“İşte böyle! Biz sizi, insanlar üstüne tanık olasınız,

Resul de sizin üstünüze tanık olsun diye,

orta yolu izleyen bir ümmet yaptık.”

                 Bakara/143

Arka bahçeden içli bir ses duyulur ve hemen ardından da bağırtılar, çığlıklar. Yerde boylu boyuna uzanmış bir çocuk, acılar içerisinde kıvranmaktadır. Kolunu tutmuş ağlamaklı bir halde insanın gözleri içine bakmakta.

Evet, bu birçoklarının bildiği bir olayın nihai bölümüdür;

Evin damına çıkan çocuk, üstten ön bahçede toprakla uğraşan babasını daha iyi seyretmek için damın en ucuna kadar gelmiş, bunu gören baba da;  "Ey Oğul! Geri git, düşersin!" demiş ve çocuk da babasının sözü uyarınca o denli geri gitmiş ki damın öbür ucundan yere düşüvermiş. Meğerse arka bahçede duyulan ses buymuş. Konu ise çocukça hareket etmekmiş.

Aslında damın ortası en ideal, en itidal olan yermiş. Orada durup, etrafın ve manzaranın keyfine varan, mutedil insanın ta kendisiymiş. Uçlarda dolaşmanın tehlike yaratacağını da kimileri bilirmiş amma var olan dengeleri bozmak ve nicelerini bu yöne çekmek için sinsice susuvermiş. Kimileri de çocukça hareket edip, tepe taklak düşüvermiş.

Her şey zıttı ile biline gelmiş, itidalin zıttı ise bir değil iki imiş; “İfrat” ve “Tefrit”. Ve sonra öyle bir zaman gelmiş ki itidal unutuluvermiş. İfrat ve Tefrit birbirinin zıttı olarak günümüze değin gelmiş. Aslında bir noktadan doğan, iki tasvip edilmeyendir onlar. Birbirlerine zıttır denilir ama ortak bir kavramda birleşirler. O da; her ikisinin de Batıl olduğu gerçeğidir.

Suriye-Lübnan-Filistin sahil boyunda, aynı coğrafya üzerinde yaşayan ve ortak paydaları Ali (as) olan iki köhne şehir vardır. İkisi de liman şehridir bunların. Biri Aliyullahî olarak bilinen, bilinenden öte bununla övünen Lazkiya şehri içerisinde yaşayan bir kitle ve diğeri de aynı sahil şeridinin daha güneyinde yer alan Nasibilerle dolu bir diğer şehir. İlahlaştırmakla sövmek arasında gidip gelirler. Bunlar, İfrat ve Tefritin yeryüzünde birbirine oldukça yakın yaşanılan iki şehridir.

İfrat ve Tefrit tabiatta da söz konusudur. İnsanoğlu ki kâh Halifet-ul fi'l arz olarak namlanır, kâh Muzirru fi'l arz olarak ağlatır. İnsan bilinçsizce hareket ettiğinde, tabiatın kimyasını bozup, onu itidal derecesinden çıkardığında İfrat ve Tefritle yüz yüze kalırız. Sular çekilir, toprak çatlar ve kuraklık baş gösterir. Sonuç ise; açlık, susuzluk ve ölüm. Öte yandan baktığımızda dere yatakları izinli-izinsiz imarlar yüzünden ya da diğer kollarının yönü değiştirildiğinden ötürü taşar ve sel taş taş üstünde bırakmaz. Sonuç yine aynıdır; Ölüm.

Bilinçsizce hareket etmek, yani; birilerinin bir konuya vakıf olmaması, o konu hakkında yeterince bilgiye sahip olmaması yüzünden ortaya çıkmaktadır ve mademki İnsan, bilmediğinin düşmanıdır;[1] öyleyse bunun en doğal getirisi olarak İfrat ve Tefrit vukuu bulacaktır.

1990 yılının Ocak ayında CIA tarafından zehirlenerek dünyadan göçen bir düşünce ve gönül adamı Hindistanlı, asıl adı Bhagwan Shree Rajneesh olan Osho,[2] İmam Ali’nin (as) yukarıdaki sözünü aslında ne de güzel şerh etmektedir;

“İnsan, bilmediğinin düşmanıdır”

“Zihin bilinenle kalmak ister, çünkü bilinen tanıdıktır, adımlanmıştır. Zihin bilinmeye atılmaktan daima korkar. Bilinmeyen bir yandan meydan okur, etkiler; diğer yandan ise korku yaratır. Önceden kestirilemez, insan sonucunu önceden bilemez. Zihin daima akılcıdır, uzlaşımsaldır. Zihin bir uzlaşmadır, zihin gelenekseldir, zihin gelenektir. Bu nedenle sorun daima aynı yerdedir; zihin geçmişe tutunur ama yaşam geleceğe gitmek ister ve zihinle yaşam arasında bitmeyen bir çekişme vardır. Zihni seçenler ölü kalır. Zihne karşı yaşamı seçenler yüksek değerlere sahip insanlardır.”[3]

Neydi İfrat ve Tefrit? Bilinçsizliğin verdiği bir cevaz mı, yoksa kurnaz işgüzarların kullandığı bir kavram mı? Neydi acep?

Mademki bir şeylere, bunlar İfrat ve Tefrittir denilecek ve bu sıfatlar onlara yakıştırılacak; peki, İtidal ve ideal olan tam manasıyla biliniyor muydu? Bir şeylerin batıl olduğunu ispat etmek için elimizde Hakkın olması gerekmez mi? Peki, onun Hak ya da Mutedil olduğunu neye göre değerlendirmeliyiz? Bu kavramlar nispi ve göreceli olsa gerek. Ağaçtaki elma kütür kütür, yemyeşil ve bol sulu ama bu sana-bana hoş. Bir kuş için, bir elma kurdu için, hele de toprak için yumuşamış ve çürümüş olması en güzelidir. Bir konu sana İfrat olarak görünürken, belki de bu benim kanımca mutedildir.

Tarih boyunca İtidalden ayrılan kitlelerin İfrat ve Tefrit ağına düşmeleri ve böyle olmasına rağmen kendilerini Hak olarak görmeleri hep acılara ve telafisi oldukça zor yıkımlara neden olmuştur. Çünkü bunlar hep nispi kavramlar olageldiğinden açıklaması ya da kabullenmesi oldukça zordur. İnsan, bilmediğinin düşmanıdır boşuna denmemiştir.

Hadden tecavüz denilen şey; şehvet veya gazap, haddini aşarsa, ırz ve namuslar payimâl olur, masumlar mahvolur.[4]

Ayrıca kimileri de İfrat ve Tefrit kartına sarılmış, bu ikisini oldukça güzel kullanmışlardır. Onlar kurnazca, bir nevi Amr ibn-i As güdüleriyle hareket etmiş ve yok etmek ya da en azından bozmak istedikleri İtidalde olanları bu taktikle vurmuşlardır.

Eğer Mutedil olmaz ve onun yerine İfrat ve Tefrit hâkim olursa; Allah evi sayılan camiler basılır, namaz kılan cemaatlerin üzerlerine yaylım ateşi açılır ve bu yapılan hesaplara göre namaz kılan cehennemle, eli silahlı katil de cennetle müjdelenir. Elbette buraya çok farklı ve derin formüller hâkimdir; burada İfrat ve Tefrit ayrı açılardan değerlendirilir. Hani, bilinçsizliğin verdiği bir cevaz mı, yoksa kurnaz işgüzarların kullandığı bir kavram mı? Demiştik ya; çocuksu bir şey bu. İfrat ve Tefritin birçok hali, bilinçsiz insanların sinsiler tarafından oyuna gelme serüveninden ibarettir. Planlı ve önceden, uzadı uzadıya hazırlanmış formüllerin eyleme dökülmesidir. Kâh Sıffin’deki gibi önceden, kurnazca hazırlanmış planların icraatı ve akabinde Hariciler gibi çocuk ruhlu, taş kafalı insanların tongaya gelip, diğer Müslümanlara saldırmaları. Kâh kurnaz İngilizlerin “Sir” unvanı verip, koltukları kabartılan cahil cühelanın din içinde din kurması ve mutedil olan asıl dine saldırmaları. İtidalin zıttı olan İfrat ve Tefrit böyle ortaya çıkıyor bir yerde. Öyleyse İfrat ve Tefrit; damın sınırlarını ihlal etmek demektir.

İmam Ali’nin (as) Nehcû'l Belâğa’ya giren hutbelerinden biri olan, İfrat ve Tefrit meselesine kısa ama öz olarak değinilen bölümünü değerli Üstad Âllame Muhammed Taki Caferî çok güzel açmıştır. Artık söz büyüklerin;

“Sizler en kötü toplumsunuz. Şeytan, sizin sayenizde hedeflerine ulaşıyor ve aldatılmışları bu şekilde kendi saflarına katıyor.

Benim hakkımda iki grup helakete uğrayacaktır; (birincisi, beni) haddinden fazla sevenlerdir ki; o mahabbet, onu batıla sürükleyecek ve (diğerleri de, bana) haddinden ziyade düşman olanlardır ki; onu da hak dışına itecek.

Hakkın teşhisi ve bana dair en güzel ruh hali, İfrat ve Tefritten uzak durup, orta yolda ilerleyip, mutedil olanlarınkidir.

Sizler bu topluluğun yolunu tutun ve halkın çoğunluğuyla beraber olun. Çünkü Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.

Ayrılık ve dağılmaktan sakının. Zira halktan kendini soyutlayıp, tek kalan, Şeytan’ın kulvarındadır.

(Unutulmamalıdır ki;) sürüden ayrılıp, bir başına kalan koyun, kurdun nasibi olur.”[5]

Bu oldukça tabii ve doğal bir olaydır; normalin üzerinde olan şahsiyetler için antropolojik bilgisi olmayan, insanı derinlemesine tanımayan kitlelerin bu durumlarda, birbirinden farklı değişik yorumlar yapmaları oldukça doğaldır.

Emirû’l Mü’minin Ali’nin (as) normal insanlardan her yönüyle oldukça üstün olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. İşte bu yüzden bazı bilgeler ve otoriteler;

“Emirû’l Mü’minin’nin o üstün kişiliği, sonsuza değin aynı güçlü bir şiir gibi payidar kalacaktır.” demişlerdir. 

Zaten Nizam Seyyar’ın şu sözleri hiç de öyle kolay kolay unutulacak cinsten değildir. Bakın ne diyor;

“Ali bin Ebu Talib (as) hakkında konuşmak, gerçekten bir hayli çetindir. Zira biri kalkıp onu normal ve sıradan insanlar gibi anlatacak olursa; şüphesiz ona zulmetmiş olur ve eğer bir başkası da gerçekleri tüm çıplaklığıyla izaha kalkarsa, derler ki; guluv ve İfrata kaçmıştır.”

Peygamber Efendimizden (saa) sonra böylesine yüce ve eşine rastlanmaz bir şahsiyeti Şia ve Sünni birçok otorite de bu şekilde yorumlamıştır.[6]

Fuad-i Kermanî şöyle der;

چو عقول و افئده را نشد ملکوت سر تو منکشف
زبیان فضل تو هرکسی رقم گمان زده مختلف
همه گفته اند و نگفته شد زکتاب فضل تو یک الف
فصحای عصر به وصف خود ز ادای تو معترف
بلغای دهر ز عجز خود شده اند لال تو یا علی

Çünkü akıl ve gönül senin melekutî sırrını ortaya çıkaramadılar,

Senin fazlının izahı için kendi zanlarınca muhtelif tahminlerde bulundular.

Herkes bir şeyler dedi ve aslında senin fazilet kitabından henüz bir elif dahi söylenmedi,

Var ola gelmiş tüm fasihler dahi seni vasfetmekten aciz kaldıklarını itiraf ettiler.

Zamanın söz ustaları, seni övmeye güç yetiremeyince acizliklerinden lal olmuşlardır ey Ali![7]

Evet, mutlak adalet ve doğaüstü yetilerin bir arada olması, gerçekten çok enteresan değil mi?

İnsani duyguların en yüksek noktada olup, tefekkür ve düşüncenin en üst seviyede bulunma hali!

Duygu ve hislerin varabileceği en üst derece ve eşi görülmemiş cesaret ve kahramanlık!

Canın ve yaşamın değerini bilen birisi; zamanı gelince insan hayatını hiçe sayanları yok etmek adına, karşısındaki milyonlarca insan olsa dahi onların önünde metanetle dikilmesi.

Âleme dair var olan ne varsa hepsi hakkında bilgisi ve ilmi olan, adı duyulmamış meçhul kişilerle diyalogu bulunan, dul, yetim ve yardıma muhtaçların evleri etrafında pervane olandır o.

Sabırlı, sonuna değin tahammüllü ama Hakk yolunda fırtınalar koparan, kasıp kavuran, altüst edendir o.

İşte böylesine birbirine zıt kutupları kendisinde toplayan Müminleri Emiri Ali (as) hakkında yorumları, birçok edebî ve irfanî metinde bir arada görmekteyiz. Onlardan birisi de;

جمعتْ فيصفاتِكَ الأضدادُ،, فلهذا عزتْ لكَ الأندادُ

“Ey Ali! Senin sıfatında, zıtlar karşıtlarıyla birleşmiştir ve bu yüzdendir ki; senin emsalin bulunamaz.”

İnsan toplumları içerisinde verilen eğitim ve öğretim, insanda var olan o üstün kabiliyetleri ve erişilmez boyutları halka tam manasıyla öğretemeyip, anlatamamıştır. Hal böyle olunca da; halkın kahır çoğunluğunun şahsiyetleri tanımlarken yaptıkları hata ve yanlışlar oldukça doğal karşılanmalıdır. Bu hatalar sonucunda da beşeri kültürlerde çok büyük gedikler açıldığı ve yüce değerlerin yittiği oldukça açıktır.

Çok yazık, bu bilinçsizlik ve özveriden yoksun durum, bir taraftan Ali’yi (as) ilahlık makamına değin çıkartırken!! İnsanı şirke götüren bir İfrat görülmekte. Öte yandan Tefrite saplananlar onu Halid bin Velidlerle, Muaviyelerle ve Amr ibn-i As gibi şahsiyetlerle aynı kefeye koymaktan çekinmemekte ve daha da kötüsü hasta ruhlu varlıklar ortaya çıkıp, Ali’yi (as) zalimce eleştiriyor ve küfre saptığını iddia ederek; “Ali, Hakemiyeti kabul etti ve … oldu!! demekten hayâ etmiyorlardı. Geçelim bunları, bu yürek dağlayan olayı başka bir zaman başka bir yerde ele alırız.

Daha sonra Emirû’l Mü’minin (as) şöyle buyuruyor;

“Hakkın teşhisi ve bana dair en güzel ruh hali, İfrat ve Tefritten uzak durup, orta yolda ilerleyip, mutedil olanlarındır.”

Hiç kuşkusuz Hz. Ali’nin (as) buradaki amacı; kendi yüce şahsiyeti için yapılan ve bundan sonra yapılacak olan İfrat ve Tefritin batıl ve boş olduğu yönündedir. Peki, o hazretin kişiliği için doğru yorum ve tanı nedir? Avam halk bunu hakkıyla derk edebilir mi? O hazret için söylenecek en mutedil ve en orta deyiş şudur;

“O büyük insan, ilahi bir kişiliktir. Var olmuşların arasında kendi ilahıyla en yakın iletişimi ve bağı kuran yine odur. O mübarek canını, rabbani ateş karşısında öyle eritmiştir ki; O’nun öngördüğü gibi şekle ve kıvama sokmuş ve sonunda çelikleşmiştir. O, gördüğü, şahit olduğu ilaha tapmıştır, mefhumlarda olana değil.”[8]

Gerçekten de iyice baktığımız zaman, İmam Ali’nin durumu bu şekilde değil midir? O, başkalarının anlayışını ödünç almamış, bizzat kendisi bilmiştir. Zaten başkasının anlayışını ödünç aldığı an, bu onun için ancak bir bilgi olacaktır. Yalnızca mefhumlar topluluğudur, artık anlayış değildir o.[9] O, öyle birisidir ki; temiz bir akıl ve pak bir kalp sahibi olan tüm Âdem evlatları gibi o ilahi nuru görünce heyecanlanır ve bunu bütün manasıyla derk edip, içinde hissederdi.[10]

Meşhur edip ve hekimlerden biri sayılan Halil bin Ahmed’e dair şöyle bir olayı naklederler;

Bir gün ilim havzasında, onun dersinde hazır bulunan saygın birisi ona bir soru yöneltti ve şöyle dedi;

- Değerli üstadım, o dönemlerde neden halkın kahır çoğunluğu diğer yöneticilerin etrafında toplanmış ve Ali ibn-i Ebu Talib’i (as) yalnız bırakmışlardı?! Halil şöyle cevap verdi.

- Halkın çoğu Ali ibn-i Ebu Talib’le eş değillerdi. Onun ruhi ve manevi boyutu, kendi döneminde yaşam sürmüş insanların akıl ve düşüncelerinin derk edemeyeceği kadar yüksekti. O yüzden onu bir türlü anlayamıyorlardı.

Normal yetilere sahip olan halk kitleleri kendilerini ne kadar İmam Ali (as) hakkında zorladıysalar da; bir türlü o hazreti anlayamadılar, bu bir gerçektir. Tarihte ad yapmış ve kalplerinde Ali (as) mahabbeti olan şahsiyetlerden Selman-i Farsî, Ebuzer-i Giffarî, Malik-i Eşter, Ammar bin Yasir ve Uveys-i Karanî gibi değerli insanların İmam Ali’yi anladığı gibi diğer insanlar da anlasaydı, başka yöneticilik ve liderlik hesapları yapan şahsiyetlerin peşine takılıp Ali’den ayrılmazlardı. Zaten bu şekilde olsaydı; ne İmam Ali’den (as) geri kalan kitleleri görür ne de ondan öne düşen insanlara şahit olurduk. Hayatımıza girecek olan İfrat ve Tefrit kavramları en azından başka şekillerde bizleri rahatsız ederlerdi.

[1] Seyyid Razî, Nehcû'l Belâğa, Hikmetli Sözler;  “وقال عليه السلام: الناس أعداء ما جهلوا”

[2] Asıl adı Bhagwan Shree Rajneesh olan OSHO, 11 Aralık 1931’de Hindistan’ın Madhya Pradesh eyaletinde doğmuştur. Manevi yönüyle insanları etrafında toplamayı başaran OSHO, metafiziki ilimlerde de söz sahibi olmuştur. Bu bilge insan, Amerikan ve Batı karşıtı söylemleri yüzünden Amerikan başkanı Ronald Reagon’ın ikinci başkanlık döneminin sonunda verdiği emir doğrultusunda CIA tarafından talyum verilerek zehirlenmiş ve 19 Ocak 1990’da dünyadan göçmüştür.

[3] OSHO, The Revolution, Butik yay., İstanbul 2010, çev.: Işıl Ölmez, s. 11

[4] Said Nursî, İşaratû’l İ’caz Tefsiri, Envar Neşriyat, İstanbul 1995, s. 165

[5] Seyyid Razî, Nehcû'l Belâğa, 127. Hutbe

[6] Allame Muhammed Taki Caferî, Nehcû’l Belâğa Tercüme ve Şerhi, Defter-i Neşr-i Ferhengi-i İslami, Tahran 1993, çev.: Bedel, s. 131

[7] Çev.: Dr. Mücteba Mireî

[8] Allame Muhammed Taki Caferî, Nehcû’l Belâğa Tercüme ve Şerhi, Defter-i Neşr-i Ferhengi-i İslami, Tahran 1993, çev.: Bedel, s. 133

[9] OSHO, Life, Love, Laughter, Butik Yay., İstanbul 2009, çev.: Işıl Ölmez, s. 12

[10] Allame Muhammed Taki Caferî, Nehcû’l Belâğa Tercüme ve Şerhi, Defter-i Neşr-i Ferhengi-i İslami, Tahran 1993, çev.: Bedel, s. 134