.
.
Bismillahirrahmanirrahim
Kur’ân-ı Kerîm’de iki defa ismi zikredilerek [1], kendilerine değer verilen ve örnek bir insan olarak yâd edilen ender şahsiyetlerden birisi de Hz. Lokmân’dır (a.s).
Onun adı, Kur’ân-ı Kerîm’in 31. sûresine isim olarak verilmiş ve bu sûrenin 12. âyetinden 19. âyetinin sonuna kadar kendisinin, oğluna yani hepimize vermiş olduğu öğütler [2] aynen nakledilmiştir.
Böylece yüce Allah, onun adını ve öğütlerini Kur’ân’la ölümsüzleştirmiş ve onu herkese örnek bir insan olarak göstermiştir.
Tarihî açıdan, Hz. Lokmân (a.s) hakkında kaynaklarda birbirinden farklı rivâyetlere rastlanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de ise, Hz. Lokmân’ın (a.s) ne zaman ve nerede yaşadığı, nerede öldüğü, hangi milletten olduğu, ne ile meşgul olduğu gibi konular üzerinde durulmaz. Çünkü öyle anlaşılıyor ki yüce Allah’ın indinde bizlere yarayacak asıl bilgiler bunlar değil, onun nasıl bir kişiliğe sahip olduğu ve hayatına yön veren değerlerin neler olduğudur.
Hz. Lokmân’ın (a.s), bir nebî mi? yoksa velî bir kul mu? olduğu da söz konusu edilir. Çoğunluk onun peygamber değil de hikmet sahibi velî bir zât olduğu kanaâtindediler.
Allah Resûlü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
“Gerçeği söylüyorum ki, Lokmân peygamber değildi. O, çok düşünen ve güzel bir yakîne sahip olan bir kimse idi. O, Allah’ı sevdi; Allah da onu sevdi ve ona hikmet verdi. Günün ortasında uykudayken kendisine şöyle bir ses geldi: ‘Ey Lokmân! İstermisin, Allah seni yeryüzünde kendisine hâlife kılsın da insanlar arasında hak üzere hükmedesin?’ O, sese şöyle karşılık verdi: ‘Eğer Rabbim beni muhayyer kılarsa, ben, belâ ve imtihana dûçar olmak yerine afiyeti seçerim; ama buna karar vermişse, emri dinler ve gönül rahatlığıyla kabul ederim. Çünkü biliyorum ki, eğer Rabbim bunu isterse, bana yardım eder ve beni korur.’
Melekler, kendilerini görmeyeceği bir şekilde ona şöyle seslendiler: ‘Niçin kabul etmedin, ey Lokmân?’ O şöyle dedi: ‘Çünkü yargı, makamların en çetini ve en zorudur. Her taraftan zulüm onu çevreler. Eğer kişi hakkı yerine getirir ve hakka uygun hüküm verirse, kurtuluşu hak eder. Eğer hata ederse, gerçekte cennetin yolunu şaşırmış olur. Dünyada hâkîr olmaktan daha iyidir. Kim dünyayı seçerse, dünya elinden çıkar ve ahirete de ulaşamaz.’
Melekler, onun bu güzel mantığına şaşırdılar. Bunun üzerine bir uykuda kendisine hikmet verildi. Artık uyandıktan sonra o, hikmetli konuşmaya başladı.” [3]
Mücâhid [4] ve Katâde’ye [5] göre, Hz. Lokmân (a.s) bir velîdir.
Şa‘bî’ye [6] göre, Hz. Lokmân (a.s) bir nebîdir.
İkrime’ye [7] göre, Hz. Lokmân (a.s) bir nebîdir. Onun bir velî olduğunda âlimlerin ittifâkı vardır.
Mukâtil’e [8] göre, Hz. Lokmân (a.s), Hz. Eyyûb’ün (a.s) kızkardeşinin veya teyzesinin oğlu idi. Uzun müddet yaşadı. Hz. Dâvûd'a (a.s) yetişti ve ondan ilim aldı. Bir nebî olduğunu söyleyenler de oldu.
İbn İshâk’a [9] göre, Hz. Lokmân’ın nesebi 4. batından Hz. İbrâhîm (a.s) ile birleşir. O, bin yıl yaşamış; kadılık yapmış; Hz. Dâvûd’a (a.s) kadar yetişmiş ve ondan ilim almıştır.
İbn Rüşd [10] ise, Hz. Lokmân (a.s) için her nebî hekîmdir, fakat her hekîm nebî değildir, söylemiştir.
İslâm’dan önceki Araplar arasında uzun ömrü, bilgeliği ve darbımeselleriyle temayüz eden Hz. Lokmân (a.s), Kur’ân’da zikredilen ve kendisine hikmet verilmesi sebebiyle Lokmânu’l-hekîm diye mâruf olan sâlih bir şahsiyettir. Yahudi ve Hristiyan kutsal kitaplarında adı geçmez.
Kur’ân-ı Kerîm’de indirilişte 57. sûre ve tertipte 31. sırada Lokmân sûresi yer alır. Bu mübarek sûre, Sâffât sûresinden sonra Sebe sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Lokmân sûresi 34 âyet, 550 kelime ve 2.171 harften ibarettir. Sûre, adını 12. ve 13. âyetlerde ismi geçen Lokmân’dan alır.
Lokmân sûresinin temel konuları, yüce Allah'ı ve sıfatlarını tanımanın sırrını, şirki yermeyi, ana babaya saygı gösterip meşrû buyruklarına uymayı, sorumluluk duygusu, güzel ahlâkı emretmeyi, çirkin ve güzel olmayan şeyleri yasaklamayı belirtmektedir. Daha sonra putperestleri şirkten vazgeçirmeyi ve onlara kurtuluş yolunu göstermeyi amaçlayan bilgiler, kanıtlar ve uyarılara yer verilmiştir.
Sûrenin anahtar âyeti, “İşte böyle; şüphesiz Allah, O hak olandır ve şüphesiz (gafil ve kâfir insanların) O'nun dışında taptıkları (tanrılar) ise bâtıldır. Evet, o Allah ki, yüce olan O’dur, ulu olan O’dur.” [11]
Âyetin orijinalinde geçen, Hak (vacibu’l-vucûd), Aliyy (selbî sıfat) ve Kebîr (sübutî sıfat) yüce Allah’ın en güzel isimleriden üç tanesidir. Dolayısıyla yüce Allah, "Bütün kemâl sıfatlarına sahiptir."
Sûrenin muhtevası dört bölümdür:
İlk bölümde (âyet 1-11), Kur’ân’ın hikmet, hidayet ve rahmet kaynağı olduğu belirtildikten sonra, ondan istifade edenlerin temel özellikleri namazı kılmak, zekâtı vermek ve ahirete inanmak şeklinde özetlenir. Bu sûrenin indiği dönemde henüz beş vakit namazın ve zekâtın farz kılınmadığı dikkate alınırsa, buradaki namazı umumî manada yüce Allah’a ibadet ve dua veya o dönemdeki şekliyle namaz, zekâtı da bilhassa o sırada müşriklerin baskısı altında büyük sıkıntılar çeken müslümanlar için önem taşıyan malî dayanışma olarak anlamak yerinde olur. 6-7. âyetler, Mekke müşriklerinin İslâm ve müslümanlar karşısındaki karakteristik tutumlarını özetlemektedir. Buna göre onlar, hikâye ve masal türü bazı sözlerle Kur’ân arasında benzerlik kurar, vahyi alay konusu yapar ve böylece kendileri sapkın oldukları gibi başkalarını da yüce Allah yolundan saptırmayı hedeflerlerdi; yüce Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda küstahça bir gurura kapılır, tam bir duyarsızlık ve ilgisizlik sergilerlerdi. Bu bölümün son iki âyetinde ilâhî kudretin canlı ve cansız varlıkları nasıl meydana getirdiği belirtildikten sonra putperestlere hitaben, “İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. O’ndan başkalarının ne yarattığını bana gösterin.” [12] denilmekte ve yüce Allah’tan başka bir varlığa tapmanın hem mantıksız ve hem de haksız bir tutum olduğu vurgulanmaktadır.
İkinci bölümde (12-19), Hz. Lokmân’dan (a.s) bahsedilmektedir. Ancak burada onun hayatı ve kimliği hakkında bilgi verilmeyip, sadece yüce Allah’ın ona hikmet bahşettiği belirtilmekte ve oğluna yani bizlere hakîmâne öğütleri sıralanmaktadır. Bu öğütler yüce Allah’a ortak koşmamak, anneye babaya iyi davranmak, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sabırlı olmak, böbürlenmemek, başkalarını küçümsememek, alçak gönüllü olmak gibi dinî ve ahlâkî konuları içerir.
Üçüncü bölüm (âyet 20-32), yüce Allah’ın insanlara verdiği nimetlerle O’nun yüceliğine ilişkin açıklamalardan oluşur. Bölümün başında yüce Allah’ın göklerde ve yerde olan şeyleri insanların hizmetine verdiği, görünür ve görünmez nimetleri önlerine serdiği belirtilmektedir. “Görmez misiniz?” [13] ifadesi, insanların varlık düzenini sağlıklı bir şekilde incelemeleri hâlinde evrendeki ilâhî kudret ve hikmete delâlet eden düzeni ve bu düzenin insanlara nimet olarak yansıyan yönlerini kendi akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir. 21. âyette, yüce Allah’ın indirdiği hükümlere uymaya çağrıldıkları hâlde bu çağrıya uymayıp, atalarının bâtıl inanç ve geleneklerini sürdürmekte ısrar eden inkârcıların, böylece yüce Allah’ın daveti yerine kendilerini alevli ateşin azabına çağıran şeytanın daveti ne uydukları, 22. âyette ise yüce Allah’a teslim olup O’nun yolundan gidenlerin sağlam kulpa yapışmış bulundukları ve onların yollarının doğru, âkıbetlerinin hayırlı olduğu anlatılmaktadır. Daha sonra yüce Allah’ın ilminin genişliğine dikkat çekilmekte ve gücünün sonsuzluğu ile insanların tamamının yaratılması ve âhirette hepsinin diriltilmesinin bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibi olduğu vurgulanmakta, ayrıca bazı kozmolojik delillere yer verilmektedir.
Dördüncü bölümde (âyet 33-34), kıyamet gününde kimsenin kimseye fayda veremeyeceği belirtilerek, müminlerin geçici dünya hayatının aldatıcılığına kapılmamaları gerektiği yönündeki uyarıların ardından sûre, yüce Allah’ın ilminin ve kudretinin kusursuzluğunu özetleyen ve ilâhî bilgiyle insan bilgisi arasındaki büyük farkı gösteren ifadelerle sona ermektedir. Burada yüce Allah’ın kıyametin vakti, yağmurun yağdırılması, rahimlerdeki çocuklar, insanın gelecekte elde edeceği şeyler ve ölüm vakti konularındaki kuşatıcı ilmine dikkat çekilmektedir. Bu sebeple âyette sayılan konulara muğayyebât-ı hams (beş bilinmeyen şey) denilmiştir.
Ancak âyette kıyametin ne zaman kopacağına dair bilginin yalnız yüce Allah’a ait olduğu, hiç kimsenin yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyeceği belirtilmiş; yağmurun yağma vakti ve rahimdeki çocuk hakkında, “Bunları da yalnız yüce Allah bilir, başkası bilemez” gibi sınırlayıcı bir ifade kullanılmamış, “Yüce Allah yağmuru yağdırmakta ve rahimlerdekini bilmektedir” buyurulmuştur.
Yüce Allah, Hz. Lokmân’ı (a.s) bu sûrede hayırla yâdettiğine göre o, hayatı boyunca bu prensiplere sâdık kalarak, onları tatbik etmeye çalışmıştır. O hâlde Hz. Lokmân’ın (a.s) bu öğütleri kendisinin kişiliği hakkında bize bilgi veren en önemli ipuçlarıdır.
Bu mübarek sûre, Hz. Lokmân’ın (a.s) oğluna yapmış olduğu değerli öğütlerinden önce, ona hikmetin verildiğini vurgular:
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ
“Andolsun ki biz, şükretmesi için Lokmân’a hikmeti verdik.” [14]
"Allah'a şükret." ifadesinde, birinci tekil şahıstan üçüncü çoğul şahsa geçiş yapılıyor. Çünkü konuşmacının üçüncü çoğul şahıs kipiyle konuşması, hem kendisi ve hem de hizmetinde olanlar tarafından konuşmakla büyüklüğü, azameti vurgulamayı ifade eder.
Bazılarına göre, "Allah'a şükret." ifadesinin başında kulnâ sözünü takdîr etmek gerekir. Yani, “Dedik ki: Allah'a şükret.” O hâlde, Hz. Lokmân'a (a.s) hikmet verilmesi, onun şükretmeye teşvik edilmesi anlamındadır. Dolayısıyla birine hikmetin verilmesi, zorunlu olarak şükretmenin emredilmesini de ifade eder.
Şükürden söz edilirken devamlılık ifade eden müzari fiilin ve nankörlükten söz edilirken de bir kere oluşu ifade eden mazi fiilin kullanılmış olması, şükretmenin ancak sürekli olması durumunda fayda sağlayacağına, nankörlüğünse bir kerede dahi zarar vereceğine işaret etmeye yöneliktir.
Görüldüğü gibi, yüce Allah bu âyette, şükreden bir kul olması için Hz. Lokmân’a (a.s) hikmet verdiğini belirtmekle başlamaktadır. Yüce Allah, kendilerine hikmet verilmiş olanlara hayırdan çok şeyler vermiş olduğunu belirtir.
“O, hikmeti dilediği kimseye verir. Kime de hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Bunu ancak doğru akıl sahipleri anlarlar.” [15]
Hiç şüphesiz, yüce Allah hikmeti rastgele herkese vermez. O, elbette bu ihsana kazanmış ve onun kıymetini bilecek olan kimselere verir. Demek ki Hz. Lokmân (a.s), yüce Allah’ın bu lütfuna lâyık olmuş seçkin kullardan birisidir.
Bu âyette sözü edilen hikmet; her alanda geniş ve faydalı bilgi, bildiğini isâbetli bir şekilde uygulamaya ve buna bağlı olarak da, söz, hüküm ve kararda isâbet etme gibi manalara gelir.
Âyette "Allah'a şükret." denilmektedir. Şükür, hiç kuşkusuz sadece dilde kalan bir şey değildir. Kişi, sahip olduğu her türlü nimeti kendisine veren yüce Allah’ı dili ile daima anmanın yanında, kalbi ile de daima derin bir şükran duygusu içinde bulunulmalı ve O’nun bütün emirlerini yerine getirip, sahip olduğu her türlü nimet ve imkândan başkalarını da istifade ettirmelidir.
Ancak böyle yapılabilirse, gerçek anlamda şükredilmiş olur ve yüce Allah’ın şu müjdesine mazhâr olabilir: “Andolsun eğer şükrederseniz elbette size (olan nimetlerimi) artırırım.” [16] Demek ki, gerçek anlamda yapılabilen bir şükrün faydası yine kendisine döner. Yoksa bizim şükrümüz yüce Allah’a bir şey vermeyeceği gibi, O’nun uçsuz bucaksız mülküne de bir şey ilave edemez. Nitekim bu durum âyetin devamında şöyle ifade edilir:
“Kim şükrederse kendisi için şükretmiş, kim de nankörlük ederse şüphesiz ki, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve O, zâten bizâtihi övülmeye lâyık olandır.” [17]
Âyette "Allah'a şükret." denilmektedir. Yani, parlak zekâ, basiret, bilgi ve hikmetin başlıca amacı, insanın yüce Rabbi huzurunda itaât ve şükran tavrını benimsemesi, nankörlük ve küfrân-ı nimete düşmemesidir. Bu şükür ifadesi yanlızca dudak ucunda bulunmamalı; düşünce, söz ve davranışa yansımalıdır.
Hz. Lokmân’ın (a.s) adı bu sûreye verilip, adı hayırla yâdedildiğine göre o, yüce Allah’ına karşı olan şükür görevini en iyi bir şekilde yerine getirmiş ve kendisine verilen hikmetin hakkını tam edâ edip sahip olduğu bütün bilgi, kabiliyet ve tercübeleri ile halkın hizmetine koşarak, onlara her sahada faydalı olmaya çalışmış ve bütün insanlar tarafından hayırla anılmaya hak kazanmıştır.
Hz. Lokmân’ın (a.s) oğluna yani bizlere yapmış olduğu sekiz tane altın öğüt şunlardır:
Birinci Öğüt:
وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ
يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۜ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ
“Hani Lokmân oğluna öğüt verirken şöyle demişti: ‘Ey yavrum! Allah'a ortak koşma.’ Çünkü (O’na) ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür." [18]
Her işin büyüklüğü sonuçlarının büyüklüğünden ileri gelir. Günahın büyüklüğü de kendisine karşı günah işlenen zâtın büyüklüğünden kaynaklanır. Çünkü büyük birinin cezalandırması da büyük olur. Günahların en büyüğü yüce Allah'a karşı işlenen günahtır. Çünkü yüce Allah'ın büyüklüğü ve azameti, her türlü büyüklüğün ve azametin üstündedir. O, yüce Allah'tır ve O'nun ortağı yoktur. O'na karşı işlenen günahların en büyüğü de ortağı olmayan Allah oluşuyla ilgili olarak işlenen günahtır.
"Çünkü ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür." Bu cümlede şirkin büyük bir günah oluşu mutlak olarak ifade edilmiş ve diğer günahlarla mukayese etmek şeklinde bir kayda yer verilmemiştir. Bu tarz bir ifadenin kullanılması, şirkin zulüm olarak büyüklüğünün hiçbir ölçüyle ölçülemeyeceğine delalet etme amacına yöneliktir.
İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) [19] şöyle nakledilmiştir: “Zulüm üç kısımdır: Allah’ın bağışladığı zulüm, Allah’ın bağışlamadığı zulüm ve Allah’ın peşini bırakmadığı zulüm. Allah’ın bağışlamadığı zulüm, şirktir. Allah’ın bağışladığı zulüm, kişinin kendisiyle Allah arasındaki ilişkilerde kendisine karşı işlediği zulümdür (günahtır). Allah’ın peşini bırakmadığı zulüm de, kulların birbirlerine olan borçlarıdır.” [20]
Hz. Lokmân (a.s) oğluna olan öğütlerine Allah'a ortak koşmaktan uzak durma prensibi ile başlamıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’e rucû ettiğimizde bütün peygamberlerin de tebliğlerine ilk önce bu prensiple başladıklarını görürüz. [21] Çünkü insanlığın ilk ve en yaygın sapıtması genellikle bu yolla olmakta, yüce Allah’ın varlığı kabul edilmekle birlikte şu ve bu yolla O’na şirk koşulmaktadır. "(Sakın ha) Allah’tan başka, sana yararı da, zararı da olmayan (sahte ilahlar)a tapınma. (Onlara dua edip yalvarma, putlaştırılmış şahıslara ve Kur’ân dışı tağuti nizamlara tâbi ve taraf olma)” [22] Yani insanların çoğu yüce Allah’a inanırlar ama onların ekseriyeti imanlarına gizli veya açık bir şirk unsuru karıştırırlar. Demek ki, şirk, yüce Allah’ı inkâr söz konusu olmamakla birlikte, sadece O’nun hakkı olan bazı özellikleri başkalarına da vererek, onları onları yüce Allah’ın seviyesine çıkarmaktır.
İkinci Öğüt:
يَا بُنَيَّ اِنَّهَٓا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ ف۪ي صَخْرَةٍ
اَوْ فِي السَّمٰوَاتِ اَوْ فِي الْاَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللّٰهُۜ
"Ey yavrum! Eğer o (yaptığın iş) bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde ya da yerin içinde (gizli) bile olsa Allah onu (hesap için) getirir." [23]
Müfessirlerin belirttiğine göre, inne-ha=o ifadesindeki zamir, hayır ve şer nitelikli haslete dönüktür. Çünkü âyetin akışı buna delalet ediyor, bu ifade ayrıca âyetin orijinalindeki teku fiilinin ismidir, miskale habbetin=tane ağırlığında ifadesi de haberidir. Kayanın içinde olması, sert bir kayanın içinde gizlenmesi veya göklerde yahut yerde saklanması anlamındadır. Onun getirilmesinden maksat da hesap ve karşılığını vermek için hazır bulundurulmasıdır.
Hz. Lokmân'ın (a.s) aktarılan sözlerinin önceki bölümü, tevhitle ve yüce Allah'ın ortağının olmayışıyla ilgiliydi. Onun sözlerinin bu ikinci bölümü ise, ahiret günüyle ve o gün gerçekleşecek amellerin hesabının görülmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Yavrucuğum! İşlediğin hayır veya şer nitelikli amel, bir hardal tanesi gibi en hafif ve en ince bir şey dahi olsa ve bu küçücük şey, bir kayanın içinde veya gökte ve yerde herhangi bir yerde dahi olsa yüce Allah, onu hesap ve karşılığını vermek için getirir.
Üçüncü Öğüt:
يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ
"Ey yavrum! Namazı dosdoğru kıl.” [24]
Hz. Lokmân (a.s) bundan sonra oğluna yine candan bir seslenişle önemli bir görevini hatırlatır: “Yavrum! Namazı hakkıyla edâ et!” Şekil ve zaman bakımından birtakım farklılıklar arzetse de, namazın bütün semâvî dinlerde temel ibadet olarak varlığı, çeşitli âyetlerden [25] anlaşılmaktadır. Bu durum, yüce Allah’ın bu ibadete ne kadar önem verdiğini gösteren açık bir delildir. Hatta diğer ibadetler birtakım mazeretlerle düşse de, namaz için hiçbir durum, mazeret olarak kabul edilmemiş, insanın hastalık ve savaş hâli [26] de dâhil her halükârda ve mutlaka bu görevini yerine getirmesi istenmiştir. Hz. Lokmân’ın (a.s) oğluna namazı hatırlatması bunu göstermektedir. Bu bakımdan namaz, günlük hayatın akışı içinde mü’min’in hayatına damgasını vuran bir ibadettir. İşte bu sebeple, Hz. Lokmân (a.s) oğluna “namazını hakkıyla edâ et.” demiştir. Bu edânın içinde, namazın vaktine, şartlarına, erkânına, adâbına riayet edilmesi gibi hususlar girmektedir.
Farsça’da tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet anlamlarına gelen namaz, sözlükte dua etmek, ibadet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak manalarındaki Arapça salât (çoğulu salavât) kelimesinin karşılığı olarak Türkçe’ye geçmiştir. Kavram olarak salât, tekbirle başlayıp selâmla son bulan, belirli hareket ve sözlerden oluşan bedenî ibadeti ifade eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de salât kelimesi ve türevleri, lügat [27] ve kavram [28] anlamında, doksan dokuz yerde geçer. [29] Hadislerde salât kelimesi ise tüm türevleri ile birlikte 11.600 defa geçmektedir.
Namazın kılınış şekline dair Kur’ân’da ayrıntılı bilgi verilmemekle birlikte, çeşitli âyetlerde abdest [30], kıble [31], kıraât [32], kıyâm [33], ka‘de [34], rükû ve secde [35] gibi namazın bazı şartlarına ve rükünlerine işaret edilmiştir.
Kur’ân öğretilerinde, namaz insana mahsus bir ibadet olarak ele alınmamış, bilakis gökte ve yeryüzünde olan her şeyin kendisine has bir namazının olduğunu belirtmiştir. [36]
Dördüncü Öğüt:
وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ
"İyiliği emret, kötülükten sakındır.” [37]
Hz. Lokmân (a.s) oğluna telkin etmiş olduğu bu öğüt de hiç şüphesiz çok önemli bir prensiptir. Zira bir cemiyet ancak bu esasın tatbiki ile ayakta durabilir. Yoksa bir toplumda yapılan kötü fiiler karşısında herkes bir vurdumduymazlık ve nemelâzımcılık içine girer; iyi ameller teşvik edilmezse, o topluma kısa zamanda kötü kişiler hâkim olur. Böylece o cemiyet, kendi kötü âkibetini kendi eliyle hazırlamış olur. Bu bakımdan, yüce dinimizde bu presibe çok önem verilmiş; bu görevi yerine getirenler övülürken getirmeyenler kınanmıştır. [38]
“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir (dostları ve destekleyicileridir). İyiliği emreder, kötülükten nehyedip çevirirler, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaât ederler.” [39]
Hiç şüphesiz, bir kimsenin etrafındaki insanları iyi işlere teşvik edip, gördüğü kötü işlere de müdahale edip düzeltmesi her zaman kolay olmayabilir; hatta bu sırada birtakım sıkıntılar ve belâlarla karşı karşıya kalabilir. İşte bu sebeple Hz. Lokmân (a.s) bundan sonraki öğüdünde oğluna şöyle seslenmektedir:
Beşinci Öğüt:
وَاصْبِرْ عَلٰى مَٓا اَصَابَكَۜ
"Başına gelenlere sabret.” [40]
Demek ki insan, iyiliklere karşı teşvik, kötülüklerden sakındırma görevini icrâ ederken karşılaştığı zorluklara ve musibetlere sabredecek; bunlar karşısında yılmayacak ve mücadelesine devam edecektir. Çünkü bu prensipler, gerçekten azmedilmeye ve üzerinde durulmaya değer prensiplerdir. Zira yüce Allah’ın rızasına uygun bir toplum, ancak bu şekilde vücuda gelip varlığını devam ettirebilir.
Görüldüğü gibi, burada da ana ahlâkî hasletlerden birisi olan sabır karşımıza çıkmaktadır. Sabır, her hayırlı iş için mutlaka gerekli bir unsurdur. İbadetlerden tutunda günlük hayattaki her işte başarılı olmak için daima sabırla hareket etmek gerekir. Bu sebeple yüce Allah, savaş ve diğer zamanlarda zorluklara ve sıkıntılara karşı sabredenleri övmüş [41], mü’minlerin birbirlerine daima sabrı tavsiye etmelerini istemiş [42], kendisinin her zaman sabredenlerle beraber olduğunu belirtmiş [43] ve sabredenlere mükâfatlarını hesapsız olarak vereceğini müjdelemiştir. [44]
Sözlükte engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak anlamlarındaki sabr kelimesinin ahlâk terimi olarak üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet gibi manalara geldiği, sabrın karşıtının telâş, kaygı, yakınma anlamlarındaki ceza olduğu belirtilmektedir.
Sabır, nefsi telâştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan koruma, nimet haliyle mihnet hali arasında fark gözetmeyip her iki durumda sükûnetini muhafaza etme, yüce Allah’tan başkasına şikâyette bulunmama şeklinde de tarif edilmiştir.
Sabır kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de beş âyette geçer. Ayrıca yüz’e yakın âyette aynı kökten çeşitli isim ve fiiller yer alır. Bu âyetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükâfatlar anlatılmaktadır.
Hz. Lokmân'ın (a.s) bu üç öğütleri, bazı iyi davranışlara ve üstün ahlâkın bazı örneklerine işaret ediyor. Bu amellerden biri, dinin direği namazdır. Onu, ma’ruf’u emretmek ve münker’i yasaklamak izliyor. Güzel ahlâkın, erdemin göstergelerinden biri de, başa gelen herhangi bir musibete karşı sabretmek geliyor.
Bundan sonra da Hz. Lokmân (a.s), oğlunun bilhassa iyiliğe teşvik ve onları kötülüklerden alıkoyma görevinde başarılı olabilmesi için, yürüyüşünden ses tonuna kadar, onlara karşı nasıl davranması ve onlarla nasıl konuşması gerektiği hususlarda oğluna, bazı öğütlerde bulunmaktadır.
Altıncı Öğüt:
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ
"Kibirlenerek, büyüklük taslayarak insanlardan yüz çevirme" [45]
İnsanlarla konuşurken yüzünü onlara doğru ilgi ile çevir; kibirlenip de yüzünü yan tarafa çevirip, onlara karşı küçümseyici bir tavır takınma. Âyetin orijinalindeki tusa'îr kelimesinin kökü olan es-sa'ru, develerin boynuna gelen bir hastalıktır. Deve bu hastalığa tutulduğu zaman boynu yukarıya kalkık olarak hep bir tarafa doğru bakmak zorunda kalır. Yani boynunun eğik olması demektir. Mastarı olan et-tas'ir ise, kibirlenerek birine bakmaktan kaçınmak için boynu bir tarafa çevirmek anlamına gelir. İşte Hz. Lokmân (a.s) oğlundan, bu hastalığa tutulmuş bir deve gibi yapmayıp, konuşurken yüzünü insanlara alâka ile çevirmesini ve onlara karşı asla kibirlenmemesini istemektedir.
Bazı müfessirlere göre, lâ tesa'îr haddeke li'n-nâs cümlesinin anlamı şöyledir: Bir şeye ihtiyacın olduğu zaman zillet gösterip insanların önünde boyun bükme. Fakat bu anlamlandırma âyetin sonuyla bağdaşmıyor. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Kibirlenerek insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde kendini beğenmişler gibi böbürlenerek yürüme. Çünkü yüce Allah, kendini beğenmiş, çok övünen kibirlileri sevmez.
Yedinci Öğüt:
وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًاۜ
“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme!" [46]
Hz. Lokmân (a.s), oğluna yürüyüşüne bile dikkat edip, ona şöyle yürümesini öğretmektedir:
“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme! Şüphesiz ki, Allah büyüklük taslayan ve övünen kimseleri hiç sevmez. Yürüyüşünde tabii ol!” [47]
Böylece Hz. Lokmân (a.s) oğluna bir kibir gösterişi şeklinde yürümemesini öğütlerken, ona en uygun yürüme tarzını da göstermiş oluyor. Bu yürüyüş, her türlü yapmacıktan uzak, tabii bir yürüyüş olacaktır. Ne herhangi bir gurur ve kibir gösterişi içinde yürüyecek ve ne de âcizlik, takvâ yahut tevâzû gösterişi içinde yürüyecektir. Hz. Lokmân (a.s), oğluna yürüşüyle ilgili öğüdünü yaparken, yüce Allah’ın büyüklük taslayan ve kendisiyle övünen kimseleri sevmediğini hatırlatmak suretiyle onun bu kötü huydan uzak durmasını teşvik etmektedir. Çünkü kibir, kendini beğenme, bütün iyilikleri yok eden büyük bir âfettir. Nitekim Şeytân (l.a) kibri sebebiyle kâfir olmuştur. [48]
Bu sebeple yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de mütekebbir ve kendisiyle övünen kimseleri sevmediğini müteaddit yerlerde belirtmiştir. [49]
Demek ki insanın her türlü tavrı, hareketi ve konuşması kibirden uzak olması gerektiği gibi, yürüyüşü de kibirden uzak olmalıdır. Bu bakımdan yüce Allah, yeryüzünde böbürlenerek, kibirlenerek yürümemenin nedenini şöyle açıklamıştır:
وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًاۚ
اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولً
“Yeryüzünde kabara kabara (gücüne, güzelliğine, servetine, etiket ve rütbene ve çevrene güvenip kibirlenerek) yürüme! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yırtabilirsin ne de boyca dağlara erişemezsin!” [50]
Yüce Allah, kendisine lâyık, örnek kullarının şöyle yürüdüğünü bildirir:
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ
الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا
وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا
“Rahmân’ın (akıllı ve hayırlı) kulları (onlardır ki;) gezip dolaştıkları (her) yerde, (münasip ve) mütevâzi yürürler. Bilgisiz (ve görgüsüz) kimseler kendilerine sataştıklarında ise onlara: ‘Selâmetle (barış ve güvenlik içinde olun)!” derler (ve geçiştirirler, gereksiz tartışma ve kapışmalara girişmezler).” [51]
“Yürüyüşünde tabii ol.” [52]
Ayetin siyâk ve sibâkı şudur ki: kibirli kibirli yürüyen kimse ruhunu da ıslâh etmesi gerekiyor.
Sekizinci Öğüt:
وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَۜ
اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَم۪يرِ۟
“Sesini de alçalt!/Sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt! Çünkü seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin anırmasıdır.” [53]
Hz. Lokmân’ın (a.s) oğluna olan öğütlerinin sonuncusudur. İnsanlarla konuşurken sesini lüzumundan fazla yükseltmemesi için bu öğüdü vurgulamaktadır.
O hâlde insan, kötü duruma düşmemek için konuşurken ses tonuna dikkat etmeli ve sanki bir sağıra sesleniyor gibi sesini çok fazla yükseltmemelidir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Lokmân’ın (a.s) hayatı hakkında pek fazla ve kesin bilgiye sahip değiliz. Ama elimizde sağlam bir kaynak olarak bulunan Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla, onun nasıl bir şahsiyete sahip bulunduğunu tespit etmek mümkündür. Çünkü yüce Allah, onun bizzât kendi oğluna vermiş olduğu öğütleri bize nakletmiştir. Böylece çok emin bir kaynaktan Hz. Lokmân’ın (a.s) değer verdiği önemli prensipler sağlam bir şekilde bize kadar ulaşmış olmaktadır. Hz. Lokmân’ın (a.s) bu üstün nitelikleri ve değerli öğütleri, insanlara yol göstermeye daima devam edecektir.
* * *
Kur’ân-ı Kerîm’e dayanarak, Hz. Lokmân’la (a.s) ilgili yapmış olduğumuz bu tespitleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Hz. Lokmân’ın (a.s) adı, bir Kur’ân sûresine isim olarak verilmek suretiyle kendisine verilen değer açıkça ortaya konulmuştur.
2. Hz. Lokmân (a.s), yüce Allah tarafından, kendisine şükretmesi için hikmet, yani geniş bilgi, yaptığı her işi yerli yerince yapma, verdiği her kararda isâbetli olma kâbiliyeti verilmiş olan bilge bir zâttır.
3. Hz. Lokmân (a.s), Kur’ân âyetleri ile hayırla yâdedildiğine göre, bu şükür görevini en güzel bir şekilde yerine getirerek, kendisine verilen bu hikmet sayesinde daima toplumun hizmetine koşmuş; onların her türlü dertlerine ve proplemlerine çareler bulmaya çalışmış; her yaptığını insanlardan bir karşılık beklemeden yapmış olan örnek bir kimse olmalıdır.
4. O, her türlü şirkten titizlikle uzak duran; çünkü şirki en büyük bir zulüm olarak değerlendiren; bunun için de herkesten ve her şeyden çok Rabbini seven, yaptığı her işi sadece O’nun sevgi ve rızasını kazanmak için yapan; sadece O’ndan korkup, O’na kulluk ve itaât eden; en güçlü olarak sadece O’nu kabul eden bir kimsedir.
5. Ahiret hayatını görüyormuşçasına kesinlikle inanan; bu bakımdan en küçük bir iyilik ve kötülüğün kaydedildilerek, yarın ahiret gününde insanın karşısına geleceğine candan iman eden bir kimsedir.
6. Namazını tam hakkıyla yerine getiren bir zâttır.
7. Toplum içinde daima insanları en iyiye, en güzele ve en doğruya teşvik edip, gördüğü kötülükler karşısında susmayıp, elinden geldiği kadar onları düzeltmeye çalışan bir kimsedir.
8. Gerek bu görevini yaparken ve gerekse başka durumlarda karşılaştığı her türlü zorluk, sıkıntı, belâ ve musibetleri sabır ve tahammülle karşılayan birisidir.
9. Gösteriş, kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi, kötü sıfatlardan uzak duran, bunun için de insanlarla konuşurken karşısındakinin yüzüne ilgi ile bakıp konuşan ve cevap veren; yürüyüşüne de dikkat edip her türlü yapmacıktan, böbürlenmekte ve kibirlenmekten uzak bir şekilde yürüyen bir kimsedir.
10. Hz. Lokmân (a.s) yine insanlarla konuşurken lüzumsuz yere sesini yükseltmekten sakınan ve bunu çirkin bir davranış olarak kabul eden bir kimsedir.
------------
[1]- 31/Lokmân: 12-13
[2]- Bu âyetlerden, sadece 14 ve 15. âyetler Hz. Lokmân’ın (a.s) öğütlerine dâhil değildir. Ana-baba hakkı ile ilgili olan bu âyetler, önemine binâen gelmiştir.
[3]- Mecmâu’l-beyân, c. 7, s. 315; Tercüme-i tefsîr-i Sâfî, c. 5, s. 257
[4]- Tâbiîn neslinin önde gelen müfessirlerinden olan Ebû’l-Haccâc Mücâhid b. Cebr el-Mekkî el-Mahzûmî (öl. 103/721)
[5]- Müfessir ve tâbiî olan Ebû’l-Hattâb Katâde b. Diâme b. Katâde es-Sedûsî el-Basrî (öl. 117/735)
[6]- Hadis âlimi ve tâbiî olan Ebû Amr Âmir b. Şerâhîl b. Abd(illâh) el-Hemdânî eş-Şa‘bî (öl. 104/722)
[7]- Müfessir ve tâbiî olan Ebû Abdillâh İkrime b. Abdillâh el-Berberî el-Medenî (öl. 105/723)
[8]- Kur’ân müfessiri olan Ebû’l-Hasen Mukâtil b. Süleymân b. Beşîr el-Ezdî el-Belhî (öl. 150/767)
[9]- Siyer ve Megzî müellifi, muhaddis olan Ebû Abdillâh Muhammed b. İshâk b. Yesâr b. Hıyâr el-Muttalibî el-Kureşî el-Medenî (öl. 151/768)
[10]- Filozof, fakih ve hekîm olan Ebû’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kurtubî (öl. 595/1198)
[11]- 31/Lokmân: 30
[12]- 31/Lokmân: 11
[13]- 31/Lokmân: 20
[14]- 31/Lokmân: 12
[15]- 2/Bakara: 269
[16]- 14/İbrâhîm: 7
[17]- 31/Lokmân: 12
[18]- 31/Lokmân: 13
[19]- Ebû Ca‘fer Muhammed b. Alî b. Hüseyn b. Alî b. Ebî Tâlib (öl. 114/733)
[20]- Tercüme-i tefsîr-i Sâfî, c. 5, s. 260; el-Kâfî, c. 2, s. 33
[21]- 7/A’râf: 59, 65, 73 85; 16/Nah: 36; 21/Enbiyâ: 25
[22]- 10/Yûsuf: 106
[23]- 31/Lokmân: 16
[24]- 31/Lokmân: 17
[25]- 14/İbrâhîm: 37, 40 (Hz. İbrâhîm’in (a.s) namazı; 19/Meryem: 54-55 (Hz. İsmâîl’in (a.s) namazı; 11/Hûd: 87 (Hz. Şu’âyb’ın (a.s) namazı; 20/Tâ-Hâ: 13-14 (Hz. Mûsâ’nın (a.s) namazı; 3/Âl-i İmrân: 39 (Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s) namazı; 19/Meryem: 27-31 (Hz. Îsâ’nın (a.s) namazı ve 4/Nisâ: 103; En’âm: 162; 20/Tâ-Hâ: 132 (Hz. Muhammed’in (s.a.a) namazı gibi.
[26]- 4/Nisâ: 102
[27]- 9/Tevbe: 103
[28]- 2/Bakara: 43, 238; 11/Hûd: 114
[29]- el-Mu’camu’ l-müfehres, s-l-v md.
[30]- 5/Mâide: 6
[31]- 2/Bakara: 144
[32]- 73/Müzzemmil: 20
[33]- 2/Bakara: 238
[34]- 3/Âl-i İmrân: 191
[35]- 22/Hac: 77
[36]- 24/Nûr: 41
[37]- 31/Lokmân: 17
[38]- 22/Hac: 41
[39]- 9/Tevbe: 71
[40]- 31/Lokmân: 17
[41]- 2/Bakara: 177
[42]- 103/Asr: 3
[43]- 2/Bakara: 153
[44]- 39/Zümer: 10
[45]- 31/Lokmân: 18
[46]- 31/Lokmân: 18
[47]- 31/Lokmân: 18-19
[48]- 7/A’râf: 12; 38/Sâd: 76; 17/İsrâ: 61; 2/Bakara: 34
[49]- 4/Nisâ: 36; 16/Nahl: 23; 55/Rahmân: 14; 57/Hadîd: 20, 23
[50]- 17/İsrâ: 37
[51]- 25/Furkân: 63
[52]- 31/Lokmân: 19
[53]- 31/Lokmân: 19