İran söz konusu olduğunda dini-mezhebi hassasiyetler dolayısıyla her ne kadar bir temsiliyet-vefa borcu bulunuyor hissiyatına bürünülse de klasik “muhafazakâr söylemin” dışına çıkarak “ak olana ak, kara olana kara” deme cesareti ve basiretinin gösterilebiliyor olması elzemdir.

.
.

Tahran’da 13 Eylül tarihinde hicap kurallarına riayet etmediği gerekçesiyle İrşat Devriyeleri tarafından gözaltına alınan Mahsa Aminî’nin resmî açıklamalara göre kalp krizi neticesinde vefat etmesi ülkede geçmişten gelen protestolar silsilesine bir yenisini daha ekledi. Reformist kanat ve muhafazakâr medyanın olayı farklı çerçevelerde sunması ve özellikle dış basında vefat nedeninin ahlak polisinin darbı neticesinde gerçekleştiği haberlerinin gündeme düşmesi halk nezdinde meselenin hassasiyetini perçinlemiştir. Esasında mesele Aminî’nin vefatı ile gündeme taşınsa da süreç içerisinde İran’da zaman zaman perde arkasından zaman zaman ise gün yüzüne çıkan rejime yönelik eleştiri niteliğindeki ayaklanmaların bir parçası haline gelmiştir.

1983’ün Ağustos ayında İslamî Şura Meclisi tarafından Ceza Kanunu ile yasal bir zemine oturan “başörtüsü zorunluluğu” İran’da iktidara gelen Reformistler döneminde daha ılımlı politikalarla sunulsa da devrimin sembolü olan “milli-İslami” İranlı kadın sembolü dolayısıyla yasal olarak hâlâ güncelliğini koruyan bir kırmızı çizgi niteliği taşımaktadır. Bugün devrim nesli içerisinden de çeşitli eleştirilere tabi olan bu yasal uygulama özellikle toplumsal yapının sosyal, kültürel ve ekonomik alanda yaşadığı değişim-dönüşüm ve zorluklar neticesinde ülke içerisindeki ciddiyetinin sarsılması durumuyla karşı karşıyadır. Zira protestoların Devrim Muhafızları’nın müdahalesinin ardından Rehber’in açıklamasıyla yumuşayacağı bir zemine taşınması beklenirken birçok vilayette devam etmesi meselenin “dış mihraklar” diye adlandırılarak gündemden tasfiye edilebilecek bir mesele olmadığını ortaya koymuştur. Elbette protestolar İran içerisinde sükûnete erdirilse dahi geçmişteki ayaklanmalara atıfta bulunması, bugün İran’da değişen neslin mevcut sisteme yönelttiği kurumsal ve siyasal eleştirilerin dinmeyeceğini gösteriyor. Protestolara destek veren kesim baskın halk kitlesini temsil etmese dahi İran’ı uluslararası mecradaki söylemlerle birleşerek dış politikada dar boğaza sokacak bir süreci beraberinde getirmesi olası ihtimallerdendir. Bu kesimin baskın görüşü temsil etmemesi meselesini açmak gerekirse protestoların bugün söz konusu özellikle İslam ülkeleri olduğunda ortaya atılan feminist bir söyleme büründürülmesi çabası ve uluslararası medyanın desteği ile klasik “dış mihraklarca” gerek söylemsel gerekse maddi olarak finanse edildiği aşikârdır.

Bununla birlikte “kadın meselesi” başlığı altında İran’daki etnik kökenleri harekete geçirmeye yönelik operasyonel bir hal alması Aminî’nin Kürt kimliğini ön plana çıkaran PJAK ve KOMELA gibi örgütlerin faaliyetlerince de malumdur hatta söz konusu kadın hareketlerine yön vermek adına geliştirilen “Jin, Jiyan, Azadi” söylemi İran’da “Zen, Zendegi, Azadi” olarak meydanlara taşınmıştır. Öyle ki Türkiye’de de benzer hat üzere etnik siyaset yürüten kesimin de bu durumdan menfaat devşirme çabası meseleyi İran’ın “ortadoğulaşması” çizgisine çekmenin bir neticesi olarak da yorumlanabilir.

Bu noktada temas edilmesi gereken bir başka husus, Aminî olayı üzerinden bugün Ortadoğu’daki kadınların maruz kaldıkları İslam’a atfedilen fakat gayri İslamî nitelikler taşıyan zorbalıkların bir pakete sıkıştırılarak batılı ideolojilerle ambalajlanıp önümüze itilmesidir. Yazının devamında bilahare vurgulayacağımız uyanışı en temelde buradan başlatmamız gerekmektedir. Zira 43 yıl önce anti-kapitalist İslamî bir söylemle gerçekleşen İslam Devrimi kadınının, Azadî Meydanı’nda başörtüsü ile verdiği mücadele bugün aynı meydanda örtüsünü ayaklar altına alan bir nesle şahitlik etmektedir. Burada tam “dış mihraklar” sesi yükselmesi muhtemel lakin meselenin bundan ibaret olmadığını, değişen sosyo-politik zeminin gözden kaçırılmadan yeniden inşa edilmesi ciddiyetini defaatle vurgulamak durumundayız. Bununla birlikte tüm bu kaotik ortam, bugün İslam Devrimi’nin öyle ya da böyle geçmişteki toplumsal hareketlerle de gündemine gelen ayaklanmalardaki zaafların ele alınmasını ve gerektiği gibi eleştirilmesinden de geri durulmamalıdır. Bugün konfor alanında benzer söylemler üretip girişilmeyen “ıslahçı” tavır ileriki safhalarda tehlikeyi kapıda tutmak anlamına gelecektir.

İran söz konusu olduğunda dini-mezhebi hassasiyetler dolayısıyla her ne kadar bir temsiliyet-vefa borcu bulunuyor hissiyatına bürünülse de klasik “muhafazakâr söylemin” dışına çıkarak “ak olana ak, kara olana kara” deme cesareti ve basiretinin gösterilebiliyor olması elzemdir. Zira İslam Devrimi felsefesi gereği tam olarak bu basiretli tavrıyla müstekbir ve mustazaf ayrımını en doğru şekilde kavram kümeleri dahilinde tasnifleyerek başarıya ulaşmıştır. Bu tasniflemeyi şuurlu bir şekilde hamasetten sıyrılarak yapmak bugün İslam’a ve dahi devrimin aziz hatırasına aslolan isabetli desteği ve vizyonu yeniden tesis edecektir. Aksi halde söz konusu İran olduğunda hamasetle/romantik sosyo-politik değerlendirme süzgecinden çıkamamak karşı durulan safların/müstekbirlerin İslam dünyasına karşı nihayete erdirmek istedikleri gerek siyasi gerekse fikir hayatının kendi kendini sabote ederek zehirlenmesinden başka bir konuma hizmet etmemektedir.

Özelde Aminî olayı ele alınsa dahi meselenin bugün İslam dünyasında vuku bulan her meselede “dış mihraklar, emperyalizm, siyonizm” çatısı altında yorumlanması, Müslüman dünyanın kendini hizaya çekmesi ve yeniden devrimci bir duruşa geçebilmenin yollarını aramasının önündeki en büyük engeldir. Nitekim yüzyılın sonunda lanetlemekle aşılmayan bir boğaz olarak amerika’nın ve kahrolsun demekle kahrolmayan bir israil’in varlığı mevcut bulunacaktır. Bugün kendini harici ideolojiler içerisinde yeknesak bir kimlik olarak “Müslüman” olmaklıkla tanımlayan her bireyin İslam dünyası içerisinde sistemin ıslah edilmesi gereken her aygıtı için konfor alanından çıkıp yeni devrimci bir duruşun yollarını aramakla mesûl olduğunu kabul etmek zorundayız. Aksi takdirde kahrolan bir emperyalizm olmadığı gibi bizzat varlığı dahilinde izzetli olan İslam davasına dair bize de izzet bahşedecek yeni bir söz söylemek hususundaki peltekliğimiz devam edecektir.

“Gayret bizden takdir ve tevfik Allah’tandır.”