.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Ümmü’l-Müminin Deyimi Ümmü’l-Müminin Deyimi

Önemle üzerinde durmak istediğimiz konu ilahî keşif ve kerâmetlerin bâtıl işlerle karıştırılmaması gerektiğidir. Yani olağanüstü işler ve gayptan haber vermek yeteneği hak ve bâtıl arasında ortaktır. Yani bâtıl ehli insanlar da birçok olağanüstü işler yapabiliyorlar. Mesela Hint saduları kesinlikle doğru bir inanca sahip olmadıkları halde birtakım olağanüstü işler yapabiliyorlar. Bu tür işlerin büyük bir bölümü cinlerin yardımıyla yapılıyor ve bazı durumlarda kişinin kendisi bile cinlerin yardımıyla bu işleri yapabildiğinin farkında olmayabiliyor. Bu olağanüstü işlerin büyük bir bölümü ise ruhun güçlenmiş olması sayesinde gerçekleşiyor. Bu ise yüce Allah’ın içinde olduğumuz dünya için belirlemiş olduğu sebep sonuç ilişkisi kanunlarından biridir. Spor yapan bir insan fiziğini güçlendirip diğer insanların yapamadığı işleri başarabildiği gibi riyazet çeken bir insan da aslında ruh sporu yaparak ruhunu güçlendiriyor ve bunun sonucunda diğer insanların yapamadığı işleri başarabiliyor. Bu, Allah’a yakın olmanın göstergesi değildir. Bu insanlar bir sıkıntıya katlanıyorlar ve yüce Allah da bunun karşılığını onlara bu dünyada bu şekilde onlara veriyor.

Dolayısıyla birilerinin olağanüstü işler yapabilmesi “bu insanların yüce irfânî makamlara sahip olduğu” şeklinde algılanmamalıdır. Aslında Allah’a giden yolda yani irfânda esas önemli olan unsurun, kişinin marifetullahta ulaştığı aşama olduğu ortaya çıkıyor. Burada bahsettiğimiz marifetullah ise huzûrî ve şuhûdî marifettir. Huzûrî ve şuhûdî marifetullah ise diğer insanlara kapalı olan ve ancak kişinin kendisinin algıladığı bilinçtir. Şu veya bu insanın kalbinde bu tür bir marifetin olup olmadığını biz bilemeyiz ve bunu ancak dile getirdiği sözlerle az çok tahmin edebiliriz. Ancak burada gözden kaçırmamak gereken diğer bir gerçek ise irfânî konuları sadece bu bilgi ve marifet-i şuhûdî olarak taşıyanlar değil aynı zamanda diğer insanlardan öğrenip de taklidî bir şekilde dile getirenlerin de var olmasıdır. Bu nedenle her ağzını açtığında irfânî sözcükler sıralayan şahısların hepsine ârif gözüyle bakamayız. İrfânî bilgileri kitaplardan toplayan kişilerin sayısı az değildir.

İrfân, yani şuhûdî Allah bilinci, özünde, irfânî konuları dışa vurmayı veya olağanüstü işler yapmayı gerektirmiyor. Ne irfânî konuları inceliklerine kadar bilmek ne de olağanüstü işler yapabilmek, ârif olmanın delili olamaz. Ne irfânî terimleri bilmek ve ne de olağanüstü işler yapabilmek kişinin şuhûdî Allah bilincini gösteremez. Daha doğrusu burada dört bölümden söz edebiliriz; birinci bölümde irfânî terimleri bilen ve olağanüstü işler de yapabilen ancak irfândan yoksun insanlar yer alıyor. İkinci bölümde irfânî terimleri bilmeyen ve hiçbir olağanüstü iş yapmadığı halde irfânın hakikatine varmış olan insanlar yer alıyor. Üçüncü bölümde irfânî terimleri bilmeyen, olağanüstü işler de yapamayan ve aynı zamanda irfândan da yoksun olan insanlar yer alıyor. Son bölümde ise irfânî terimleri bilen, olağanüstü işler yapabilen, kerâmet sahibi olan ve aynı zamanda kalbi irfânla dolu olan insanlar yer alıyor. İki şey arasındaki bağlantı buradaki şekle uygun olursa buna mantık ilmi diliyle ‘umum-husus min vecih’ diyoruz. Sonuç olarak bir insanın irfânî sözcükleri ağzından düşürmemesi ve irfânî incelikleri açıklayabilmesi kesinlikle onun ârif olduğunu ve şuhûdî Allah bilincine vardığını gösteremez. Aynı şekilde irfânî terimleri bilmemek ve bu terimleri dile getirmemek irfândan yoksun olmak anlamında değildir. Aynı şekilde olağanüstü işler yapabilmek irfân sahibi olmak anlamında olmadığı gibi keramet göstermemek de irfândan yoksun olmak anlamında değildir.

Esasen irfân konusunda gözden kaçırılmaması gereken önemli konulardan birisi insanların irfânî makamlarıyla ilgili kolay kolay hüküm verilememesi ve insanların görüntülerinden yola çıkılamaması gerektiğidir. Burada ölçü olabilecek bir faktör varsa o da kişinin dine olan bağlılığı ve dinî inceliklere gösterdiği ilgi ve bağlılıktır. İnsanların dinî incelilere uyması ve dinî kurallardan sonuna kadar ayrılmaması onların Allah’a olan bağlılıklarının bir göstergesidir. Bu tür şeyler bir yere kadar insanların kalbindeki irfânın bir göstergesi olabilir. Sonuç olarak ancak insanî kemal aşamalarını geride bırakıp da insan ruhuna ihata sağlayan insanlar diğer insanların kalbî marifet seviyesini ve şuhûdun hangi aşamasında olduklarını anlayabilirler. Bunu ancak gerçek bir ruhî ihataya ulaşanlar yapabilirler, hayalî bir ihataya ulaşanlar değil.

* * *

Keşif ve Kerametin Kulu Olmak

İrfan ve olağanüstü işler yapabilme konularıyla ilgili olarak diğer önemli bir gerçek ise irfân ve seyr u sülûk yolunda ilerlerken insanların içyüzünü görebilmek, insanların niyetini bilmek ve olağanüstü işler yapabilmek kesinlikle önemsenecek konular değildir ve sâlik, bu tür şeyleri önemseyip de gurura kapılmamalıdır. Bu tür şeyler irfân yolunda atılan ilk adımların bir getirisidir ve irfânın düşük aşamalarında yaşanan olaylardır. Bu nedenle gerçek ârifler hiçbir zaman bu tür şeylere değer vermemişlerdir. Yüce Allah kendi hikmeti gereğince bu tür şeyleri bazı insanlara bahşediyor ve yine hikmeti gereği bazı insanlardan esirgiyor. Aynı şekilde bazı insanlar kerâmet sahibi oldukları halde birtakım gerekçelerden dolayı bunu açığa vurmuyorlar.

Esasen keşif, kerâmet ve benzeri şeyler insanın gönül bağlayacağı şeyler değildir ve gerçekte bir tür şirk oldukları için bu tür şeyler şeytanın tuzaklarından bir tuzaktır. Seyr u sülûk yolunda ilerleyip de bu yoldaki sıkıntılara göğüs geren şahıs gerçekte bunu keramet sahibi olabilmek için yapıyorsa büyük bir yanlışın içindedir ve bâtıl yolda ilerlemiştir. Bu düşünceye sahip birisi gerçekte Allah’ın kulu değil de keşif ve kerâmetin kuludur. Bu tür bir seyr u sülûkun kıblesi Allah değil, keşif ve şuhuddur. Bu nedenle böyle bir yolda ilerleyen sâlik, keşif ve şuhûda vardığında Allah’tan alacağı bütün alacağını tahsil etmiş oluyor. Böyle bir insan Hindistan’daki sadulara benziyor. Onlar da emeklerinin karşılığını bu dünyada alıyorlar, bu şahıs da.

Gerçek bir kul Allah’a kulluk ederken sadece onun Allah olduğunu ve kendisinin kul olduğunu düşünerek bunu yapıyor. Allah’ın kendisi daha iyi biliyor kime ne vereceğini ve kime ne vermeyeceğini. Bu, onun bileceği şeydir, kul buna karışamaz. Bizler kul olarak, keşif ve şuhuda varabilmek niyetiyle Allah’a kulluk etmemeliyiz. Keşif ve şuhuda varmak niyetiyle kulluk yapanlar bu ayet-i kerimenin birer örneğidirler:

“Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?”[1]

İnsanın heva ve hevesi bazen makam ve koltuktur, bazen para ve servettir, bazen cinsellik ve şehvettir ve bazen de keşif, kerâmet ve şuhuddur. Fark etmez, Allah dışında ne olursa olsun “heva ve hevesini ilah edinmenin” bir örneğidir. Birisi koltuk hevesiyle çırpınıp dururken diğer birisi de keşif ve kerâmete ulaşmak hevesiyle çırpınıp duruyor olabilir. Bu iki kişi heva ve heves peşinde olmak yönüyle aynıdırlar. Bu nedenle seyr u sülûk yolunda en önemli konu temiz bir niyete sahip olmaktır. Bu yolda ilerlemek isteyenler daha yolun başındayken niyetlerini düzeltmelidirler ve tüm ilahî olmayan niyetleri kalplerinden söküp atmalıdırlar, yaptıkları tüm işleri yüce Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle yapmalıdırlar, yapılan bu işlerin etkisini görmek niyetiyle değil, Allah rızası dışındaki herhangi bir niyetten dolayı değil.[2]

- - - - - - - - - - - -


[1]     Casiye, 23.

[2]     Büyük ârif Ayetullah Şeyh Muhammed Cevad Ensarî Hemedanî’nin oğlu babasıyla ilgili olarak şöyle anlatıyor: Babam, kerâmet ve benzeri şeylere ilgi göstermezdi ve talebelerine de hep böyle olmayı tavsiye ederdi. Babam şöyle derdi: Bu tür şeylere gönül bağlayanlar kurb-i ilahiye varamazlar ve yolun ortasında takılıp kalırlar. Meşru nefis mücahedeleri sonucunda insan, ilahî sıfatların aynası haline geliyor ve bunun hazzı kelimelere sığmayacak kadar büyüktür. (Sukhte, sayfa: 220)