.
.
Zaman Okulu
Zamanın hikâyesi, her birimiz için derin ibretlerle doludur. Zira zaman, insanın varlık sahnesine adım attığı o büyük sahnedir; akıp giden fakat asla unutmayan bir nehir gibi…
Her birimizin varlığı, bir anlık zaman penceresinde doğar ve yaşam dediğimiz uzun yürüyüş onun koynunda başlar.
Bizden sadır olan yahut başımıza gelen her hadise, zamanın tanıklığında yaşanır. Küçüğünden büyüğüne, sevinçten acıya tüm anlar, zamanın hafızasına kazınır; o, her şeyi görür, her şeyi kaydeder.
İnsan, zamana bağlı bir varlıktır. Zaman tanındığı müddetçe yaşar, nefes alır, umut besler. Ne zaman ki süresi biter, o vakit yolculuğun da sonu gelir.
Bu dünyadaki varlık ve kimliğimiz, zamanla sınırlıdır; bizi yaratan Hikmet Sahibi, kaderimizin ipini zamanla düğümlemiştir. Zamanla birlikte yaşar, onunla yarışa başlar, sonunda yine onunla vedalaşıp bu âlemden göç ederiz.
Hiç kimse kendini zamanın bakışlarından saklayamaz; onun gözleri kapalı, kulakları sağır değildir. İnsan ne söylerse ne yaparsa, zamanı aşamaz. Kur’an’ın o derinlikli ifadesiyle:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen ve yazıya geçiren bir bekçi bulunmasın.”
Nice tefsir ehli, bu kaydı meleklerin işi bilmiştir ancak, böylesine kudretli ve işleyen bir varlık olan zaman varken, melekler belki de sadece semboldür. Zaman, zaten başlı başına bir şahittir.
Zaman, sırlarla dolu sabırlı bir sandıktır İlahi kudretin çizdiği yol haritasına göre işler ve iki temel ilkeye dayanır: Hikmet ve İbret.
Zamanın okulunda, tecrübe ve akıl olgunluğu ilerledikçe hakikatlerin üzerindeki perdeler kalkar. İnsan, bu okulda uyanır, kendine gelir, adımlarını tartar, yaşam tarzını gözden geçirir, haddini aşmaz, başkalarının hakkını gözetir ve ölçüyü korur.
Ne var ki, zamanın ihtarları kulak ardı edilirse, insanlık tarihinin inişli çıkışlı yolları tanıklık eder ki: zamanın demir nalları altında ezilir, başkalarına ibret olur.
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”
Zaman, bilge bir öğretmendir...
Ne telaşa gelir, ne de sesini yükseltir.
Usul usul, sabırla ve sessizce
insana hayatın inceliklerini fısıldar.
Bazen bir hakikati anlamak için
yalnızca zaman vermek gerekir:
Umutsuzluğa düşmeden,
ısrardan ve aceleden uzak durarak...
Vakti geldiğinde,
bugün anlayamayanlar,
gözlerini hakikate kapatanlar
veya nefsin kirli bilgileriyle inkârın davulunu çalanlar,
o hikmet dolu öğretmenin sınıfında
gözlerini açacak, kulaklarını gerçeğe vereceklerdir.
“Güneş her zaman bulutların ardında kalmaz.”
Zaman, cehalet ve inkârın kara bulutlarını dağıtan rüzgârdır.
O, hakikat güneşinin tebessümünü
bizim gözlerimize hediye eden yegâne kudrettir.
Gecenin karanlığını kaldırıp sabahı getiren,
biraz sabır ve biraz da
zamana zaman tanımaktır.
Nice düşünsel meydanda,
susan ama unutmayan bir güç olarak,
zaman gelip geçer ve
batılın köpüğünü
su yüzeyinden siler.
Çünkü Rabb’in buyruğuyla,
hakikatleri yavaş yavaş açığa çıkarmak
zamanın üzerine yazılmıştır:
“Küfre sapanlar, öne geçtiklerini sanmasınlar.”
Zira zaman,
onların izinde bir gölge gibi yürür;
yakalarını bırakmaz.
Belki bugün değil,
ama yarın –o kadar da uzak olmayan bir yarın–
anlayacaklardır, ne kadar geri kaldıklarını,
ne kadar yanıldıklarını ve ne kadar kandırıldıklarını.
Tarih, yani “zamanın belleği”,
öyle bir öğretmendir ki Muaviye’nin saraylarında dokunan o ince hile ağlarını söküp atar;
Ali’nin yüzündeki hakikat nurunu gün yüzüne çıkarır.
Göstermelik cilalarla süslenen suretleri maskesiz bırakır.
Kerbelâ’nın yiğitleri,
fiziksel olarak susturulmuş olabilir...
Lakin zaman susmaz.
Yezid’in fikir pamuğu,
zamanın sorgulayıcı kırbacı altında lime lime dökülür.
Gerçek, gün gelir ses bulur. Gazze olur, Yemen olur akar zalimlerin üzerine direniş diye.
Zamanın dersleri, kulaklara küpe edilmelidir.
Ne çok insan vardır ki
onun mesajlarını geç anlar.
Nice kibirli vardır ki
zamanın çarkları arasında ezilir,
ne bir söz kalır dillerinde,
ne bir umut, ne bir iddia...
Otur bir gün,
zamanın ırmağının kenarına…
Bırak aksın.
Dinle onun sessizliğini,
çünkü o sessizlikte binlerce hakikat gizlidir.
“Otur bir dere kenarına, geçip giden ömrü izle.
Zira bize bu dünyanın işaretleri yeter de artar.”
Zaman,
sadık bir dosttur,
vefalı bir yoldaş…
Ne kandırır ne unutur.
Doğumdan ölüme kadar,
bizimle birlikte yürür.
Geçmişin aynasında bir kez durup bakarsan
göreceksin: zaman, senden önce gelenlere ne yaptıysa,
sana da aynısını yapacaktır.
Sen de bu döngünün dışındasın sanma.
Rabbin buyruğudur:
“Onlar, o sonu uzak görürler;
biz ise onu yakın biliriz.”
Senin ömrün de bitecek.
Senin zamanın da duracak.
Senin sofran da toplanacak.
Ve bu soluksuz yaşam maratonunun sonucu,
zamanın kitabına yazılmış olarak
senin ellerine teslim edilecek.
Çünkü o yazıyı
senin ellerin yazdı,
senin kalbin seçti,
senin iraden çizdi.
Ve işte o sonuç;
senin cennetine ya da
cehennemine dönüşecek…
Öyleyse,
zamanın derslerine kulak ver.
İyi bir öğrenci ol.
Zamanın dilini öğren.
Ve unutma:
“Yarın, hakikat ortaya çıktığında,
yalana sarılanlar, utanç içinde kalacaklar.”
Zamanın anlatacak çok şeyi var hâlâ...
Ama yedinci yüzyılın büyük şairi
Kemaleddin İsfahanî ne güzel demiş:
“Bekle, talihinin sabahı doğsun.
Çünkü bu daha seherin ilk ışıklarıdır.”
Tüm acı ve tatlı olaylar,
tüm çalkantılı kaderler,
hep zaman adlı geniş meydanda sahne alır.
Kimi insanlar uyanıktır, kıvrak ve derindir;
onlar zamanın mimarlarıdır,
olayların öncüsü, çağın ruhuna yön verendir.
Bir de ötekiler vardır
Zamanın treni, fırsat raylarında akıp gider,
onlar ise elleri bağlı, gözleri donuk,
başkalarının yazdığı kadere seyirci kalırlar.
Zamanın kader belirleyen özelliğini anlamak için,
Rabbin ona yemin etmiş olması yeterlidir.
Çünkü saadet ve hüsran,
zamanla ve onun getirdiği fırsatlarla iç içe dokunmuştur.
Hiç şüphe yok:
zaman, insanın sahip olabileceği en değerli,
en hayati, en eşi benzeri olmayan sermayedir—
ve bu paha biçilemez hazine,
Zamanları Yaratan’ın cömertliğinden bizlere sunulmuştur.
Zaman, şekilsiz bir ham madde gibidir.
Nasıl yoğurur, nasıl işlersek,
o biçimi alır:
İyiliğe de kötülüğe de ev sahipliği yapar.
Hizmete de ihanete de…
Neşe olur, acı olur,
umut olur, yeis olur.
Eğer zamanı diriltirsen,
sen de dirilirsin.
Eğer onu bayındır kılarsan,
kendin de bayındır olursun.
Eğer sevindirirsen,
gönlün de sevinçle dolar.
Ama onu hüzne boğarsan,
senin de gönlün solar.
Gerçek şudur:
Herkes, kendi yoğurduğu zamanın
rengiyle, kokusuyla, değeriyle yaşar.
Zamanının kalitesine göre bir hayat sürer.
Ve ne acıdır ki…
bizim zamanımız, boşa akıyor.
Zamanı tanımıyoruz,
değerini bilmiyoruz.
Onu yularsız bir at gibi elimizden kaçırıyoruz.
Oysa sırtına binmişiz;
ama ne dizginini tutuyoruz,
ne yolunu çiziyoruz.
Oysa dünyanın dört bir yanında
uyanık ruhlar var:
zamanın kudretini fark etmişler,
fırsatları yakalamışlar,
elleriyle kendi geleceklerini örüyorlar.
Yarınlara göz kırparken,
şimdiyi bilinçle inşa ediyorlar.
Nitekim masumlardan gelen o yüce söz ne güzeldir:
"Zamanını bilenin üzerine, karanlık perdeler çökmez."
Ve zıddı da doğrudur:
Zamanını bilmeyen,
ona yön vermeyen,
onun ibretlerini ve uyarılarını duymayan,
belirsizlik girdabına düşer.
Her geçen gün,
bir öncekinden daha fazla kaybeder.
Sonunda,
umut yerine hüsran,
güç yerine pişmanlık kalır avuçlarında.
Kur’an’ın uyarısı nettir:
"Gerçek şu ki, insan ziyan içindedir."
Ama bir istisna vardır:
İnananlar,
iyi işler yapanlar,
zamanın kıymetini bilip,
onu ihya edenler
ve Allah ile barış içinde yaşayanlar…
Ne mutlu o kimselere ki
zamanın her anını tanır,
her saniyesine değer biçer,
onu işler, canlandırır
ve kendi ruhlarını da o dirilişle
yeniden inşa ederler.
Evet,
zaman israfı ve fırsat katli, belki fıkıh kitaplarında “haram” ya da “mekruh” diye geçmez…
Ama eğer Kur’an’dan ve dinî öğretilerden anladığım buysa
“ben zaman kaybından daha büyük bir günah tanımıyorum.”
Öyle ya,
Nizamî’den Ömer Hayyam’a kadar nice bilge,
aynı dertle kıvranmış:
"Yazık ki faydasızca eskidik,
Göğü yaran zamanın tırpanıyla eridik…
Eyvah ve pişmanlık!
Göz açıp kapayana dek
Ne biz zamanın gönlünü kazandık,
Ne zaman bize yüz gösterdi..."