.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Mehdi Pişvai

Cahiliyet Çağı

Bahsimizin buraya kadarki bölümlerinde Arap Yarımadasının İslam öncesi dönemlerini “cahiliyet dönemi” ve bu dönemde yaşayan Arapları da “cahiliyet Arapları” şeklinde tanımladık. “Cahiliyet Dönemi (veya çağı)” deyimi, İslam’dan sonra Kur’an’dan ilham alan Müslüman Arapların bizzat kendilerinin, İslam öncesi hayatları için kullandıkları bir deyim olarak yayılıp özel bir anlam kazandı. Bazı çağdaş tarihçiler bu zaman diliminin Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğinden 150-200 yıl kadar öncesini kapsadığı tahmininde bulunmaktadır.

Arap Toplumunun Vasıf ve Psikolojisi (I)
Arap Toplumunun Vasıf ve Psikolojisi (I)
İçeriği Görüntüle

“Cahiliyet” terimi “cehl” kökünden türese de buradaki cehaletin anlamı, “ilim”in karşıtı değil, “akıl” ve “mantık”ın karşıtıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi o dönemin Arap Yarımadası’nda yaşayan insanlar tahsili bulunmayan, okuma yazması olmayan, ilimden mahrum insanlardı; ancak İslam literatüründe onlara “cahil” ve o döneme “cehalet” dönemi denilmesinin nedeni onların sırf bilgisiz ve tahsilsiz olmaları değil, daha ziyade akla mantığa sığmayan yanlış ve batıl görüşlerle, sağlıksız bir bakış açısıyla olaylara bakmalarıydı; tamamen asılsız ve hurafelerden ibaret törelere inanmalarından ve İslam’ın şiddetle mücadele ettiği kindarlık, kendini beğenmişlik, başkalarına karşı övünme, üstünlük taslama ve kör taassuplar beslemelerinden dolayı İslam dini “cahil” olarak tanımlıyordu onları. Buradaki “cehalet”in, bir anlamda “anlamsızlık” olduğu da söylenebilir, çünkü bir insanın “anlayış sahibi” olması onun tahsiliyle ölçülemez ve “anlamazlık” tahsilsizlik demek değildir; bilakis akılsız, düşüncesiz ve ahmakça fikirlere sahip beyinsiz insanlar için “anlamaz” terimi kullanılmaktadır.[1]

Kur’an-ı Kerim’de “cahiliyet” terimi birçok yerde bu anlamda kullanılmıştır, birkaç örnek aktaralım:

1- İslam peygamberinin (s.a.a) onların istediği yönde karar verip fikir belirtmesini bekleyen bazı Kitap Ehli’nin bu yersiz beklentileri “cahiliyet hükmü” şeklinde adlandırılmaktadır.

2- Allah Tealâ, putperest Arapların kör kabile taassubuna “cahiliyet taassubu” der.

3- Peygamberin (s.a.a) eşlerine, daha önceki cahiliyet döneminde olduğu gibi süslenerek dışarı çıkmamaları emredilmektedir.

4- İslam ordusunun Uhud Savaşı’nda yenilmesi üzerine moralleri bozulup imanları gevşeyerek kötümserliğe kapılan münafıklarla zayıf imanlı kimseleri kınayan Allah Teâla; onların Allah hakkında “cahiliyet dönemindeki” zanlar gibi bir zan beslediklerini belirtmektedir.

5- Allah Teâla, Hz. Musa’nın (a.s) kavminin, bir inek öldürmeleri istendiğinde ona “sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye sorduğunu, Hz. Musa’nın (a.s) ise “cahillerden olmaktan Rabbime sığınırım!” dediğini buyurur.

6- Emirü’l Mü’minin İmam Ali (a.s) putperest Arapların zavallılık ve perişanlık içinde yaşadığı dönemi tarif ederken onların cahiliyetleri nedeniyle akılsız olduklarını hatırlatır.[2]

* * *

Arap Toplumunda Kadın

Cahiliyet dönemi Araplarının cehalet ve hurafelerinin en belirgin yanlarından biri kadına bakış açılarıydı. O günün Arap dünyasında kadın insanlık değerinden, sosyal haklardan ve bağımsız bir yaşamdan tamamen mahrumdu; topluma hâkim olan inançsızlık ve vahşilik yüzünden kadın ve kız çocuğu erkeğin yüzkarası ve utancı olarak değerlendirilirdi.[3]

Kadınlar miras almaya layık görülmezdi, ancak kılıç kullanabilen ve kabilesini müdafaa için savaşabilen (erkek)ler miras alabilirlerdi.[4] Bir rivayete göre cahiliyet dönemi Arapları kadını tıpkı bir eşya gibi görüyordu; bu nedenle de erkek çocuk doğurmayan bir kadın, kocası öldüğünde onun eşyaları ve servetiyle birlikte, eşinin diğer hanımlarından doğan erkek çocuğa miras kalırdı![5]

Belgelerin de ortaya koyduğu üzere ölen şahsın büyük oğlu, babasının eşi olan üvey annesini beğenirse başına bir kumaş parçası atmak suretiyle onu miras olarak kabul etmiş olurdu! Böylece dilerse, hiçbir mehriye ödemeden, babasından kendisine miras kalmış bir kadın olarak onunla evlenebilirdi. Onu beğenmez ve evlenmek istemezse bir başka erkeğe nikâhlar, mehriyesini de kendi alırdı! Ya da onu başka erkeklerle evlenmekten hepten mahrum bırakır, öldükten sonra malına ve eşyalarına el koyabilmek için ömür boyu dul kalmasına karar verirdi![6]

Cahiliyet döneminde bir erkeğin, üvey annesiyle evlenmesi meşru sayılıyordu; Kur’an bu çirkin geleneği yasaklamıştır.[7] Müfessirler, İslam döneminde “Ebu Kays b. Eslet” adlı bir şahıs öldüğünde, büyük oğlunun, dul kalan üvey annesiyle evlenmek istemesi üzerine şu ayetin indiğini yazarlar:

“…Kadınları miras almak size helal değildir…”[8]

Cahiliyet döneminde birden fazla kadınla evlilik de çok yaygındı ve bu konuda hiçbir sayı veya sınırlama da yoktu.[9]

* * *

Kadının Trajedisi

Herkesçe bilindiği üzere cahiliyet Araplarının en kötü töresi, kız çocuğunun diri diri mezara gömülmesiydi. Sadece kuvvet ve zorbalığın egemen olduğu medeniyet ve kültürden uzak bir toplumda kızlar, erkek çocukları gibi savaşarak kabilelerini savunamayacaklarından ve daha da kötüsü, kabile savaşları sırasında düşmana esir düşüp onların çocuklarını dünyaya getirerek kabilenin yüz karası olmaları ihtimali bulunduğundan bu yola başvuruluyordu.[10] Kimi de yoksulluk derdi ve geçim korkusuyla böyle bir cehalete başvurup kız çocuklarını diri diri gömüyordu.[11] Kısacası onların nazarında kız çocuğu uğursuz bir yaratıktı. Kur’an-ı Kerim bu batıl düşünceyi şöyle anlatır:

“Onlardan birine, dünyaya gelen çocuğunun kız olduğu müjdelendiğinde sinirinden suratı morarır ve öfkesini gizlemeye çalışır. Aldığı bu kötü haber yüzünden evinden barkından kaçar; zillet ve alçalmayı kabullenerek bu bebeği büyüteceğine mi, yoksa onu toprağa mı gizleyeceğine karar veremez… Bilin ki pek kötü bir yargıda bulunuyorlar…”[12]

Kadının bu mahrumiyet ve mahkûmiyetini o günün Arap dünyasının edebiyat ve benzeri eserlerinde sıkça görmek mümkündür. Nitekim Araplar arasındaki geleneklere göre, kız çocuğunun babasına şöyle derlerdi:

“Tanrı onun yüzkarasından sizi korusun! Onun masrafını temin etsin! Mezar, zifaf odası olur inşallah!”[13]

Bir Arap şair bu konuda şöyle der: Kız çocuğu olan ve onu büyütüp yetiştirmeye niyetlenen bir baba için üç türlü damat olabilir: “Gölgesinde duracağı bir ev, onu koruyabilecek bir koca, ya da onu bağrına alacak bir mezar! Bunların en iyisi mezardır!”[14]

Ebu Hamza adlı birinin eşi kız çocuğu doğurunca adamcağız eşine küsmüş, komşuya gitmişti ve evine dönmüyordu. Kadıncağız henüz dünyaya gelen kız bebeğine şöyle ninni söylüyordu:

“Neler oluyor şu Ebu Hamza’ya? Neden bize geleceğine komşunun evine gidiyor? Oğlan doğurmadım diye kızıyor bana… Evet, ama vallahi bizim elimizde değil ki bu! Biz -kadınlar-bize verileni teslim alıyoruz sadece!”[15]

Bu dertli ananın yukarıdaki sözleri aslında o topluma hâkim olan bozuk düzene karşı hukuki bir iddianame ve itiraz ve o cahil halkın nazarında kadının nasıl bir trajedi yaşadığının bâriz bir göstergesidir!

Bu batıl törenin temelini atıp onu ilk uygulayan, “Temimoğulları” kabilesidir. Bu kabile, Numan bin Münzir’e vergi ödemeyi reddedince aralarında savaş oldu ve bu savaşta Temimoğullarının kızlarıyla kadınları esir düştü. Temimoğullarının temsilcileri kadın esirleri geri istemek için Numan’ın sarayına gittiklerinde Numan, Hıyre’de kalmaları veya kendi kabilelerine dönmeleri konusunda karar hakkını bu kadınlara bıraktı. Temimoğulları kabilesinin reisi “Kays bin Âsım”ın kızı da esir düşen kadınlar arasındaydı ve o sırada saray erkânından biriyle evlenmişti, bu nedenle sarayda kalmayı tercih ve kabilesine dönmeyi reddetti. Buna çok içerleyen Kays, o günden sonra doğacak bütün kız çocuklarını öldüreceğine ahdetti ve bu ahdini de gerçekleştirdi[99]. Bu korkunç töre giderek diğer kabileler arasında da yayılmaya başladı. Bu cinayeti işleyen kabilelerin Kays, Esed, Hezil ve Bekir bin Vail’in kabileleri olduğu söylenir.[16]

Bu töreyi reddeden ve uygulamayan akıllı insanlar ve kabileler de vardı, bu büyük insanlardan biri de Hz. Resulullah’ın (s.a.a)dedesi Abdulmuttalib’di; o, sözkonusu töreyi daima eleştirir ve bu çirkin uygulamaya hep karşı çıkardı.[17]

Ayrıca Zeyd b. Amru b. Nufeyl ve Sasaa b. Naciye gibi adamlar, fakirlik korkusuyla diri diri toprağa verilmekte olan kız çocuklarını babalarından alarak bakımını bizzat üstleniyordu, kimi zaman da bu çocukları kurtarmak için karşılığında babalarına deve veriyorlardı. Ne var ki bu kötü törenin çok yaygın olduğuna şehadet eden belgeler vardır:

1- Asr-ı Saadette Sasaa b. Naciye, Hz. Resulullah’a (s.a.a) kendisinin cahiliyet döneminde tam 280 kız çocuğunu canlı canlı toprağa gömülmekten kurtardığını anlatmıştır.[18]

2- Daha önce; doğacak kız çocuklarını öldürmeyi ahdettiğini söylediğimiz Kays bin Âsım bu ahdinden sonra 12 veya 13 kızını diri diri gömmüştür.[19]

3- Hz. Resulullah (s.a.a) bir grup Medineliyle yaptığı ilk Akabe antlaşmasında (Bi’setin 12. yılı), kız çocuklarının artık diri diri toprağa gömülmemesi şartını bu antlaşmanın maddeleri arasına almıştır.[20]

4- Mekke fethinden sonra Allah’ın emriyle Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) Mekkeli Müslüman kadınlardan biat alırken bu biatin şartlarından biri de kadınların artık bebeklerini öldürmemeleriydi.[21]

5- Kur’an-ı Mecid birçok ayette bu vahşi töreyi sert bir dille kınamaktadır. Bu da söz konusu uygulamanın sosyal bir yaraya dönüştüğünü gösteriyor; Kur’an bu konuda şöyle ihtarda bulunur:

“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, biz onlara da size de rızık vereceğiz. Şüphe yok ki onları öldürmek pek büyük bir günahtır.”[22]

“Ve müşriklerin çoğunun ortakları (putları) çocuklarını öldürmeyi onlara güzel gösterdi, böylece onları mahvetmek ve dinlerini şaşırmalarını sağlamak için…”[23]

“Şüphesiz; cehalet ve akılsızlıkları yüzünden çocuklarını öldürenler zarara uğradılar…”[24]

“Fakirlikten korkarak çocuklarınızı öldürmeyin, biz sizin ve onların rızkını veririz!"[25]

“…Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına, hangi suçu yüzünden öldürüldüğü sorulduğunda…”[26]

* * *

Haram Aylar

Araplar arasında kendiliğinden kutsal bir barışın sağlandığı tek dönem, Hz. İbrahim’le İsmail’den yadigâr kalan[27] ve onların insanlara öğrettiği inançların mirası olan haram aylardı (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb). Bu ateşkes dönemi Arapların huzur yüzü görmek, rahatça ticarette bulunup alış veriş yapabilmek ve Ka’be’yi ziyaret edebilmek için tek fırsatıydı. Araplar haram ayların adını ve bazen de yerini değiştirerek bu sınırlamayı kaldırıyor ve yine savaşıp kan dökebiliyorlardı. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim Tövbe suresinin 37. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Haram ayları ertelemek ancak müşriklerin küfrünü artırır. Bununla kâfirler şaşırtılıp saptırılır. Allah’ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah’ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar…”

Bu aylarda bir savaş baş gösterecek olsa onu “Harbu’l Feccâr” yani “kötü ve günah savaş” olarak adlandırırlardı.[28]

- - - - - - - - - - - - -


[1] Cevad Ali şöyle der: “Bence cahiliyet aptallık, akılsızlık, gurur, zekâ özürlü olma, ahmaklık, öfke ve ilahi emir karşısında teslimiyetsizlikten kaynaklanmaktadır; İslam’ın kınadığı cehalet sıfatları budur. Binaenaleyh bu cehalet tıpkı çirkin sözler söyleyen zekâ özürlü birine edep ve terbiyeye uymadığı için “git oradan aptal insan!” demeye benzer. Bu cümlede maksat o kişinin okuma yazma cahili olduğunu kasdetmek değildir. Bk. Ae. c.1, s.40.

[2] Sübhi Salih, Nehcu’l-Belağa, 95. hutbe.

[3] Seyyid M.H. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, Kum, İsmailiyan mat., 3.bas., hk. 1393, c.2, s.267.

[4] Ebu Abbas el-Mübred, el-Kamil Fi’l-Lügat ve Edeb (haşiyeli: Naim Zerzur ve Tağarit Beyzun, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-İlmiyye, hk. 1407, c.1, s.393 ve Muhammed bin Habib, el-Mahber, Beyrut, Daru’l-Afak-ı Cedide, s.324.

[5] Kuleyni, el-Furu Mine’l-Kâfi, Tah. Daru’l-Kutubu’l-İslamiye, 2. bas., hş.1362, c.6, s.406.

[6] Tabatabai, ae. c.4, s.254-258 ve Siyuti ed-Durru’l-Mensur Fi Tefsir Bi’l-Ma’sur, Kum, Ayetullah Maraşi Necefi bas., hk. 1404, c.2, Nisa Suresi, 22. ayetin tefsirinde, s.131-132 ve Şehristani, el-Milel-u Ve’n-Nihel, Kum, Menşurat-ı Reziyy, 2. bas., c.2, s.254 ve Hasan Hasan, İslam ve Avrupa’da kadın hakları, 7.bak., hş. 1357, s.34, Araplar babası öldükten sonra onun eşi olan üvey annesi ile evlenenlere, “ziyzen” derdi. Bk. Muhammed bin Habib, el-Mahber, s.325, İbn Kutaybe D., eşi öldükten sonra üveyoğullarıyla evlenen bu kadınlardan bir kısmının adını kaydetmiştir, bk. el-Mearif, inceleme:servet Akaşe, Kum, Menşurat-ı Reziyy, s.112.

[7] Nisa, 22

[8] Tabatabai, ae. c.4, s.258 ve Taberi Camiu’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, Daru’l-Marife, 2. bas., hk.1392, c.4, s.207, Nisa, 19’un tefsirinde.

[9] Tabatabai, ae. c.2, s.267.

[10] Şeyh Abbas Kummi, Sefinetu’l-Bihar, Tah., Senai Kütüphanesi, c.1, s.197, Cehl kelimesi ve İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa şerhi, inceleme, Muhammed Ebu-l Fazıl İbrahim, Kahire, Dar-u İhyai’l-Kutubi’l-Arabiyye, 1961, c.13, s.174 ve Kuleyni, Usul-i Kafi, Tahran, D. İslamiyye, c.2, “Birr-i Bi’l-Valideyn” babı hadis 18, s.163 ve Kurtubi Tefsiri, Beyrut, Daru’l-Fikir, c.19, s.232.

[11] Enam, 151; İsra, 31; Kurtubi, ae. s.232.

[12] Nahl, 58-59.

[13] Cümlenin Arapçasında aynı ifade vardır.

[14] Arapçasında aynı ifade vardır, bk. Ayşe Abdurrahman Bintu’ş-Şâti, Mevsuat’u Âl-i’n-Nebi, Beyrut, Daru’l-Kutabi’l-Arabiye hk. 1387, s.435.

[15] Câhiz, el-Beyan Ve’t-Tabyin, Beyrut, Dar-u İhyau’t-Terasi’l-Arabi, 1968, c.1, s.127-128 ve Ayşe Bintu’ş-Şâti, ae. s.433-434 ve Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.3, s.51.

[16] İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.174.

[17] Âlusi, ae. c.1, s.324 ve Yakubi Tarihi, Beyrut, Dar-ı Sadır c.2, s.10.

[18] Ebu’l-Abbas M. ae. c.1, s.394.

[19] İbn Esir, Usdu’l-Gâbe, Tah. Mekteb-i İslamiye, 1336 hş. c.4, s.220’de Kays b. Âsım’ın biyografisinde şöyle geçer: Kays Resulullah (s.a.a) döneminde Müslüman olup hazretin (s.a.a) huzuruna çıktı ve “Cahiliyet döneminde 8 kızımı çocukken diri diri toprağa gömdüm, şimdi bu hatamı telafi için ne yapmalıyım?” diye sordu. Hazret (s.a.a) her biri için bir köle azad etmesini söyledi, Kays “Benim çok sayıda devem var” deyince hazret (s.a.a) “O zaman istersen her biri için birer deve kurban kes!” buyurdu, bk. Kurtubi Tefsiri c.19, s.233.

[20] İbn Hişam, ae. c.2, s.75.

[21] Mümtehine, 12

[22] İsra, 31.

[23] En’am, 137.

[24] En’am, 140.

[25] En’am, 151.

[26] Tekvir, 8-9.

[27] Seyyid M. H. Tabatabai, el-Mizan tefsiri, Beyrut, Müessesetu’l-A’lemil Matbuat, 2. bas., hk. 1391, c.9, s.172.

[28] İbn Vazih, Yakubi tarihi, Necef, Mektebetu’l-Haydariye, hk. 1384, c.2, s.12 ve Şehristani, el-Milel ve’n-Nihel, Kum Menşurat-ı Raziyy, 2. bas., c.2, s.255.