 89.

[22] et-Temhid’in yedinci cildi bu şüpheleri gidermeye ayrılmıştır. Allâme Tabatabai bu yöndeki şüpheleri gidermek için el-Mizan, c. 1, s. 6- 9’da bazı açıklamalarda bulunmuştur.

[23] Şeyh Saduk, Tevhid kitabının 194- 220. sayfalarında ayrıntılı bir şekilde Esma’ul Hüsna’yı açıklamıştır. Fahri Razi, Şerh-i Esma’ul Hüsna, s. 152- 353.

[24] Haşr, 22- 24.

[25] Bakara, 30.

[26] Ahzab, 72.

[27] Bakar, 31.

[28] İsra, 70.

[29] Hicr, 29.

[30] Casiye, 13.

[31] Müminin, 14.