.
.
Bismillahirrahmanirrahim
.
Hz. Zülkarneyn’in (a.s) adı, Kur'ân-ı Kerîm’de bir sûrede üç ayrı yerde geçer.[1] Yüce Allah, ondan övgü ile bahsetmiştir. Peygamber mi? yoksa velî bir zât mı? olduğu, ihtilâf konusu olmuştur. Bir kısım âlimler ise, Hz. Zülkarneyn’i (a.s) sâlih bir kul ve yahut ulu bir hükümdâr idi, diye nitelemiştir.
Hz. Zülkarneyn (a.s), üstün yeteneklere, geniş kudret ve imkânlara sahipti. [2] Bilgili, kültürlü, dünya coğrafyasının önemli bir kısmını bilen ve ilâhî yardıma mazhar olan bir kişiydi. [3] Zalimlere hadlerini bildiren, onları cezalandıran, ahiret gününe kesin bir şekilde imân eden [4], ona göre hareket eden ve iyi ahlâklı dindâr toplumları himâye eden bir zattı. [5]
Kur'ân-ı Kerîm’de yer alan Hz. Zülkarneyn (a.s) kıssasıyla ilgili ifadeler oldukça vecîz ve müphemdir. Bu durum, kıssayla ilgili tarihî bir çerçeve belirlemeyi güçleştirmektedir. Kur’ân, onun adına, doğum tarihine, hayatına, nesebine ve diğer kişisel yönlerine değinmiyor [6]; yüce Allah tarafından kendisine verilen büyük güç ve geniş imkânlar sayesinde, yeryüzünün doğusuna ve batısına düzenlediği seyahatini şöyle anlatmakla yetiniyor. [7]
İlk yolculuğu, batı tarafınadır “mağribe’ş-şems”. [8] Bu yolculuğunda güneşin battığı yere vardığında, onun kara balçıklı bir kaynakta (veya sıcak bir pınarda) battığını ve o, yakınlarda bir kavmin yaşadığını görür.
İkinci yolculuğu, doğu tarafınadır “matlia’ş-şems”. [9] Bu yolculuğu sırasında güneşi öyle bir kavmin üzerine doğarken bulur ki, yüce Allah bu kavim ile güneş arasına hiçbir perde koymamıştır.
Hz. Zülkarneyn’in (a.s) batı ve doğu seferinden söz eden âyetlerde, bunlar lafzî olarak güneşin doğduğu ve battığı yeri ifade eder; hâlbuki gerçekte güneşin doğup battığı bir yer mevcut değildir. Bundan dolayı söz konusu terkipler (matlia’ş-şems ve mağribe’ş-şems), Hz. Zülkarneyn’in (a.s) doğu ve batı istikâmetindeki seferleri sırasında ulaşabildiği en son noktaya işaret etmektedir.
Üçüncü seyahatinde de, iki dağ arasına varınca bu dağların beri yakalarında neredeyse hiçbir söz anlamayan saf bir kavim bulur. [10] Bu sefer sırasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan fesatçı ve saldırgan kavimlerden şikâyetçi olan bir halkla karşılaşmış, onların isteği üzerine söz konusu bölgedeki bir geçide demir parçalar, körükler ve bakırı eritmek suretiyle sağlam bir set inşâ etmiştir. [11]
Hz. Zülkarneyn de (a.s) bu seti yapmayı kabul eder. Onlara umduklarından daha sağlam bir set yapma vaadinde bulunur. Kendilerinden gelen mal verme teklifini reddeder; sadece kendisine güç desteği sağlamalarını ister. [12]
Bu seddin inşâsı karşılığında halkın kendisine ücret ödeme teklifini, “Rabbimin bana lütfettiği geniş imkânların yanında sizin vereceğiniz ücretin kıymeti yoktur” [13] diyerek geri çevirmiş, ancak onlardan kendisine beden gücüyle yardımda bulunmalarını istemiştir. [14] İnşâ faaliyeti tamamlanınca, Ye’cûc ve Me’cûc gedik bile açamadıkları bu seddi aşamamışlardır. “Artık (Ye’cûc ve Me’cûc) onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler.” [15] Hz. Zülkarneyn (a.s), onlara bu başarısının ilâhî lutuf sayesinde gerçekleştiğini belirtmiş ve seddin ancak yüce Allah’ın belirlediği vakit geldiğinde yıkılacağını söylemiştir. “(Zülkarneyn) dedi ki: Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu yerle bir eder (işlevsiz hâle getirir). Gerçekten Rabbimin vaadi haktır.” [16]
Hz. Zülkarneyn’in (a.s) büyük güç ve imkân sahibi kılınmasının nedeni, kıssada sebep kelimesiyle ifade edilmiştir. “Derken (kendisini batıya ulaştıracak) bir sebebi (yol) izledi.” [17]
Kehf sûresi 83-98 âyetlerinde, dördüncü kıssa olarak Hz. Zülkarneyn’i (a.s) şöyle hikâye eder:
“(Ey Resûlü’m!) Sana, Zülkarneyn(‘in durumu) hakkında soru sorarlar. De ki: Size onunla ilgili Kur’ân (âyetlerini) okuyacağım.” [18]
Yani sana Hz. Zülkarneyn’in (a.s) durumu ve yaptığı işler hakkında soru soruyorlar. Bunun delili, verilen cevapta Hz. Zülkarneyn’in (a.s) durumunun ve yaptığı işlerin anlatılmasıdır, şahsın tanıtımı değil. Öyle ki, sadece lakabı ile yetinilmiş ve bunun ötesine geçilip adından bile söz edilmemiştir.
Âyette geçen zikir kelimesi ya mef’ûl anlamı taşıyan bir masdardır ki, o takdirde âyetin anlamı, “Size Zülkarneyn’le ilgili anlatılan şeyi okuyacağım.” olur. Veya buradaki zikir kelimesinden maksat Kur’ân’dır ki, bu takdirde âyetin anlamı, “Size onun yani Zülkarneyn’in hakkında veya Yüce Allah’tan (inen) Kur’ân (âyetlerini) okuyacağım.” şeklinde olur.
Kur’ân-ı Kerîm’in Kur’ân’da geçen isimlerinden biri olan öğüt ve hatırlatma anlamında zikr, zikrâ veya tezkirah’tır. Kur’ân’da 70 kez geçen zikr/ez-zikr kelimelerinin önemli bir bölümü Kur’ân, vahiy anlamlarında kullanılmaktadır. [19] Bu arada zikrâ/ez-zikrâ kelimeleri de Kur’ân’da 23 kez geçmektedir ki bunların bir bölümü vahiy için kullanılmaktadır. [20]
Ayrıca 9 kez geçen tezkirah/et-tezkirah kelimelerinin 2 tanesi hariç, diğerleri Kur’ân için kullanılmaktadır. [21]
Kur’ân’ın zikr veya tezkirah, yani öğüt ve hatırlatma oluşu, onun daha önce insana bildirilmiş olmasını gerektirir. Nitekim insanlara bir şeyi hatırlatmak demek, onların daha önceden haberdar edildiğini söylemek demektir.
Kur’ân-ı Kerîm, insana gerçekleri ve yüce Allah’ı hatırlatan ilâhî kaynaklı evrensel bir kitaptır, bir sesleniştir. [22], [23]
Zikr kelimesi, zekera kök harflerinden türemiştir. Zekera kökünden kelimeler, Kur’ân’da 292 yerde geçmektedir.
“Şüphe yok ki zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik ve şüphe yok ki onu mutlaka koruyacağız.” [24]
“Şüphesiz bu Kur’ân, hem senin için, hem de halkın için bir öğüt ve bir şereftir.” [25]
Söz konusu Kur’ân’dan maksat da bu âyetin sonrasında yer alan “Gerçekten biz onu yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kıldık.” [26] ifadesi ile başlayıp bu hikâyenin sonuna kadar devam eden âyetler topluluğudur.
Hz. Zülkarneyn (a.s) kimdir? Sorusu hakkında âlimler, farklı görüşler ileri sürmüştür:
Zülkarneyn kelimesi sözlükte, zû; sahip, mâlik anlamındadır. Karn; boynuz, perçem, tepe, kâkül/zülüf, şakak, aynı dönemde yaşayan nesil, akrân gibi manalara gelir. Karneyn, karn'ın tesniyesi yani iki tanesi demektir.
Fahrüddîn er-Râzî [27] kendi tefsîrinde şöyle der: “Zülkarneyn, yüce Allah’ın yeryüzünde hâkim kıldığı sâlih bir kimseydi. Yüce Allah, ona ilim ve hikmet vermiştir; fakat biz onun tam tamına kim olduğunu bilemiyoruz.” [28]
Makrizî [29], el-Mevâʿiz ve’l-iʿtibâr fî zikri’l-hitât ve’l-âs̱âr adlı eserinde şöyle diyor: "Bilmek gerekir ki, tarih uzmanlarının incelemelerine göre, Kur'ân'da sözü edilen ve hakkında, "Sana, Zülkarneyn('in durumu) hakkında soru soruyorlar. De ki: 'Size onunla ilgili Kur'ân (âyetlerini) okuyacağım.' Gerçekten biz onu yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kıldık, her şey için ona bir sebep verdik." [30] diye buyurulan Zülkarneyn, Arap kökenli bir hükümdârdır. Adı, Sa'b b. Zû Merâid b. Hâris er-Râiş b. Himâl Zû Suded b. Ad Zû Mineh b. Ar el-Miltat b. Seksek b. Vâîl b. Himyer b. Sebe b. Yeşcub b. Ya'rub b. Kahtan b. Hûd b. Abir b. Şalih b. Erfehaşd b. Sâm b. Nûh'tur.
O, Himyer hükümdârlarından biridir. Zülkarneyn, hükümdârlık tacı giymiş bir Tubbâ idi. Hükümdârlığının başlarında zorba bir kişilik sergiledi. Fakat daha sonra yüce Allah için alçakgönüllüğe yöneldi ve Kur’ân’da sözü edilen seti inşâ etti…”
Süyûtî [31], Ebû Abdillâh Vehb b. Münebbîh b. Kâmil es-San’ânî’den (öl. 114/732) şöyle rivâyet eder: “Zülkarneyn ilk sarığı takan kimseydi. Başında iki boynuz vardı. Bunları, sarığının (örüğünün) altında gizliyordu. Boynuzlarını da halktan saklıyordu. Kâtibinden başka da hiç kimsenin bundan haberi yoktu. Bundan hiç kimseye söz etmemesini ona tembihlemişti… Fakat kâtibi bu sırrı saklamaktan sıkıldığı için bir gün açık bir araziye çıktı ve ağzını yere değdirerek, ‘Haberin olsun ki, hükümdârın iki boynuzu var.’ diye seslendi… Çok geçmeden bu haber şehre yayıldı. Bunun üzerine Zülkarneyn kâtibi çağırıp sorguya çekti ve doğru söylemediği takdirde kendisini öldüreceğini söyledi. O zaman kâtip hikâyeyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Zülkarneyn, ‘Bu durum Allah'ın açığa çıkmasını istediği bir durumdur.’ diyerek başından sarığı çıkardı.” [32]
“Gerçekten biz onu yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kıldık; her şey(e ulaşmak) için ona bir sebep (yol) verdik.” [33]
Âyetin orijinalindeki mekkennâ fiilinin masdarı olan temkîn kelimesi, güçlü ve muktedir yapmak demektir. Araplar, mekkentuhu ve mekkentu lehu derler; yani onu güç ve kudret sahibi yaptım. Buna göre, yeryüzünde güçlü ve iktidar sahibi olmak, kişinin mülk sahibi sıfatı ile yeryüzünde dilediği ve istediği gibi tasarrufta bulunması demektir.
Âyette geçen sebep sözcüğü vesile ve aracılık demektir. Hz. Zülkarneyn’e (a.s) her şeyden sebep verilmesi ise, ona gerekli ve hayatî amaçlara ulaşabilmek için kullanıp yararlanabileceği her şeyi sunmak anlamına gelir. Akıl, ilim, din, beden gücü, zenginlik, güçlü ordu, yaygın egemenlik ve güzel tedbir gibi.
Bu ifade, yüce Allah’ın Hz. Zülkarneyn’e (a.s) yönelik nimetlerini vurgulamak ve en etkili bir dil ile onun konumunu yüceltmek amacı taşır. Onun hayatı, yaptıkları ve söyledikleri ile ilgili olarak yüce Allah’ın anlattığı hikmet ve güç dolu örnekler bu hükmün şahididir.
“Derken (kendisini batıya ulaştıracak) bir sebebi izledi.” [34]
Âyetin orijinalindeki etbea kelimesinin masdarı olan el-itba, katılmak, izlemek anlamına gelir; yani sebebe uydu, sebebe eklendi ve sebebi, güneşin battığı yere doğru yol almasının aracısı ve vesilesi yaptı.
“Nihâyet güneşin battığı yere varınca, onu, kara balçıklı bir kaynakta (denizde) batar buldu. Kaynağın (denizin) yanında bir kavme rastladı. Dedi ki: Ey Zülkarneyn! (Onlara galip geldiğine göre) onları cezalandıracak mısın, yoksa onlara karşı iyi mi davranacaksın?” [35]
Âyetin başındaki hattâ=nihâyet edatı ibarede gizli bir fiilin varlığına delildir ve ifadenin takdîri açılımı, Fe-sâre hattâ izâ beleğâ=Bir süre yol aldı, nihayet… varınca şeklindedir. Güneşin battığı yerden maksat, o günün batıdaki son yerleşim birimidir. Bunun delili, “Kaynağın (denizin) yanında bir kavme rasladı.” ifadesidir.
Âyetin orijinalinde geçen âynin hâmieh sözünden maksat, kara balçıklı kaynak/pınardır ve buradaki pınar da deniz anlamındadır. Bu ifadeyi fî âynin hâmiyeh şeklinde okuyanlar da vardır ki, o zaman sıcak kaynak (deniz) anlamına gelir.
Kur’ân’da yüce Allah’a nispet edilen demek fiili, peygambere mahsus ve vahiy ile mesaj iletmek anlamında kullanılır. “Dedik ki: Ey Âdem! Sen ve eşin cennette durun.” [36] Ve “Hani şu şehre girin… demiştik” [37] âyetlerinde olduğu gibi. Kimi yerde de bu fiil sadece peygamberliğe mahsus olmayan ilhâm anlamında kullanılır. “Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir.’ diye vahyettik.” [38] âyetinde olduğu gibi.
Bundan anlaşılıyor ki, “Dedik ki: Ey Zülkarneyn!” hitabı, Hz. Zülkarneyn’in (a.s) kendisine vahiy inen bir nebî olduğunu kanıtlamaz. Çünkü yüce Allah’ın demesi, peygamberliğe mahsus olan vahiyden daha geniş kapsamlıdır.
“Onları cezalandıracak mısın, yoksa onlara karşı iyi mi davranacaksın?” ifadesi ise, “İstersen bu topluluğu cezalandırırsın, istersen de onlara karşı güzel bir tavır takınırsın” anlamındadır. Bu ifadenin orijinalinde geçen hüsnen kelimesi, ya mevsûf’unun yerini alan ism-i fâil anlamında bir masdardır veya mübalağa anlamlı bir sıfattır. Bu ifade iki şık öneren ihbarî bir cümledir. Maksat, serbestliği ifade etmektir. Buna göre bu cümle ihbarî bir uslup ile dile getirilmiş inşaî bir ifadedir. Dolayısıyla bu ifadenin anlamı, “Onları cezalandırmakta ve affetmekte serbestsin.” şeklindedir.
Fakat anlaşılan o ki, bu ifade Hz. Zülkarney’in (a.s) o toplumu cezalandıracağı veya affedeceği konusunu sorgulamayı, ne yapacağı hakkında bilgi almayı amaçlamaktadır. Buna göre âyetin anlamı şudur: Hz. Zülkarneyn’den (a.s) öğrenmek istedik ki, onlara ne yapacaksın? Onları yendiğine ve egemenliğin altına aldığına göre kendilerini cezalandıracak mısın, yoksa onlara güzel mi davranacaksın? Dedi ki: Aralarınızdaki zalimleri cezalandıracağız, sonra onlar Rablerine döndürülecek ve O da onları görülmemiş bir azapla cezalandıracaktır. Aralarınızdaki iyi işler yapan mü’minlere ise güzel davranacak, kendilerini kolay bir görevle görevlendireceğiz. “Onları cezalandıracak mısın” cümlesinde mef’ûl’e yer verilmediği hâlde “onlara karşı iyi mi davranacaksın?” cümlesinde, mef’ûl’e yer veriliyor. Çünkü o toplumu meydana getiren fertlerin hepisi zalim değildi.
“Dedi ki: ‘Kim zulmetmişse, onu cezalandıracağız; sonra o, Rabbine döndürülecek ve O da onu görülmemiş bir azapla cezalandıracaktır.” [39]
Bu âyette geçen nukr kelimesi, yine aynı kökten olan munker kelimesi, alışılmış dışında anlamına gelirler. Yani yüce Allah o kimseleri alışılmışın dışında, beklemedikleri ve ihtimal vermedikleri bir azaba çarptıracaktır.
“Kim de iman edip iyi işler yapmışsa, onun için en güzel karşılık vardır ve onu kolay görevle görevlendireceğiz.” [40]
Buradaki sâlihen kelimesi, mevsûf’un yerine geçen bir sıfattır. Hüsnâ kelimesi de öyledir. Cezâen kelimesi ise hâl, temyîz veya mef’ûl-i mutlâk’tır.
Buna göre, ifadenin takdiri şeklinin anlamı şöyledir: Ve emmâ men âmene ve amile sâlihen fe-lehu’l-mesûbetu’l-husnâ hâle kevnihi mecziyyen ev min heysi-cezâ ev neczîhi cezâen=Kim de iman edip sâlih amel işlemişse, bu kimse için karşılık verilirken veya ödül olarak en güzel karşılık vardır ya da onu güzel bir ödülle ödüllendiririz.
“Ve onu kolay görevle görevlendireceğiz.” ifadesinin orjinalinde geçen yusren kelimesi mey’sûr (kolaylaştırılmış) anlamında mevsûf’unun yerini tutan bir sıfattır. Emren kelimesi ile teklifî emir içerikli emir kastediliyor. Buna göre ifade, ona, emrimizi kolay olan bir sözle söyleyeceğiz demek oluyor.
“Sonra (kendisini doğuya ulaştıracak) bir sebebi izledi. Nihayeti güneşin doğduğu yere varınca, onu, kendilerini güneşten gizleyecek bir örtü kılmadığımız (evleri ve elbiseleri olmayan bedevî) bir kavmin üzerine doğar buldu.” [41]
Yani daha sonra yola çıkmak için bir sebep hazırladı ve doğuya doğru yola çıktı. Nihayet doğu tarafındana bir çöle vardığında güneşi, kendilerini güneşten gizleyecek bir örtü kılmadığımız bedevî bir topluluk üzerinde doğar buldu.
Buradaki sitren kelimesinden maksat, güneşten saklanmaya yarayacak bir örtüdür. Yani o bedevîler açık arazide yaşıyorlardı. Kendilerini güneşten saklamak için sığınacak evleri olmadığı gibi, aynı zamanda çıplaktılar, elbiseleri yoktu. Yüce Allah o bedevîlerin bu durumunu, “kendilerini güneşten gizleyecek bir örtü kılmadığımız” ifadesi ile kendisine isnad ediyor. Böylece o bedevîlerin henüz bu durumlarının ilkelliğinin farkında olmadıklarına; ev yapmayı, çadır kurmayı, kumaş dokuyup elbise dikmeyi henüz öğrenmediklerine işaret ediyor.
“İşte (onların durumu) böyle (idi). Biz de onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.” [42]
Âyetteki kezâlike kelimesi, o toplumun anlatılan niteliğine işaret ediyor. Bir şeyi, başkalık iddiasına dayalı olarak kendisine de benzetmek bir tür pekiştirme ifade eder. “Biz de onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmıştık.” ifadesi hâl cümlesidir. Ledeyhi kelimesindeki zamir de Hz. Zülkarneyn’e (a.s) dönüktür ve anlamı şudur: Hz. Zülkarneyn (a.s) yolculuk için bir sebep edinerek, güneşin doğduğu yere vardı ve orada şöyle özellikte bir topluluk buldu. Öyle bir durumdaki bizim bilgimiz onun yanındaki araç-gereçleri ve başından geçenleri kuşatmıştı; yanında bulunanların sayısı ve imkânlarından haberdardık. Anlaşılan o ki, yüce Allah’ın onun yanındaki her şeyi kapsamı içinde bulundurması, onun tercihlerini ve yaptıklarını yüce Allah’ın yönlendirmesi ve emri ile olduğunu bildiren kinâyeli bir ifadedir.
Bu âyet, Hz. Zülkarneyn’in (a.s) konumunu yüceltmeyi ifade eder, onun durumunun inceliklerini ve ayrıntılarını sadece yüce Allah’ın kuşattığını dile getirir. Veya maksat onun bu yolculukta çektiği sıkıntıların korkunçluğunu vurgulamak, katlandığı musibetlerin ve zorlukların yüce Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğuna, bunların O’ndan saklı kalmalarının söz konusu olmayacağına dikkatleri çekmektir.
“Sonra (başka) bir sebep izledi. İki dağın arasına ulaşınca, oranın yakınlarında neredeyse hiçbir bir sözü anlamayan (saf) bir kavimle karşılaştı.” [43]
Âyette geçen sed kelimesi, dağ ve geçiş yolunu kesen her türlü engel demektir. Bu iki setten maksat, galiba iki dağdır. Min dûnihim ifadesi ise, o iki dağın yakınları anlamındadır. “Neredeyse hiçbir bir sözü anlamayan” ifadesi de, o topluluğun ilkelliğini ve anlayışlarının kıtlığını anlatan kinâyeli bir ifadedir.
Başka bir açıklamaya göre, bu ifade onların dillerinin garipliğini ve diğer dillere uzak oluşunu vurgulayan kinâyeli bir ifadedir. Fakat bu görüş pek akla yakın değildir.
“Dediler ki: Ey Zülkerneyn! Ye’cûc ile Me’cûc bu topraklarda bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında bir set yapman şartıyla sana (ücret olarak) bir miktar mal verelim mi?” [44]
Hz. Zülkarneyn’in (a.s) iki dağa yakın bir yerde bulduğu kavimdir ve Ye’cûc ve Me’cûc da bu iki dağın ardında yaşayıp sık sık dağların berisine saldırarak buralardakileri öldüren, esir alan ve mallarını yağmalayan iki milletir. Bunun delili akıl sahipleri için kullanılan zamirleri, iki dağ arasında set yapmasını ve başka belirtileri içeren âyetin akışıdır.
”Sana (ücret olarak) bir miktar mal verelim mi?” ifadesinde geçen harç kelimesi, bir ihtiyacı karşılamada kullanmak üzere çıkarılan mal, ödenek demektir. Adamlar, Ye’cûc ve Me’cûc kavimleri ile aralarında bir set yapıp bu kavimlerin kendilerine yönelik saldırılarını önlemek üzere Hz. Zülkarney’e (a.s) bir miktar mal vermeyi teklif ediyorlar.
Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin kökeni hakkında dilciler, farklı görüşler ileri sürmüştür:
Râgıb el-İsfahânî [45] ile İbn Manzûr’a [46] göre bu iki kelime Arapça’dır. Söz konusu kelimelerin, ateş alevlenip durulmak; su tuzlu ve acı olmak; düşmana saldırmak, hızlı koşmak anlamlarındaki e-c-c, ak kor hâline gelmiş ateş, parlak nesne manasına gelen e-v-c yahut yayılmak, etrafa dağılmak anlamındaki y-c-c ve m-c-c köklerinden türediğini, ayrıca hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk manalarında mecâzen kullanıldığını belirtirler.
Zemahşerî [47], Fahrüddîn er-Râzî [48] gibi âlimlere göre ise, Arapça’ya başka dillerden geçmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Ye’cûc ve Me’cûc kelimeleri biri geçmişte vukû bulmuş ve diğeri gelecekte vukû bulacak olaylarla ilişkili olarak iki defa zikredilmiştir.
Kehf sûresinde, Ye’cûc ve Me’cûc’den zaman ve mekân belirtilmeden geçmişte yaşamış bir topluluk şeklinde söz edilmekte, onların etrafa zarar verdikleri ve Hz. Zülkarneyn’in (a.s) yaptırdığı büyük set sayesinde engellendikleri bildirilmektedir. “İki dağın arasına ulaşınca, oranın yakınlarında neredeyse hiçbir bir sözü anlamayan bir kavimle karşılaştı. Dediler ki: Ey Zülkerneyn! Ye’cûc ile Me’cûc bu topraklarda bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında bir set yapman şartıyla sana bir miktar mal verelim mi? Dedi ki: Rabbimin bana verdiği imkân ve güç daha iyidir. O hâlde siz gücünüzle bana yardım edin de sizinle onların arasında sağlam bir set oluşturayım. Bana demir kütleleri getirin. İki dağın arasını aynı seviyeye getirince, ‘Körükleyin.’ dedi. Onu kor hâline getirince de, ‘Bana erimiş bakır getirin, onun üzerine dökeyim.’ dedi. Artık (Ye’cûc ve Me’cûc) onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler.” [49]
Enbiyâ sûresi 96.cı âyette ise, Ye’cûc ve Me’cûc’den gelecekte ortaya çıkacak bir topluluk olarak söz edilir. Burada da yer ve zamana değinilmeden gerçek vaad yaklaştığında Ye’cûc ve Me’cûc’ün önünün açılacağı kaydedilir. “Nihâyet Ye'cûc ve Me'cûc'un önü açıldığı ve onlar her tepeden akın etmeye başladıkları zaman, gerçek va'd (yani kıyamet) yaklaşmış olur. İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır. ‘Vah bize, biz bundan gaflet içinde idik (bunun doğru olacağını hiç düşünmüyorduk). Meğer biz zulmediyormuşuz!’ (diye mırıldandılar).” [50] Gerçek va’d’den maksat, müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre kıyametin kopmasıdır. Dolayısıyla Ye’cûc ve Me’cûc kıyametin yaklaştığına işaret eden bir alâmettir veya kıyametin ilk aşamasında ortaya çıkacaktır.
Ye’cûc ve Me’cûc çevreye yayılıp zarar veren, yakıp yıkan toplulukların bir tasviridir. Kur’ân-ı Kerîm, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu niteliği taşıyan toplulukların ortaya çıkacağını haber vermektedir. Bunlar çok kalabalık bir topluluktur ve yeryüzünde fesat çıkaracaktır. Âyetlerde, "Artık (Ye'cûc ve Me'cûc) onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler. (Zülkarneyn) dedi ki: 'Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu yerle bir eder (işlevsiz hâle getirir). Gerçekten Rabbimin vaadi haktır.' O gün (kıyamet günü) insanları kendi hâllerine bırakırız; dalgalar hâlinde birbirlerine girerler." [51] buyruluyor. Yapılan tefsirlere göre bu bozguncu millet, setin gerisinde mahpustur. Bu set sağlam bir şekilde ayakta kaldığı sürece oradan çıkıp yeryüzünün başka yerlerine dağılmaları söz konusu değildir.
Yalnız yüce Allah'ın belirlediği vakit gelince, onu delik deşik ederek veya yıkarak ortadan kaldırır ve o zaman onun ardından çıkarak insanlara hücum ederler; fesat ve kötülüklerine girişirler. Nitekim Ye'cûc ve Me'cûc'un saldırısını vurgulayan "Nihâyet Ye'cûc ve Me'cûc (setleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman." [52] şeklindeki diğer bir âyetin içeriği bu anlamı teyit etmektedir. Çünkü bu âyette Ye'cûc ile Me'cûc'un önünün açılmasından söz ediliyor; fakat setten söz edilmiyor.
“(Zülkarneyn) dedi ki: Rabbimin bana verdiği imkân ve güç daha iyidir. O hâlde siz gücünüzle bana yardım edin de sizinle onların arasında sağlam bir set oluşturayım.” [53]
Âyette geçen mekkenî fiilinin aslı mekkenenî’dir ki, sonradan birinci nûn harfi öbür nûn harfi ile birleştirilmiş/idğam edilmiştir. Yine âyette geçen redm kelimesi set, başka bir görüşe göre sağlam ve dayanıklı set anlamındadır. Buna göre adamlar, Hz. Zülkarney’den (a.s) normal bir set istedikleri hâlde onun sağlam bir set yapacağı yolundaki cevabı, onların isteklerine fazlası ile ve umutlarını aşan bir karşılıkla verilen bir cevaptır.
“Rabbimin bana verdiği imkân ve güç daha iyidir.” ifadesi, Hz. Zülkarneyn’in (a.s) adamların set yapması karşılığında kendisine teklif ettikleri mala dönük ihtiyaçsızlık bildirimidir. Hz. Zülkarneyn (a.s) onlara diyor ki: Rabbimin benim imkânıma sunup, üzerinde istikrarlı kıldığı ve emrime verdiği güç ve genişilik, sizin bana vaat ettiğiniz maldan daha hayırlıdır. Dolayısıyla vereceğiniz mala ihtiyaç yoktur.
“O hâlde siz (seti yapmayı sağlayacak) gücünüzle bana yardım edin de sizinle onların arasında sağlam bir set oluşturayım.” ifadesinde geçen kuvvet kelimesi bir şeye karşı destek olan, güçlenmeyi sağlayan imkân demektir. Bu cümle adamların, ondan kendileri için bir set yapmasını istedikleri yönündeki teklifleri ile bağlantılı bir sonuçtur. Buna göre ifadenin anlamı şudur: Teklif ettiğiniz mala ihtiyaç yoktur. Sete gelince, eğer onu istiyorsanız, bana onu yapmam konusunda güç sağlayacak imkânlarla yardımcı olun. Bana çalışacak adam, set yapımında kullanılacak malzeme ve araçlar –ki imkânlar içinde demir kütleleri, erimiş bakır ve körük çekmeyi dile getirmiştir- sağlayın ki, size sağlam bir set yapayım.
“Bana demir kütleleri getirin. İki dağın arasını (doldurup) aynı seviyeye getirince, ‘Körükleyin.’ dedi. Onu kor hâline getirince de, ‘Bana erimiş bakır getirin, onun üzerine dökeyim (boşlukları doldurayım.’ dedi.” [54]
İfadedeki zuber kelimesi parça, kütle anlamına gelen zubretun keimesinin çoğuludur. Yine âyette yer alan sâvâ kelimesi, sevâ= düzeldi anlamındadır. Bu kelimeyi sevvâ okuyanlar da vardır. Yine âyetteki sadefeyn kelimesi sedef kelimesinin tesniyesidir ve dağın iki yanından biri anlamına gelir. Bir açıklamaya göre, bu kelimenin kullanılabilmesi için söz konusu dağın yanı başında ona paralel bir başka dağın da bulunması gerekir. Buna göre bu kelime zevc=eş ve di’f=kat gibi iki yanı ifade eden kelimelerdir. Yine âyette geçen kıtr kelimesi bakır veya erimiş tunç anlamındadır. Bunun akıtılması demek, deliğe, aralığa ve boşluğa dökülmesi demektir.
“Bana demir kütleleri getirin.” yani set yapmada kullanmak üzere bana demir parçaları getirin. Bu demir parçaları onlardan yardım olarak istediği güç kapsamındadır. Sadece demir parçaları isteyip de taş, toprak gibi diğer inşaât malzemelerinden söz etmemesinin sebebi, hehâlde demirin set yapımının sağlamlığının temel unsuru olmasıdır.
“İki dağın arasını (doldurup) aynı seviyeye getirince, ‘Körükleyin.’ dedi.” ifadesinde bazı kelimeleri hazf etmek şeklinde bir kısıtlama ve icâz vardır. Takdirî açılım ise şöyledir: Ona güç unsurları ile yardım ettiler, istediği her şeyi verdiler. O da onlar için set yaptı. Yaptığı seti iki dağın arasını düzleyecek ve aynı seviyeye getirecek şekilde yükseltince de adamlara, “Körükleyin.” dedi.
“Körükleyin, dedi” ifadesi, fiilin kendisine delalet ettiği için fiilin ilintili olduğu durumu ifade etmekten vazgeçmiştir. İstenen şey, körükleri setin üzerine kurup, içine konan demirleri ısıtıp, kaynatmak ve boşluklarına erimiş bakır dökmektir.
“Onu kor hâline getirince de, …” ifadesinde kısıtlama ve icâz vardır. İfadenin takdiri açılımı ise şöyledir: Ardından körüklediler; sonunda körüklenen maddeler ve demir parçaları görünüm ve ısı derecesi bakımında ateş gibi oldu. Buna göre, bu ifade de istiâre sanatı vardır.
“Bana erimiş bakır getirin, onun üzerine dökeyim, dedi.” yani bana biraz erimiş bakır getirin de demir yığınının üzerine dökeyim. Böylece demirin aralıkları tıkansın ve set, içine hiçbir şeyin sızamayacağı bir kaynamışlık kazansın.
“Artık (Ye’cûc ve Me’cûc) onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler.” [55]
Âyette istaa fiili istetae fiili ile aynı (güç yetirmek) anlama gelir. Yine âyetteki yezharûhu fiilinin masdarı olan zuhûr kelimesi yükselmek, aşmak ve birşeyin üstüne çıkmak demektir. Yine âyetteki nakb kelimesi delmek, delik açmak anlamına gelir. Nitekim duvarda ve deride delik açmaya nekb, tahtada delik açmaya da sukb denir, demişlerdir.
Âyetteki çoğul zamirlerinin (istâ’û, istetâ’û) mercii Ye’cûc ve Me’cûc’dur. İfadede kısaltma ve icâz vardır. Takdirî açılımı ise şu şekildedir: Zülkarneyn seti inşa etti. Ye’cûc ve Me’cûc bu setin yüksekliği sebebi ile üzerine çıkamadıkları gibi, sağlamlığı sebebi ile onun bir yerinde delik açamadılar.
“(Zülkarneyn) dedi ki: Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu yerle bir eder (işlevsiz hâle getirir). Gerçekten Rabbimin vaadi haktır.” [56]
Âyette geçen dekkâe kelimesi dekk kelimesi ile anlamdaştır. Çok ufalamak demek olan bu kelime ism-i mef’ûl anlamında bir masdardır.
“Bu, Rabbimden bir rahmettir.” yani Hz. Zülkarneyn (a.s) seti inşâ ettikten sonra dedi ki: Bu set Rabbimden bir rahmet, yani nimettir ve Ye’cûc ve Me’cûc’un şerrini bir insan topluluğunun başından savan bir korumadır.
“Rabbimin vaadi geldiği zaman onu yerle bir eder.” ifadesinde kısaltma ve icâz vardır. Takdirî açılımı da şöyledir: Bu rahmet, Rabbimin vaadinin gerçekleşeceği ana kadar devam eder. Rabbimin vaadi geldiği zaman ise, onu paramparça yaparak yerle bir eder.
Buradaki vaatten maksat, ya yüce Allah’ın bu seti kıyamet gününe yakın yıkılacağı yolunda verdiği bu sete mahsus bir vaattir ki, bu takdirde bu, yüce Allah’ın Hz. Zülkarneyn’e (a.s) önceden verdiği gaybî bir haber olur. Ya da maksat, kıyametin kopacağına ilişkin genel bir vaattir ki, o zaman dağlar yerle bir olacak ve dünya yıkılacaktır.
Bu vaad, “Gerçekten Rabbimin vaadi haktır.” cümlesi ile pekişmektedir. [57]
Kur’ân-ı Kerîm’e dayanarak, Hz. Zülkarneyin’le (a.s) ilgili yapmış olduğumuz bu tespitleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Hikâyenin konusu olan şahıs, Kur'ân'daki bu hikâyenin inişinden önce, hatta kendi yaşadığı dönemde bile Zülkarneyn lakabı ile anılıyordu. Bu durum, ifadenin akışında yer alan "Sana, Zülkarneyn('in durumu) hakkında soru soruyorlar." [58], "Dedik ki: Ey Zülkarneyn!" [59] Ve "Dediler ki: Ey Zülkarneyn!" [60] ifadelerinde açıkça görülüyor.
2. Bu şahıs, yüce Allah'a ve ahiret gününe inanan, hak dini benimsemiş bir kişi idi. Bu gerçek şu ifadelerden ortaya çıkıyor: "Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu yerle bir eder (işlevsiz hâle getirir). Gerçekten Rabbimin vaadi haktır." [61], "Kim zulmetmişse, onu cezalandıracağız; sonra o, Rabbine döndürülecek ve O da onu görülmemiş bir azapla cezalandıracaktır. Kim de iman edip iyi işler yapmışsa, onun için en güzel karşılık vardır ve onu kolay bir görevle görevlendireceğiz." [62] Onun dindeki üstünlüğünü pekiştiren diğer bir delil de, "Dedik ki: "Ey Zülkarneyn! (Onlara galip geldiğine göre) onları cezalandıracak mısın yoksa onlara karşı iyi mi davranacaksın?" [63] âyetidir. Bu âyet onun vahiy veya ilham ile teyit edildiğini yahut yanında kendisini vahiy tebliği ile doğruya ileten bir nebinin bulunduğunu kanıtlar.
3. Hz. Zülkarneyn (a.s), yüce Allah'ın hem dünya hem de ahiret hayırlarını bir arada bağışladığı bir kişi idi. Dünya hayrı olarak güneşin doğduğu ve battığı yere kadar uzanan büyük bir egemenliğe kavuşmuştu [64]; hiçbir şey kendisine engel olmamış ve bütün sebepler buyruğuna sunulmuştu. [65] Ahiret hayrına gelince, adaleti yaymak, hakkı uygulamaya geçirmek, hoşgörülük, affedicilik, yumuşak tutumluluk, onurluluk, hayrı yaygınlaştırmak ve kötülüğü gidermek gibi erdemlere sahipti. "Gerçekten biz onu yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kıldık; her şey(e ulaşmak) için ona bir sebep (yol) verdik." [66] âyeti bu saydıklarımızın hepsine delâlet etmektedir.
4. Hz. Zülkarneyn (a.s), batı tarafına dönük yolculuğu sırasında zalim bir kavimle karşılaşmış ve onları cezalandırmıştı. Bu gerçek şu ifadelerden ortaya çıkıyor: “Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu, kara balçıklı bir kaynakta (denizde) batar buldu. Kaynağın (denizin) yanında bir kavme rastladı. Dedi ki: Ey Zülkarneyn! (Onlara galip geldiğine göre) onları cezalandıracak mısın, yoksa onlara karşı iyi mi davranacaksın?” [67], “Dedi ki: ‘Kim zulmetmişse, onu cezalandıracağız; sonra o, Rabbine döndürülecek ve O da onu görülmemiş bir azapla cezalandıracaktır.” [68]
5. Hz. Zülkarneyn'in (a.s) inşâ ettiği setin yeri güneşin doğduğu ve battığı tarafın dışında kalan bir yerdi. [69] Çünkü Hz. Zülkarneyn (a.s), güneşin doğduğu yere varışından sonra gerekli sebeplere sarılarak iki dağın arasına varmıştı. İnşâ ettiği setin, doğunun ve batının dışında bir yönde ve yerde olmasına ilaveten, tanımlayıcı özelliklerinden biri duvar gibi dik yamaçlı iki dağ arasında olmasıdır. [70] Hz. Zülkarneyn (a.s), bu dağların iki yanının arasını düzlemiş ve yapımında demir kütleleri ile erimiş bakır kullanmıştı. Kaçınılmaz olarak da bu set, yeryüzünün iki yerleşim bölgesini birbirine bağlayan bir geçitte inşâ edilmiştir. [71]
------------