.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Daha öncede değindiğimiz üzere hac, sayılmayacak düzeyde ilahî sırlar içerir ve ilahî gelenekten birçok izler taşır. Bu yönüyle hac, İslam’ın bütün yönleriyle yansıdığı en önemli aynalardandır. Dolayısıyla hacla ilgili ve onun önemini, konumunu ve çeşitli boyutlarını anlatan birçok rivayet, dinimizin Masum Önderleri (a.s) yoluyla elimize ulaşmıştır. Biz burada bazılarını incelemeye çalışacağız:
1. Birisi Resulullah’a (s.a.a) şöyle arz eder: Ben, hac maksadıyla yola çıktım; ancak onu eda edemedim. Ben zengin bir insanım. Şimdi bana bir yol gösterin de bu servetimi harcayarak haccın sevabına nâil olayım! Allah Resulü şöyle buyurdu:
“Ebu Kubeys dağına bir bak! Bu dağ büyüklüğünde kızıl altınların olsa da sen hepsini Allah yolunda infak etsen dahi, haccı eda edenlerin sevabına asla erişemezsin.”
Sonra Hz. Peygamber şöyle devam etti: “Hacc yolcusu yol hazırlıklarını tamamladığında, bir şeyi her yere koyup her kaldırdığında Allah onun için on sevap yazar, on günahı siler ve onu on derece yüceltir. Bineğine bindiği andan itibaren merkebinin kaldırıp koyduğu her adımda Allah onun için aynısını yapar. Kâbe’nin etrafında tavaf etmeye başladığında günahlarından arınır. Safa ve Merve arasında sa’y etmeye başladığında günahlarından arınır. Arafat’ta vakfeye durduğunda günahlarından sıyrılıp çıkar. Maş’aru-l Haram’da vakfeye durduğunda günahlarından arınır. Şeytan taşlamaya gittiğinde günahlarından arınır.”
Böylece Peygamber haccın bütün rükünlerini tek tek sayar ve şöyle buyurur: “Bu vakfelerden her birinde durduğunda günahlarından arınır.” Sonra da şöyle buyurdu: “Sen nerede bir hacının eriştiklerini elde etmek nerede?”[1]
Şayet Allah Resulü’nün (s.a.a) “Kâbe’nin etrafında tavaf etmeye başladığında günahlarından arınır. Safa ve Merve arasında sa’y etmeye başladığında günahlarından arınır…” diye buyurması şu nükteyi ifade etmek için olabilir: Bu amellerden her biri, bir tür günahların bağışlanmasında etkilidir ve bu amellerin her biri özel bir takım günahların affolunması için vazolunmuştur. Yahut şu anlama da gelebilir: Günahlar üst üste yığılıp da günahkârın kalbinde bir pas bir perde misali yer etmişse eğer, bu amellerin her biri o perdelerin katmanlarından birinin kalkmasına sebep olur ve pasını giderir. Öyle ki hacı adayı, ne pas yığını altında kalmış ne de perdelerin karanlığına mahkûm tertemiz bir kalple Rabbinin dergâhına çıkmaya nâil olur. Rabbim bizleri de böylesi bir hac ile rızıklandırsın.
2. Resulullah Efendimizin (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) vasiyetlerinden birinde şöyle buyurulur:
“Ey Ali! Allah’ın azametine and olsun, bu ümmet içerisinde on grup kâfir olur: …(Bunlardan biri) güç yetirip de hacca gitmeden ölendir. Ey Ali! Gücü yettiği halde haccı terk eden kâfirdir.”[2] Zira Yüce Allah şöyle buyurur:
“Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”[3]
3. Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s) hac farizasını şu şekilde tasvir eder:
“Allah haram kılmış olduğu kendi evini haccetmeyi sizlere farz kılmıştır. O ev ki Allah onu insanlara Kıble kılmıştır. İnsanlar susamış sürülerin su kaynağına koşuşturmaları misali oraya koşuşturur güvercinler misali o yöne kanat çırparlar. Allah, Kâbe’yi insanoğlunun O’nun azameti karşısında tevazu göstermesi ve O’nun izzetinin farkına varmasının bir nişanesi kıldı. Kulları içerisinden onun buyruğuna kulak veren, davetine icabet eden, buyruğunu tasdik eden, peygamberlerinin ayak bastıkları yerde duran ve arşın etrafında her daim tavafta olan meleklerine benzemeye çalışanları seçip ayıklamıştır. İşte onlar, O’nun ibadet pazarında nice kârlar eden ve O’nun mağfiret vaadine nâil olmak için adım atanlardır.
Allah, Kâbe’yi İslam için bir bayrak ve sığınacak bir yer arayanlar için bir sığınak kılmıştır. O’nun hakkını eda etmeyi farz ve orada haccetmeyi vacip kılmış ona doğru ziyaret yolculuğuna çıkmayı emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”[4]
4. İmam Ali (a.s) hac ve umrenin faziletleri hakkındaysa şöyle buyurur:
“Allah’a ulaşmak isteyenlerin tutundukları en faziletli vesile Allah’a ve Peygamberine iman, O’nun yolunda cihat etmek… Ve hac ve umrede O’nun evini ziyaret etmektir. Hiç şüphesiz hac ve umre, fakirliği giderir ve günahların dökülmesine vesile olur…”[5]
5. İmam Ali (a.s) bir bölümünde tevazu ve alçakgönüllülüğün yaygınlaşması ve gurur ve kibrin ortadan kalkması hususunda haccın rolünü izah ettiği başka bir hutbesinde şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ’nın ilk toplulukları; Âdem’den (a.s) ta en son gelenlere kadar bütün ümmetleri ne bir zararı dokunan ne de bir fayda sağlayan; ne gören ne de işiten bazı taşlarla sınadığını görmez misiniz? İşte Allah, onu (bu taşlardan yapılmış Kâbe’yi) kendisi için saygın bir ev ve insanlar için bir kıyam ve kıvam vesilesi kıldı. Sonra da onu yeryüzünün en çıplak ve taşlık arazisi, en çorak ve bitkisiz bölgesi ve en dar vadilerinin bulunduğu bir yerde açtı. Çetin ve hırçın dağlar arasında, üst üste yığılmış kumlar içerisinde, suyu kurumak üzere olan pınarları ve birbirinden kopuk köyleri olan bir bölgeye yerleştirdi. Öyle ki orada ne bir deve toynağı ne bir atın ayağı ne de herhangi bir hayvanın tırnağı gelişip serpilmez.”
Hatırlatma:
Kâbe’nin “ne bir zararı dokunan ne de bir fayda sağlayan taşlar…” diye nitelendirilmesi, bu taşların kendiliklerinden ve zati olarak bir tesirlerinin olmayışı dolayısıyladır. Yoksa ilahî inayetin bereketiyle bir tür vesile babından da olsa hiçbir etkilerinin olmadığı anlamında değildir. Açıklamak gerekirse, her ne kadar zaman tözü ve onu oluşturan parçaları ve mekân cevheri ve onu şekillendiren geometrik boyutları; yani uzunluk, genişlik, derinlik ve yüksekliği arasında herhangi bir fark gözetilemez ve her ne kadar bir zaman dilimini o zamanda bulunanlar ve her mekânı orada yaşayanlar ‘değerli’ ve ‘iftihar vesilesi’ kılıyor olsa da; gayp hazinelerinde bir taayyünü ve konumu olan bir şeyin yeryüzüne nâzil olduktan sonra da bir zuhuru olabilecek bazı özellikleri bulunabilir. Ancak bir şeyin gayp hazinelerinde herhangi bir taayyünü bulunmaz da bir alt mertebede zuhur bulduktan sonra bir taayyün kazanırsa, söz konusu özellik işte bu mertebede ortaya çıkar.
Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s) aynı hutbenin devamında şöyle buyurur:
“…Sonra Âdem (a.s) evlatlarına oraya yönelmelerini emretti. O günden sonra Kâbe, onların bir toplanma merkezi ve tüm yolculuklarının nihâî maksadı haline geldi. İnsanoğlunun kalbi şevk ve arzuyla ona bağlandı. Çok uzak ovalardan, derin vadilerden ve birbirinden kopuk denizlerdeki adalardan ona doğru yöneldiler. Maksatları Allah’ın Evi’nin etrafında omuzlarını sallayarak La ilahe İllallah diyerekten tavafa durmak, dağınık saçları, toza toprağa bulanmış bedenleri ve seğirte duran ayaklarıyla hızla hareket etmek, kişilik ve kariyerlerinin göstergesi olan elbiselerinden soyunmak ve saçlarını kestirip düzeltmemekle yüzlerini çirkin göstermekti. Bu büyük bir imtihan, ağır bir sınav, apaçık bir sınanma ve Allah’ın bir rahmet ve cennet vesilesi kıldığı bir arınma ve temizlenme vesilesidir.
Eğer Yüce Allah, evini ve yüce şiarlarının (hac erkânının) mahallini, bağ ve bahçeler arasında, ırmakların aktığı ve yerleşim yerlerinin birbiriyle bitiştiği bir yerde; buğday tarlaları, yemyeşil, güllerle bezenmiş, insanın içini ferahlatan ve mamur yol güzergâhlarının olduğu bir mekâna yerleştirmiş olsaydı, bu sınav daha bir rahat ama aynı zamanda elde edilecek sevap da daha bir az olurdu.
Eğer Kâbe’nin temelleri ve üzerine kurulduğu zemin ve duvarlarının örüldüğü taşlar yeşil zümrüt, kızıl yakut, nur ve ışık huzmeleri olsaydı, kalpler daha az şek ve şüpheye kapılır ve iblisin gayretleri daha az etkili olur, vesveseler ve gizli vehimler insanlara yol bulamazdı. Lakin Allah, kullarını birçok zorlukla imtihana tabi tutar. Onların karşısına çok farklı zorluklar çıkararak kulluk bilinciyle donatır. Kalplerindeki kibir ve büyüklenmeyi izale etmek ve gönüllerine huzur ve sükûnet bahşetmek için onları birçok sıkıntıya duçar kılar. Böylece kerem ve rahmet kapılarını onların yüzlerine açar ve af ve mağfiret vesilelerini kolayca erişebilecekleri bir kıvama getirir…”[6]
6. Müminlerin Emiri’nin (a.s) Haseneyn (a.s) hazretleri ve halkın geneline yapmış olduğu vasiyetin bir bölümünde şu cümleler yer alır:
“Rabbinizin evi hususunda Allah’ı; Allah’ı gözetmeyi unutmayın sakın! Yaşadığınız müddetçe onu boş bırakmayın! Zira eğer Kâbe terk edilecek olursa size artık mühlet verilmez!”[7]
7. Daha önce de değindiğimiz üzere İmam Bakır (a.s) şöyle buyurur: “İslam beş temel esas üzere kurulmuştur: Namaz, zekât, hac, oruç ve velayet” sonra da her birinin faziletlerini tek tek sayar ve hacla ilgili şu ayeti delil gösterir: “o evi haccetmek, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır…”[8] ve Resul-i Ekrem’den şu hadisi nakleder:
“Allah nezdinde kabul görmüş bir hac, yirmi müstehap namazdan daha hayırlıdır.”
Oysa namaz, dinin direği ve müminin miracıdır ve Allah nezdinde makbul bir namazı eda edebilmek pek de kolay değildir.
8. İmam Bakır (a.s) haccın kuşatıcılığı ve köklü geçmişiyle ilgili şöyle buyurur:
“Âdem bin kez yaya olarak bu Kâbe’ye geldi. Bunun yedi yüzü hac, üç yüzü ise umre içindi.”[9]
Bir rivayette İmam-ı Zaman’ın (af) da her yıl hacda hazır bulunduğunu ve halkı görüp tanıdığını, insanların da onu gördüklerini; ancak tanımadıklarını dile getirir.[10]
9. Zürare’nin naklettiği ve yine haccın kuşatıcılık özelliğini gösteren bir rivayette Zürare İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz eder: “Ben kırk yıldır size haccı soruyorum ve siz bana fetva veriyorsunuz!” İmam hazretleri cevap olarak şöyle buyurdu:
“Hac ibadeti Âdem yaratılmadan iki bin yıl önce de vardı. Şimdi sen bu ibadetin ayrıntılarının sadece kırk yıllık bir sürede bitmesini mi bekliyorsun!”[11]
10. İmam Sadık (a.s) haccın insanlar üzerine farz kılınmasının sebebi ile ilgili şöyle buyurur:
“Cenab-ı Allah, insanların doğudan ve batıdan toplanarak birbirleri ile tanışmaları için… Ve Resulullah’ın anı ve eserlerini tanıyıp onun siyerini öğrenmeleri ve onu hatırlayıp unutmamaları için hacda toplanmayı farz kıldı…”[12]
11. Ravi, İmam Sadık’a (a.s) halkın şöyle konuştuğundan bahseder: “Üzerindeki hac farizasını yerine getiren bir insan, diğer yıllarda hac yerine sadaka verse ve yakınlarına yardım etse onun için daha hayırlıdır.” İmam şöyle buyurur:
“Yalan söylüyorlar! Eğer insanlar böyle yapacak olsalar bu Beyt boş kalır. Oysaki Allah, Kâbe’yi insanlar için bir kıyam ve kıvam merkezi kılmıştır.”[13]
12. İmam Sadık (a.s) başka bir rivayette şöyle buyurur:
“ Yüce Allah Kâbe’yi insanların din ve maişetleri için bir vesile kılmıştır.”[14]
Başka bir rivayette ise şöyle buyurur:
“Kâbe ayakta kaldıkça din de bâki kalır.”[15]
Bu demektir ki asıl gaye, dinin bekası ve kıvamıdır. Dolayısıyla din için bir kıyam söz konusu değilse haccın bir semeresi olmaz. Bu itibarladır ki Resulullah (s.a.a) şöyle buyurur:
“Öyle bir zaman gelecek ki padişahların/yönetenlerin haccı, eğlence, zenginlerin haccı ticaret ve fakirlerin haccı dilencilik adına olacaktır.”[16]
13. İmam Ali b. Musa Rıza (a.s) haccın semere ve bereketleriyle ilgili şöyle buyurur:
“İnsanlar, cenab-ı Allah Teâlâ’nın ziyafetine bir yol bulabilsinler, ondan bolluk dilesinler, bulaşmış bulundukları günahlardan arınmış bir şekilde oradan ayrılsınlar; dönerken geçmişten tövbekâr ve geleceğe ümitvar bir şekilde dönsünler diye hac ile emrolunmuşlardır…”
Devamında ise şöyle buyurur:
“Ayrıca hacda Kâbe’nin çevresindekilerin toplanabildikleri yerlerde maişetleri temin olunur. Dahası dinde derinlikli bir ilim elde edilir ve İmamların (a.s) sözleri bütün her yer ve bölgeye yayılır. Bu minvalde Yüce Allah şöyle buyurur:
“Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.”[17] Ayrıca şöyle buyurur: “Gelsinler kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar…”[18][19]
14. Hacc, ilahî bir ziyafettir ve hacılar, tıpkı oruç tutanlar gibi rahman olan Rabbimizin misafirleri. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
“Hacı adayı ve umre ziyaretinde bulunanlar, vatanlarına dönünceye değin Allah’ın misafiri ve onun ikramına mazhardırlar.”[20]
“Üç sınıf Allah’ın seçkin kullarındandır… Hacı ve umre ziyaretçisi, zira onlar Allah’ın misafirleridirler. Öyleyse Allah’ın misafirlerine ikramda bulunması bir haktır.”[21]
Müminlerin Emiri (a.s) “Teşrik günlerinde[22] oruç niçin haramdır?” sorusuna karşılık şöyle buyurdu:
“Zira o topluluk (hacılar) Allah’ın ziyaretçileridirler. Onlar Allah’ın ziyafetine gelmişlerdir. Ev sahibinin misafirlerine oruç tutturması hoş olmaz!”[23]
Elbette ilahî davete icabet edip onun ikramını hak edenlerin özel bir takım şart ve vasıflara sahip olmaları gerekir. Kur’an-ı Kerim tüm bunları hem umum ifade eden bir ifadeyle hem de yaşanmış örnekleriyle dile getirmiştir. Bu ilahî ahitleşme de Kâbe’nin mimarı ve çırağı; yani İbrahim ve İsmail’e (a.s) şart koşulan vasıflar en genel çerçevesiyle şöyle beyan buyurur:
“…Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik.”[24]
“Muhammed Allah’ın peygamberidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün…” ayet-i şerifesi mucibince Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Allah’ın ziyafetine geliyorlar diye Beytullah’ı temiz tutmakla yükümlü tutuldukları “rükûa ve secdeye varanlar” Resul-i Ekrem’in gerçek ümmetidir. Ki namaz, rükû ve secdenin yanı sıra Nemrutlar, küfür ve nifak liderleri ve tağutlara karşı İbrahimî bir metanetle dik durabilenlerdir onlar. Nitekim onlar, Halilurrahman’ın sevgi ve şefkatiyle yeryüzündeki bütün mazlum Müslümanları sevebilenlerdir.
Bu demektir ki, bâtıl bir düşünce yahut salih olmayan amellere sahip olanlar o ‘tertemiz evin’ misafirleri sayılmazlar. Kendileri için ayrıcalıklı bir konum vehmeden ve üstünlük taslayanlar, bu ‘eşitlik ve adalet evine’ konuk olamazlar. Hevasının kulu, hevesinin kölesi olanlar; müstekbir Batı’ya kul, mülhit Doğu’ya köle olanlar bu “Beyt-i Atik/Özgürlük Evi’nin” bu özgür ve şerefli Beyt’in mihmanı olamaz. İçinde yüzlerce put taşıyanlar bu ‘tevhid evinde’ ağırlanamaz. Yüzünü halka, sırtını kıbleye dönüp de namaz kılanlar ‘Müslümanların kıblesinin’ misafiri olamaz. Şirk, küfür ve nifaktan beri olduğunu ilan etmek yerine, dinsizlik liderlerine sevgi besleyenler ‘adanmışların tavafgahının’ davetlisi olamaz. Dünyayı sömürenlerin önünde eğilip bükülenler ‘secdeye ve rükûa varanların evine’ konuk olarak gelemez.
15. Hakkın aydınlığı ve Rahmetin kuşatıcılığının hacdaki zuhurunu anlatan rivayetler, diğer ibadetlerle ilgili bu düzeyde açık ve bu düzeyde geniş bir şekilde varit olmamıştır. Hak Teâlâ’nın hacda ne düzeyde aşikâr olduğunu, Yüce Allah şöyle buyurur:
“Orada apaçık ayetler vardır…”[25]
Zira Allah’ın gayrı olan her şey onun birer nişanesi ve ayetidir. Ancak hacdaki sırlar, Allah’ın apaçık ayetleridir/ayat-i beyyinattır. Orada misafir, ev sahibini müşahede eder ve ev sahibi, misafirlerine rahmet gözüyle nazar eyler. Öyle ki onun ayet ve nişaneleri apaçık ve ayan beyan zuhur bulur.
Hakk’ın rahmetinin hacdaki enginliğini ifade eden bir rivayette İmam Bakır (a.s) hac farizasını eda etmek maksadıyla evinden çıkan ve yolculuk esnasında vefat eden bir kimse hakkında şöyle buyurur:
“Eğer Harem bölgesinde ölecek olursa hac farizasını eda etmiş ve vazifesini yerine getirmiş sayılır.”[26]
İşte bu Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği ve ev sahibi olmanın gerektirdiği edebin bir cilvesidir. Yine bu çerçevede Resul-i Ekrem, Veda Haccı’nda Arafat’ta vakfe esnasında gün batmaya yüz tutmuşken şöyle buyurur:
“Ey Bilal! Topluluğa sessiz olmalarını söyle!” Topluluk sessizleşince de şöyle buyurdu:
“Rabbiniz bugün sizlere lütufta bulunarak içinizdeki ihsan sahiplerine mağfiret eyledi ve onları yine içinizdeki kötülük sahipleri için şefaatçi kıldı. Öyleyse mağfirete nâil olmuşlar olarak Maş’ari’l Haram’a doğru hareket ediniz.”[27]
Haccın bu özgün konumu dolayısıyla olsa gerektir ki İmam Sadık (a.s) İsa b. Mansur’a şöyle buyurur:
“Ey İsa! Ben Allah’ın, seni iki hac arasında hac yolculuğu için hazırlık yaparken görmesini ve sana nazar kılmasını arzuluyorum!”[28]
Yine İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur:
“Kardeşini (iman kardeşini) hacdan alıkoyan bir kimse âhireti için zâhire kıldığı akıbetten sakındığı gibi bu dünyada düşeceği fitnelerden de sakınsın!”[29]
Zira bir insanın mahrum kılınabileceği en büyük hayırlardan biridir hac; dolayısıyla Müslümanlar kendileri hac için azimli olmanın yanı sıra başkalarını da bu farizaya teşvik etmelidirler.
[1] Vesailu’ş Şia, c.11, s.113–114
[2] Vesailu’ş Şia, c.11, s.31
[3] Al-i İmran: 97
[4] Nehcu’l Belağa, 1.Hutbe
[5] Nehcu’l Belağa, 110. Hutbe
[6] Nehcu’l Belağa, 192. Hutbe (Kası’a Hutbesi) 53–65. satır
[7] Age. 47. Mektup, 6. satır
[8] Al-i İmran: 97
[9] El Kâfi, c.2, s. 18–19
[10] Vesailu’ş Şia, c.11, s. 135
[11] Age. s. 12; Men La Yahduruhu’l Fakih, c.2 s. 519, çok az farklı bir tabirle… “iki bin yıl önce” tabiri ve insanoğlundan önceki nesillerle ilgili mütalaa bu kitabın konusu dışındadır. Ancak “kırk yıl süren soru-cevap” meselesine burada kısaca değinmek gerekirse:
Hz. İmam Sadık (a.s) Hicri 83 yılında dünyaya geldi. 114 yılında imamet makamına erişti. 147 yılında şehit olduğunda 65 yaşındaydı ve iftihar vesilesi imamet süresi 34 yıldı. Dolayısıyla ‘kırk yıl’ tabiri ya onun hem imamet dönemi hem de öncesini kapsamaktadır ki şüphesiz o, imamete erişmeden önce de dinin ahkâmına vakıf idi; ya da sadece 34 yıllık imamet dönemi idi ve ‘kırk yıl’ tabiri örfün sayıları yuvarlama eğilimi ve küsuratı göz önünde bulundurmaması ile ilgilidir.
[12] Vesailu’ş Şia, c.11, s. 14 ve c. 27, s. 97
[13] İlelu’ş Şerayi’, c. 2, s. 452; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 22
[14] Vesailu’ş Şia, c.11, s. 60
[15] El Kâfi, c. 4, s. 271; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 21
[16] Vesailu’ş Şia, c.11, s. 60
[17] Tevbe: 122
[18] Hacc: 28
[19] Vesailu’ş Şia, c.11, s. 12–13
[20] Vesailu’ş Şia, c.14, s. 586
[21] Vesailu’ş Şia, c.4, s. 116
[22] Zi’l hicce ayının 11. 12. ve 13. günlerine ‘teşrik günleri’ denir. Bu günlerde Mina’da bulunanların oruç tutmaları haramdır.
[23] El Kâfi, c.4, s. 224; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 225–226
[24] Bakara: 125
[25] Al-i İmran: 97 Hem Harem bölgesi hem de Mekke için menşei, Mescid-i Haram olan bir takım adap ve gelenekler vardır. Aynı şekilde Mescid-i Haram için de Kâbe’nin saygınlığından kaynaklanan adap ve gelenekler vardır. Hac Suresi 25. ayette geçen zamirlerden kasıt hüküm-mevzu uyumu babından bazen Mekke, bazen Harem bölgesi, bazen Mescid-i Haram ve bazen de kıble ve tavaf merkezi olan Kâbe’dir. Bu demektir ki konu gereği bazen zamirlerin maksadını farklı farklı değerlendirdiğimizde bu, bir tutarsızlık gibi algılanmamalıdır. Tabi ki Kâbe’nin bir kıblegah ve tavafgah olarak özel ve özgün konumu her daim göz önündedir.
- - - - - - - - - - - -
[26] El Kâfi, c.4, s. 276; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 68
[27] El Kâfi, c.4, s. 257–258; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 95
[28] El Kâfi, c.4, s. 281; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 150
[29] Men La Yahduruhu’l Fakih, c. 2, s. 221, Hadis 2235; Vesailu’ş Şia, c.11, s. 138