.
.
Bazı insanlar iyidirler; iyi olmak onlar için bir hedeftir. Hem iyidirler hem de iyi görünmek için çok dikkatlidirler. Onlar, herkesin iyi olduğunda birleştiği iyilikler yaparlar. Şüpheli iyiliklerden, kiminin iyi kiminin kötü gördüğü, şöyle sınırda, iki taraflı görülebilen iyiliklerden kaçınırlar. Çünkü bunu anlatamazlar. Yaptıkları iyidir ama anlatamayacaklardır ve adları kötüye çıkacaktır.
Kimileri ise iyidirler ama iyi olmak gibi bir hedefleri yoktur; iyi görünmeyen iyilikleri de yapacak kadar cesurdurlar.
Onlar, iyiliği iyi görünmek için değil, bütün iyilik ve güzellikleri yaratan Allah için yaparlar. İyi olmak, kötü olmak ne ki, kul olmak varken!
Nice doğrular vardır ki sadece o yukarıdan bakınca doğru görünür ve aşağıdakilerin hepsi onu yanlış görürler.
İmam Ali (as), Haricîlere kılıç çektiğinde en zor savaşını yapacaktı. Ordu olarak ne Cemel’dekilerden ne de Sıffîn’dekilerden daha güçlü değillerdi aslında ama onların hepsinden daha dindar, ibadet ehli, alınları secdeden nasır tutmuş insanlardı. Cemel’de Peygamberimizin eşine, Talha’ya, Zübeyr’e… karşı savaşmıştı. Sıffîn’de ise güçlü bir orduya ve Amr b. Âs–Muaviye ikilisinin hilelerine karşı savaşacaktı. Buna rağmen o iki savaş, şu kaç binlik Haricîlerle savaşmaktan kolaydı.
Bu yüzden olmalı ki İmam Ali (as), Nehrevan sonrasında “Fitnenin gözünü oydum… Benden başkası buna cesaret edemezdi.” buyurmuştur.
Dedim ya, büyük bir orduları yoktu Haricîlerin ama insanların gözünü boyayan dindarlıkları, geceleri ibadet, gündüzleri oruçla geçirmeleri, secdeden nasır tutmuş alınları vardı. Din iman adına onlarla savaşmak, büyük bir ordu değil ama emsalsiz bir basiret gerektiriyordu.
Seyyid, İşğail’le bütün ümmetin takdir ettiği savaşları başarıyla atlattıktan sonra işte böylesi bir fitneyle karşılaştı. Sakalı uzun, şalvarı geniş, alnı parlak, ayetle hadisle konuşan insanlar dünyanın seksene yakın ülkesinden cihad aşkıyla Suriye’ye toplanmışlardı. “Seküler Baas diktatörlüğünü devirip yerine İslam devleti kuracağız.” diyorlardı. “İran’da şah yerine İslam Cumhuriyeti kurulunca iyi de Suriye’de kurulunca kötü mü?” diyorlardı…
Fakat yanlış olan bir şeyler vardı. Bunca Arap diktatörlüğü varken, içlerinde (en azından savaş çıkana kadar) en yumuşaklarından biri olan Suriye’de İslami bir devrim için ABD’nin, Avrupa’nın bu kadar istekli olması nedendi? Sıfır kilometre binlerce lüks Toyota, anında kurulan düzenli silahlı yapılar, üst üste toplantılar yapan büyük ülkelerden müteşekkil “Suriye’nin Dostları” grubu, anında bütün dünyayı ayağa kaldıran medya desteği… Hayırdır? Eniştedeki bu heyecan niye?
Muhalefet daha şimdiden “Bizim İsrail ile bir sorunumuz yok.” demekten çekinmiyordu. ABD, uluslararası arenada bu devrim için koşturup duruyordu…
Bilindik İslamcı gelenekteki insancıllıktan, savaş adabından da eser yoktu. Mezhebini sorup anında infaz etmeler, türbe havaya uçurmalar, çarşı pazar patlatmalar, kafa kesmeler, asker yakmalar…
Bu tartışma büyük tartışma, karmaşık tartışma… Şimdi “olan oldu, geçen geçti” diye anlamak kolay olabilir tabi. Suriye’nin İşğail’in çiftliği olduğunu gördükten sonra “Heee, demek mevzu buymuş.” demek kolay ama o zaman zordu, Erbakan basireti gerektirirdi.
Seyyid için en zor savaş, bu sakalı uzun aklı kısa cemaatle yaptığı savaştı. Zorluğun bir tarafı da Esad rejimiyle ilgiliydi. Seyyid’in düşmanı Siyonizmin değirmenine su taşıyan, tepesi hain, gövdesi cahil bir yapı iken; müttefiki ise İslam’ın savaş kurallarını önemsemeyen Esad rejimiydi. Dolayısıyla onların her yaptığı, Seyyid’in de hanesine yazılıyordu. Seyyid’in savaşı Suriye’yi küresel Siyonizme teslim etmemek içinken; Esad’ın savaşı babasından devraldığı diktatörlüğü sürdürmekti…
Zordu, çok zordu. İki kötüden daha az kötü olan seçilmişti. Suriye’nin Siyonizme teslim edilmesi de kötüydü; adı mezhep savaşına çıkacak olan böylesi bir savaş da kötüydü. Ne var ki daha az kötüyü seçmek de bir görevdi ve mecburen bir tercih yapılmıştı.
Dedim ya; iyi olmak bazen adı kötüye çıkmakla kemale erer. Seyyid’in kalbini kan deryasına çeviren savaş, bu savaştı. Ben bunu yüzünde, sözünde çok iyi müşahede ediyordum o dönem. Onun için İşğail’le savaşmak çok daha kolaydı ama işte büyük kahramanlar böyle zor savaşlarla sınanırlar.
Seyyid çok iyi görüyordu: Suriye direniş ekseninden çıkarsa, İşğail’in Dicle–Fırat arası rüyasının kapısı açılmış olacaktı.
Bu kapıyı açmak için nice alnı secdeliler kendilerini paralıyorlardı. Seyyid’i de kendileri gibi basit mezhep takıntılarıyla hareket ediyor sandıkları için her türlü iftira ve hakaretten çekinmediler.
Sonunda Seyyid, mezhebi katı Sünnilik olan Gazz’li kardeşleri için can verdi. Kendisine dokunmayan bir savaşı iki milyar Sünni seyrederken o seyretmediği için can verdi.
Düşmanlarının hastalığı o kadar ileri düzeydeydi ki hâlâ onun mezhep savaşçısı olduğuna inanmaktan vazgeçmediler. (Bu kısmı, “Ebu Cehil onca mucizeyi görüp de nasıl inanmadı?” diye soranlara gelsin…)
Seyyid, Seyyid, Seyyid…
Şehit olduktan sonra ceddin Emirü’l-Müminin Ali’ye (as) yüz yıl camilerde lanet okundu! Sana atılan iftiralar, okunan lanetler bizim kulağımızda rahmet olarak yankılanıyor. Ceddin Emirü’l-Müminin demişti zaten: Haricîler her dönemde bir yerlerden tekrar hortlayacaklardı.
Ben anlatamadım kardeşlerim de umarım siz anlatamadıklarıma da agâhsınızdır. Zaten bu yüzden Seyyid hakkında yazmaya pek elim varmıyordu, haklıymışım.
Ruhun şad olsun şehitlerimizin Seyyid'i, yiğitlerimizin kahramanı, şuurlu ümmetin ortak gözyaşı, ortak yarası!
Direnişin yoluna döşenen taşlar bile seni unutmayacak!
Çok yaralar aldık, en çok sızlayan yaramızsın Seyyid!
Ruhun şad olsun!