.
.
Bismillahirrahmanirrahim
.
Velayet-i Fakih Nazariyesinin Katmanları
Muvafık ve Muhalifler
.
Velâyet-i fakihin tartışmaya açık olan ve olmayan yönleri vardır. Bunların anlaşılması birçok tartışmanın ne kadar yersiz olduğunu aydınlatacaktır. Mesele kaç katmanlı olarak ele alınıyor. Bu katmanları herkesçe kolayca anlaşılacak bir sadelikte ele alacağız.
* * *
İlk Katman; Aklilik
İlk sorulacak basit soru şudur: Bir topluma herhangi bir siyasetçi, hatta fasık, facir, basit bir kişi yahut bir sultan, bir kral hükmedebiliyorsa neden ömrünü ilme, ahlaka ve dine adamış bir insan hükmedemesin? Vilayet-i fakih meselesinin bu yönü aklîdir ve aklı başında herkesin kabul edeceği bir temeldir. Kimse kalkıp da “Hayır, herkes yönetebilir ama ilim ve adalet sahibi bir âlim yönetemez” diyemez. Bu tartışmaya kapalı olacak kadar açık bir mevzudur. Bu aşama vilayet-i fakih meselesinin ilk aşaması ve ilk katmanıdır. Yani insan aklen çeşitli yöntemlerle (seçim, devrim, güç, miras…) sıradan insanların başa gelip toplumun mukadderatını ele alması makul ve meşru ise aynı durum “fakih” için de hayli hayli makul ve meşru olacaktır.
Bin bir hile, lafazanlık, kayırmalar, aldatıcı vaatler.. ile bir siyasetçi toplumu yönetme hakkı kazanabilir de ömrünü dini ve akli ilimlere vermiş, nefis tezkiyesi yapmış bir büyük alim neden aynı hakkı kazanamasın? Hele hele bu alim (İran İslam Cumhuriyetinde olduğu gibi) halkın seçtiği diğer fakihler tarafından seçilmişse, diğer yöneticilerin sahip olduğu hangi meşruiyetten mahrum sayılabilir?
* * *
İkinci Katman; İslamilik
Meselenin ikinci katmanı ise İslamî olan kısmıdır. Bu aşamada “bizden olan”, takva sahibi, adil ve Allah’ın hükümlerini toplumda tatbik edebilecek bir yöneticinin gerekliliği tartışılır. İslam’a inanmış bir toplum doğal olarak ferdi hayatında olduğu gibi toplumsal hayatında da İslam’ı yaşamak isteyecektir. Burada da şu soru ortaya çıkar: Allah’ın ahkâmını sosyal hayatta bir âlim mi daha iyi uygular, yoksa gözü açık bir siyasetçi mi? Örneğin Kur’an-ı Kerim’in, “adaleti ikame edin” emrini kim daha iyi ikame eder? Herhangi bir siyasetçi mi yoksa aklî ve dinî ilimlere haiz, nefis tezkiyesi yapmış bir alim mi? Cevap açıktır.
Evet, yönetim sadece bilgiyle, nefis tezkiyesi ile olmaz, cesaret, basiret, liderlik vasfı.. da gereklidir. Biz de bütün bunları taşıyan iki kişi arasında bir tercihten söz ediyoruz.
Bu ikinci katmanda mezhebe bakılmaksızın İslam ve mümin vicdan terazisinde mesele ele alınıyor. Kuran’ın ve sünnetin mantığında, hatta örfî ve insanî terazide, İslamî bir camiayı yönetmeye İslam’ı hakkıyla bilen mi daha layıktır yoksa bilmeyen mi?
Biz, velâyet-i fakih meselesine çoğu zaman sadece Şiî literatürün bir kavramı gibi baktık. Oysa mesele, Şiî olmadan önce insani ve İslami bir temele sahiptir. Bir Şii için olduğu gibi bir Sünni için de ülkesini yönetecek kişinin âlim, adil ve dünyaya düşkün olmayan biri olması tercih edilirdir. Bilmeyen meşru da bilen meşru değildir gibi bir mantık olabilir mi?
İşte velâyet-i fakih nazariyesinin temeli tam olarak budur aslında.
Velâyet-i Fakih, İmam Humeynî’nin icat ettiği, yokken var ettiği bir nazariye değil; onun dikkat çektiği, ete kemiğe büründürdüğü, teorize ettiği, ihya ettiği aklî, örfî, İslamî ve en son aşamada Şiî bir temeldir. Şiiliği en sonundadır.
* * *
Üçüncü Katman; Şiilik
Şimdi meselenin en son katmanı olan Şiî yönüne de kısaca bakalım. Bu katmanda da iki alan vardır; tartışmaya açık olan ve olmayan alan.
Tartışmaya kapalı olan alan Kuran’da ya da Peygamber ve Ehlibeytinin sünnetinde emredilmiş toplumsal vecibelerin (umur-u hisbiyye) icrasına yöneliktir. Yani bu tür vazifelerin uygulanmasının fakihin görevi olduğu konusunda, bu alanlarda vilayet-i fakihin geçerli olduğu tartışılmazdır.
Daha anlaşılır bir dille, fakihin (müçtehidin) hangi konularda vilayet (yetki hakkı) var hangilerinde yok tartışmasında, her Şii alimin tartışmasız kabul etmek zorunda olduğu alanlar vardır. Bunlar dini vecibeler olup ama herhangi bir Müslümanın kişisel hayatıyla ilgili olmayan ve toplumsal meşru bir otoritenin müdahalesini gerektirir.
Öne çıkan örnekleri:
>> Yetimlerin, akıl hastalarının, aklı çok hafif (sefih) kişilerin ve kayıp kimselerin mallarının yönetimi: Bu kişiler için özel bir veli (baba, dede veya vasî) bulunmadığı takdirde bu görevi kim üstlenecek? Birileri gönüllü olup bunu üstelenmek isteyebilir ama bu hakkı ona kim tevdi edecektir? Önemli olan bu üstlenmenin meşruiyete haiz olmasıdır. Örneğin gerektiği durumda yetim çocuğa ait bir ev satılırsa bu satış gerçekten helal ve geçerli bir alışveriş olarak tahakkuk eder mi? Bunun tahakkuk etmesi için yetimin malında tasarrufta bulunan kişinin vilayetinin meşru olması lazım.
>> Vasiyetlerin yerine getirilmesi: Ölen kimse vasiyet etmiş fakat vasî tayin etmemişse yahut tayin edilen vasî vefat etmiş veya şartları kaybetmişse, bu durumda görev kimin yetkilendirmesiyle ve kime verilecektir?
>> Bazı özel durumlarda kadının boşanması: Evliliğin devamı mümkün olmadığı hâllerde koca boşanmaya yanaşmıyorsa, hâkim tarafından boşama işlemi yapılabilir. Bu meşru hâkim kim olacak? İki insan arasındaki meşru evliliği kim meşru olarak sonuçlandıracaktır?
>> Genel vakıfların idaresi: Özel mütevellisi (yöneticisi) bulunmayan veya mütevellisi görevini yerine getirmeyen vakıfların idaresi kime ait olacak?
>> Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği emretme ve kötülükten men etme): Bu iş büyük ve karmaşık toplumsal yapıda büyük yatırımlar, planlı çalışmalar gerektirebilir. Bunu kim ve hangi meşruiyetle yapacaktır?
>> Yargılama ve haddlerin (özel cezalar) uygulanması: Kadılık görevinin yürütülmesi ve İslam’da belirlenmiş cezaların icrası.
>> Vücuhat-ı Şer’înin toplanması ve dağıtımı: Zekât, humus gibi şer’î malların toplanması ve uygun yerlere dağıtılması.
Bunlar ve nice bunlar gibi geniş anlamıyla “umur-u hisbe” diye Şii ve Sünni fıkıhta geçen bu meseleler, dini yönü olan meselelerdir. Yani din bunlar hakkında hüküm vermiş uygulayın, hatta şu şekilde uygulayın demiştir. Şimdi bunları kim meşru olarak uygulayacak? Kimin buna meşru hakkı bulunuyor? İşte bu hak Şii itikadında fakihe yani belli şartları haiz bulunan Ehlibeyt müçtehidine verilmiştir. Bu tartışmaya kapalıdır, bütün Şii alimler bu yetkilerin fakihe ait olduğunu kabul ederler. Fakih bu alanlarda kendisi tasarrufta bulunabilir veya birilerini yetkilendirebilir. Bunu yapmak onun vazifesidir.
Şimdi gelelim Şii fıkıhta vilayet-i fakihin tartışmalı olduğu alana. Bu en üst katmandır. Buranın tartışmalı olması vilayeti fakih sistemini sorgulanır hale getirmez. Çünkü meşru olduğunu kabul edip etmemekle alakalı değildir. Meşruiyeti ne Şiilikle ne Müslümanlıkla alakalı değil tamamen aklidir. Bir şeyi bir kez yıkayınca temiz oluyorsa, üç kez yıkayınca temiz olmaması düşünülebilir mi?
* * *
Peki, İhtilaf Nerede?
İhtilaf fakihin yetkisinin sınırlarıyla ve önceden tanımlanmış olmasıyla ilgilidir. Bazı Şii alimler, Peygamber ve masum İmam’ın halkın arasında olmadığı dönemde fakihin masum İmamın toplum üzerindeki tam yönetim ve vilayet yetkisine sahip olduğunu savunurken diğer bazıları bu yetkinin daha sınırlı olduğunu savunurlar.
Molla Ahmed Neragî, Şeyh Muhammed Hasan Necefî (Sahib-i Cevahir), Mirza-yı Nainî, İmam Humeynî, Ayetullah Cevadî Amulî, Ayetullah Misbah Yezdî, Ayetullah Hamaneî… gibi alimler (farklı yaklaşımlarla birlikte) fakihin masum İmam’ı temsilen hükumet kurma, halkı yönetme gibi yetkilere sahip olduklarını ve imkanı varsa bunu gerçekleştirmek zorunda olduklarını savunurlar.
Şeyh Ensarî, Ayetullah Hoî, Ayetullah Sistanî… gibi alimler ise bu yetki ve yükümlülüğün sadece dini emirlerin yerde kalmamasını sağlayacak kadar olduğunu savunurlar. Bununla birlikte bu düşüncede olan alimler de genellikle fakihin toplumda İslam hükümlerinin uygulanmasını denetleme yetki ve görevinin (nezaret) fakihe ait olduğunu belirtirler.
Yani ikinci görüştekiler de fakih köşesine çekilsin, dini hükümlerin uygulanıp uygulanmadığına karışmasın, suya sabuna dokunmasın gibi bir düşünceye sahip değiller. Onlar da saydığımız “umur-u hisbiyye” konusunda fakihi yetkili ve görevli sayarlar.
Kısacası kimse İslam toplumunda fakihin hiçbir vilayet yetkisi olmadığını savunmuyor, hepsi yetki ve sorumluluğun varlığını kabul ediyor ancak sınırlarını tartışıyorlar.
* * *
Can Alıcı Soru
İkinci görüşte yer alan Şiî âlimlerin de fakih için kabul ettiği iki şey var:
Birincisi örneklerini saydığımız toplumsal dini yükümlülükler yani “umur-u hisbiyye”.
İkincisi de toplumun İslam’a uygun ve adilce yönetildiğine dair denetim.
Şimdi burada sorulacak can alıcı soru şudur:
“Eğer fakih hükümet kurmaz, gücü eline almazsa, bu iki görevin fakih tarafından uygulanması mümkün olacak mıdır?”
Tarih boyunca yaşanan deneyimlerden de görüldüğü üzere, halkın canına, malına, mukadderatına musallat olan zalimlerin olduğu yerde âlimler genellikle köşelerine çekilmek zorunda kalmışlardır. Bırakın toplumu denetlemeyi, en basit sosyal vecibeleri ikame etmeyi kendi can güvenliklerini bile sağlayamamış ve çok sayıda değerli alim şehit edilmişlerdir.
Tekrar vurgulayalım; vilayet-i fakih hakkındaki tartışma onun meşru olması üzerine değil onun yetki ve görevinin önceden belirlenmiş ve tanımlanmış olup olmaması ve sınırlarıyla ilgilidir. Velayet-i fakihe muhalif olan bir alim yoktur; velayet-i fakihin görev ve yetkisinin sınırlarını ve önceden Şia fıkhında tanımlanıp tanımlanmadığını tartışan alimler vardır.