.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Musa Aydın

Bismillahirrahmanirrahim

Resulullah'ın Masumiyeti

İslam'ın İlk Fedaisi ve İlk Mücahidi
İslam'ın İlk Fedaisi ve İlk Mücahidi
İçeriği Görüntüle
İkinci Bölüm

7- Tevbe Suresinin 43. Ayeti ve "Allah Seni Affetsin" Cümlesi:

Diyorlar ki Tevbe suresinin 43. ayetinde Allah-u Teâlâ, Resulullah'ın bazı münafıklara veya imanı zayıf kimselere savaşa gitmemek için verdiği izni eleştirmekte ve onu affetmektedir. Masum olan Peygamber, böyle bir hatayı nasıl yapar? Dolayısıyla Allah-u Teâlâ'nın onu kınaması ve ardından da affetmesi masum olmadığını göstermektedir.

Cevap: Evet, maalesef benzer birçok âyet gibi, bu âyet de bazıları tarafından çarpık bir şekilde tercüme ve tefsir edilerek güya Allah Resulü'nün masumiyetine aykırı bir sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır. Ancak bizce burada da tıpkı Tahrim suresinde bahsedilen olaydakiyle benzer bir durum söz konusudur.

Biz önce âyetlerin metnini, ardından nüzûl sebebini ve bize göre doğru olan tefsirini vermeğe çalışacağız:

"Allah seni affetsin; neden doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalancıların kim olduğunu öğrenmeden onlara izin verdin?"

"Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini bilendir."

"Senden yalnızca Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp da kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister."

"Eğer onlar (gerçekten savaşa) çıkmak isteselerdi, herhalde ona hazırlık yaparlardı. Ancak Allah, (onların savaşa) doğru hareket etmelerini çirkin gördü de (tevfikini onlardan uzaklaştırıp savaşa çıkmalarına) engel oldu ve (onlara): "Siz de oturanlarla birlikte oturun" denildi."

"Sizinle birlikte çıksalardı, size kötülük ve zarardan başka bir şey ilave etmez ve hemen aranıza mutlaka fitne (ihtilaf ve nifak) sokmağa koyulurlardı. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır. Allah zulme sapanları bilir."...(Tevbe, 43 ila 47)

* * *

Sebeb-i nüzûl:

Allah Resulü ve Müslümanlar Tebûk savaşına hazırlandıkları bir sırada, münafıklardan bir grup Resulullah'a gelerek bazı bahaneler uydurup savaşa gitmemeleri için izin istediler. Resulullah da kendilerine izin verdi ve ardından bu âyetler nâzil oldu. İşte bu âyetlerin zahirine dayanarak Allah Resulu'nün bu olayda hata yaptığını, Hatta bazı müfessirler (Zımahşerî gibi) âyetteki "Afâ" (afv kökünden) kelimesine dayanarak Resulullah'ın günah ve kötü bir iş yaptığını, (zira bu kelimenin, sürekli cinayet ve kötü bir işin işlendiğine kinâye olduğunu) söylemişlerdir. Böyle olunca da ister istemez Peygamber'in masûm olduğunu söylemek mümkün değildir.

* * *

Ayetlerin Masumiyetle Çelişmeyecek Şekilde Tefsiri:

Biz âyetin yukarıda değindiğimiz şekilde bir anlam taşıdığını kabul etmiyoruz. Zira her şeyden önce âyetin tercümesinde hata yapılmıştır. Evet, âyetteki "Afâ" kelimesi, "Affetti" şeklinde değil, "Affetsin" diye tercüme edilmelidir. Yani bu âyetteki mazi kipinden, ihbâr değil dua anlamı kastedilmiştir. Arap edebiyatından haberdar olanlar, bu tür kullanışların Arapçıda ne kadar yaygın olduğunu bilmektedirler. Böyle bir tabirin kullanılması ise illa da bir günahın işlendiğine delil teşkil etmez. Bu bir nevi duâdan ibarettir. Benzer tabirler bütün dillerde, özellikle Araplar içerisinde yaygın bir şeydir. Mesela biz "Allah geçmişlerini, ananı-babanı bağışlasın" diyoruz. Bunu söylerken, illa da onlara bir günahı ispat etmeğe çalışmıyoruz. Kim olursa olsun, makamı ne olursa olsun, her kes Allah'ın rahmet ve mağfiretine muhtaçtır.

Bazıları burada, Resulullah'ın verdiği izinin haram olmadığını, zira Nûr suresinin 62. Ayeti* gereği Resulullah'ın böyle bir yetkisinin bulunduğunu, ancak münafıkların bir an evvel rezil rüsva olmaları açısından bu izinin verilmemesinin daha uygun olacağını, izin verilmekle böyle bir maslahatın kaçırıldığını, yani daha iyi olan bir şeyin terk edildiğini, bu affın da bu terk-i evlâya yönelik olduğunu, dolayısıyla da masûmiyetle çelişecek bir günahın söz konusu olmadığını söylemişlerdir.

Ancak Merhûm Allâme Tabatabaî, olayı daha başka bir şekilde tahlil ederek, burada hatta terk-i evlânın dahi söz konusu olmadığını ve Tahrim suresinde olduğu gibi burada da, bir yandan izin isteyen kişilerin kınanması, diğer yandan ise, Yüce Resulullah'a yönelik, görünüşte kınama olan, ancak gerçekte ince ve latif bir övgünün söz konusu olduğunu ileri sürmektedir.

Şöyle ki, evvela Resulullah yukarıda da değindiğimiz âyet (Nûr, 62) gereği dilediği kimselere izin verme yetkisine sahipti. Bu yüzden de izin vermekle her hangi bir yanlışı söz konusu değildir. Aksi takdirde önceden söz konusu genel iznin verilmesi yanlış, hatta abes olurdu. (Dikkat edin!)

Saniyen, onların ne olduğunu ve hangi maksatla izin istediklerini biliyordu. Zira Kur'ân-ı Kerim bir diğer âyetinde şöyle buyuruyor:

"Eğer biz dilersek, sana onları (münafıkları) elbette gösteririz, böylelikle sen onları simalarından tanımış olursun. Andolsun, sen onları, sözlerinin anlatım biçiminden de tanırsın. Allah, amellerinizi bilir." (Muhammed, 30)

O halde Resulullah onları konuşma üsluplarından tanıyordu. Ancak, o emsalsiz, yüce ve İlâhî ahlâkın sahibi, bir yandan perdelerin yırtılmaması ve hidâyet bağlarının tamamen kopmaması, diğer yandan emri yere düşürülerek kalbi hasta olan diğerlerinin de buna cüret etmemeleri ve Allah Resulü'nün yöneticilik otoritesine bir halel gelmemesi için onlara izin verdi.

Salisen bahsettiğimiz âyetlerin devamındaki âyetlerde, söz konusu kişilerin savaşa katılmalarında hiçbir maslahatın olmadığını, hatta gitmemelerinin daha iyi ve daha faydalı olduğunu, zira gittiklerinde fitne, fesat çıkartacaklarını, zaten izin verildiğinde dahi gitmeyeceklerini açık bir şekilde beyan etmektedir.

Bütün bu açıklamaları dikkate alırsak, sanki âyet-i kerime şöyle buyurmak istiyor: "Ey Habibim, ne kadar fedakarlık, ne kadar şefkat ve merhamet?! Yeter artık, bu kadarı da fazladır." Görüldüğü gibi ince bir üslûpla bir yandan dolaylı olarak Allah Resulü övülmekte, bir yandan da söz konusu münafıklar kınanmakta ve artık bu şefkat ve merhameti hak etmedikleri vurgulanmaktadır.

Bu tefsire yakın bir diğer tefsir ise şudur: Bu ayetlerde verilmek istenen mesajın ilk ve son muhatabı söz konu münafıklar ve onların iç yüzünü ortaya koymaktır. Ancak bunu beyan etmek için böyle bir yöntem ve üslup seçilmiştir. Yoksa ne Peygamber'in yaptığının yanlış olduğu, ne de onun kınanması söz konusudur. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: farz edin zalim ve küstah birisi sizin çok sevdiğiniz evladınızı vurmak, zulmetmek istediğinde, bir dostunuz onun önüne geçerek bu zulmüne engel oluyor. Siz, haberi aldığınızda dostunuza dönerek diyorsunuz ki: "Sağ olasıca, neden bırakmadın vursun; bıraksaydın da o alçağın ne olduğunu herkes görseydi." Bu tabirden, sizin, evladınıza yapılmak istenen haksızlığın önlenmesinden rahatsız olduğunuz ve o dostunuzun yaptığının kötü olduğu söylenebilir mi? Hangi baba evladına haksızlık yapılmasından hoşnut olur? Hangi dost dostuna karşı yapılmak istenen haksızlığa duyarsız kalabilir?! O halde bu itirazdan maksadın o zalim kimseyi yermek ve onun ne denli adi birisi olduğunu ortaya koymaktan başka bir şey değildir. Ancak bunu açıklamak için böyle bir metot seçilmiştir. Söz konusu ayette de durum aynen böyledir.

Burada şöyle bir itiraz da edilebilir: Ayet-i Kerime'de eğer Resulullah'ın onların asıl maksatlarını bildiği doğru ise, o zaman neden âyette "Onların doğru söyleyip söylemediğini bilmeden..." tabiri kullanılmıştır. Bu itiraza cevabımız şudur ki burada zahiren hitap Peygamber'e olmakla birlikte asıl maksadın ümmetin bilgi sahibi olmasıdır. Nasıl ki bir çok ayette de zahiri hitap Peygamber'e olmakla birlikte, asıl muhatap başkalarıdır, "Kızım sana diyorum, gelinim sen anla" babından..

8- Bedir Savaşında Esir Alınıp Fidye İçin Serbest Bırakılması:

Peygamberlerin masumiyetini kabul etmeyen kimselerin yaygın olarak ileri sürdükleri bir delil de, Enfal sûresinde, Bedir savaşı hakkında inen 67-68-69. ayetlerdir. Bilindiği üzere bu ayetlerde, Bedir savaşında esir alınmasını ve bu esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması kınanmaktadır. Maalesef bu kimseler, bu ayetleri Allah Resulü'nün yaptığı, fakat hata ettiği bir içtihada delil göstermeye çalışıyorlar.

Burada da yapacağımız izahattan sonra, Allah'ın izniyle görülecektir ki, bu ayetler, değil Allah Resulü'nün yanlış içtihad yaptığı, bilakis Resulullah'ın diğer yerlerde olduğu gibi bu noktada da kendi içtihad ve re'yiyle değil, bizzat vahiyle hareket ettiğini göstermektedir (bazen Kur'ânî, bazen ise gayri Kur'âni vahiyle). Yine ispat edeceğiz ki Ayetteki kınamanın ise Resulullah (s.a.a) ile bir alakası bile söz konusu değildir ki, masumiyetiyle de bir çelişkisi söz konusu olmuş olsun.

Şimdi önce bu ayetlerin mealini vereceğiz; daha sonra ayetlerin sebeb-i nüzulünü ve bu ayetleri Resulullah'ın hatalı içtihad yaptığına delil gösterenlerin yaklaşımlarını, sonra da cevabımızı arz etmeye çalışacağız inşallah.

"Hiçbir peygambere yeryüzünde, kesin bir zafer kazanıncaya (dini yeryüzünde kökleşinceye) kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah üstün ve güçlüdür. Ve hikmet sahibidir. (67)

Eğer Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, aldığınız (esirlere) karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu. (68)

Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak yiyin ve Allah'tan korkup sakının. Hiç şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (69)

Evet, yukarıda da özetle değindiğimiz gibi, bazıları bu ayetlerin zahirine ve nakledilen bazı rivayetlere dayanarak, Bedir savaşında Müslümanların esir almaları, sonra da esirleri fidye karşılığında serbest bırakmalarını Resulullah'ın bir içtihadından ileri geldiğini, fakat bu içtihadında hata yaptığı için Allah tarafından kınandığını, dolayısıyla bu kınamanın Resulullah'a veya Resulullah ile birlikteki Müslümanlara yönelik olduğunu öne sürmektedirler.

Bu yaklaşımı sergileyenler, makalenin başında da değindiğimiz Peygamber'in masumiyet delillerini ve her konuda vahiyle yönlendirildiğini dikkate almamanın yanı sıra, hatta söz konusu ayetlerin içeriğini dahi dikkatle inceleme zahmetinde bulunmamışlardır maalesef.

Bizce her şeyden önce ayetlerin kendi muhtevası dikkate alınırsa, ayetlerdeki kınamanın Allah Resulü'ne (s.a.a) yönelik olamayacağı açıkça görülür.

67. ayette şöyle buyurmaktadır:

"...Siz (şu esir almanızla) dünyanın geçici metaını istiyorsunuz. Oysa Allah (sizin için) ahireti istemektedir..."

Allah Resulü'nün hayatı ve şahsiyetine az da olsa vakıf ve arif olan bir kimse Resulullah'ın bu İlahi uyarıya muhatap olmasına ihtimal dahi verilebilir mi?!

Hedefi için dünya ve dünyevî her şeye sırt çeviren, müşriklerin tekliflerine karşı "Güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar dahi yine de davamdan vazgeçmem" buyuran Allah'ın Habibi esirlerden gelecek üç-beş kuruş fidyeye mi göz dikmişti?!

Bazıları, bu olayda Resulullah ve Müslümanlar dünya ve ahireti birlikte istiyorlardı, diyorlar. Bu Hüsnü zan Resulullah hakkında fena değil; ancak Kur'ân bunu dahi reddederek açıkça: "Siz dünyanın geçici metaını istiyorsunuz..." buyurmaktadır. Bu ise ayetin muhatabı olan kimse ve kimselerin hakkında söz konusu hüsnü zannın geçersiz olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

68. ayette ise: "Eğer Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, aldığınıza (esirlere) karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu."

Büyük azabın büyük günah ve isyan karşılığında olduğu açıktır. Şimdi acaba neuzu billah "Allah Resulü büyük bir günah işlemişti; onun için de büyük bir azabı hak etmişti" diyebilir miyiz?! Bunun ihtimalini dahi vermenin ne kadar dehşet verici olduğunu insaf sahibi olan her kes teslim eder herhalde!

Bunu, (bazılarının dediği gibi) küçük bir zelledir demekle de halletmek mümkün değil. Zira Kur'ân'ın açıkça büyük azabı gerektiren bir suç (büyük günah) nitelemesi ortadadır. Hekim ve adil Allah'ın bir zelle (küçük günah veya hata) karşılığında büyük azapla cezalandırması düşüne bilinir mi? Bütün bunlardan, bu kınamaların kesinlikle Allah Resulü'ne yönelik olmayacağını anlıyoruz.

Öte yandan, bu İlahi hüküm (esir alınmaması gerektiği) savaştan önce Allah tarafından Resulullah'a (s.a.a) bildirilmişti. Eğer bildirilmediğini farz edersek, o zaman Allah-u Teâlâ'nın bildirmediği bir hükümden dolayı mükellefleri kınaması, hatta onların büyük azabı hak ettiğinden bahsetmesi haksızlık olmaz mı? Hekim ve adil olan Allah'a böyle bir şeyi isnad etmek mümkün mü? Tabii ki değil. O halde bu kınama ve azap istihkakı, bu hükmün Peygamber'e savaş öncesi bildirildiğini gösteriyor. Eğer Allah-u Teâlâ hükmü indirmişse, o halde Peygamber (s.a.a)'in de bu hükmü savaştan önce Müslümanlara tebliğ etmesi gerekir. Aksi takdirde vahyi saklama ve tebliğ vazifesini yapmama ve kendisine inen vahye muhalefet etme gibi bir garip durumla karşılaşırız ki bunun ihtimalini dahi vermek en büyük günahlardan sayılır. Bütün bunlardan şu kesin sonuca varıyoruz: Esir alınmaması hükmü, Allah tarafından gayri Kur'ânî bir vahiyle Peygamber'e bildirilmiş, O da bunu Müslümanlara tebliğ etmişti. Ancak Müslümanların birçoğu bu İlahi yasaklamaya rağmen belki de kendilerine göre bir takım akli hesaplarla yine de esir almış, sonra da Resulullah'ın yanına gelerek onları bu işlerinden dolayı mazur görmeye ve esirlerin karşılığında fidye almaya ısrarla razı etmeğe çalışıyorlardı ki söz konusu ayetler inerek onların bu fiilini kınamış ve hak ettikleri azabı yine de kendi lütuf ve merhametiyle onların üzerinden kaldırmış ve artık aldıkları ganimetleri ve esirler karşılığında fidye almayı helal kılmış ve ayetlerin sonunda, onları bundan sonra takvalı olmaya ve İlahi yasakları çiğnememeye davet etmiştir.

Evet, bu ayetlerin hiçbir yerinde, aynı şekilde nakledilen rivayetlerde, Resulullah'ın esir alma işine razı olduğu veya neuzu billah Müslümanları buna teşvik ettiğine dair en ufak bir işaret mevcut değildir. Tam aksine yukarıda söylediğimiz emareleri de dikkate aldığımızda Allah Resulü'nün bu hükmü Müslümanlara ilettiği ve esir alınmasına razı olmadığı anlaşılmaktadır.

Resulullah'ın bu hükmü tebliğ etmesine bir başka emare olarak da Hz. Ali (s.a.)'ın bu savaşta, ölen yetmiş kâfirden otuza yakınını tek başına öldürmesi ve birçoğunun öldürülmesinde iştirak etmesine rağmen bir kişiyi dahi esir almamasını gösterebiliriz.[1] Hâlbuki bu kadar kâfiri öldürebilen birisinin onları kolayca esir de alabileceğini her kes teslim eder herhalde.

Bu tebliğin bir başka emaresi olarak da esirler alındıktan sonra söz konusu ayetler ininceye kadar, fidyeyi önerenlere karşı Allah Resulü'nün olumsuz tutumu ve esirlerin öldürülmesini önerenlerin önerilerine karşı sevinip bunu olumlu karşıladığını bir kısım rivayetlerden anlamamız mümkündür.[2] Hatta bazı rivayetlerde şöyle geçer: "Bedir günü Cebrail (a.s.) Resulullah'a (s.a.a) nazil olarak şöyle dedi: "Hiç şüphesiz Allah, kavminin esirler karşılığında fidye almak istemelerini sevmedi. Allah'ın emri sana şudur: "Artık onları iki şeyden birisini seçmekte serbest bırak; ya onları çıkarıp boyunlarını vursunlar; yada (bunu yapmazlarsa eğer) fidye alıp esirleri bıraksınlar; o zaman da fidye karşılığı bırakacakları (yetmiş) esirin sayısı kadar kendilerinden sonraları ölmelerine razı olsunlar..." Resulullah (s.a.a) bu İlahi vahyi asabına ilettiğinde, "Ya Resulallah, dediler, onlar bizim akrabalarımız ve kardeşlerimizdirler; (şimdilik) fidyelerini alıp düşmanlarımıza karşı güçlenelim de, sonradan onların sayısı kadar bizden şehid olacaksa da olsun, razıyız buna..."[3]

İşte bütün bunlar Allah Resulü'nün bu olayda tam anlamıyla vazifesini yerine getirdiğini ve İlahi hükmü Müslümanlara savaş öncesi tebliğ ettiğini, fakat maalesef Müslümanların muhalefet ve ihmal yoluna gidip izinsiz esir aldıklarını ve aldıktan sonra da ısrarla esirlerin karşılığında fidye alınmasını Resulullah'a kabul ettirmeye çalıştıklarını gösteriyor.

Bu açıklamalara ters düşen bazı zayıf rivayetler veya yorumlar varsa da onlara itibar edilmemesi gerekir; aksi takdirde zikrettiğimiz mahzurlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Eğer bu konuda Resulullah'a her hangi bir mesuliyet yüklemeğe kalkışır ve güya esir alınması veya esirler karşılığında fidye alınması Resulullah'ın aldığı bir karardı; ama kararında (haşa) hatalıydı dersek, o zaman söz konusu kınama ve azap istihkakı Müslümanlardan hiç birisine yönelik olmamalıdır. Zira Müslümanlar üzerine düşen şer'i vazifelerini (Resulullah'a itaat vazifesini) yerine getirmişlerdir. Aslında onlar bu itaatten dolayı methedilmeyi hak etmişlerdi, kınanma ve tehdidi değil!

Sonra bu konuda Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetlerde alışık bir sahneyle karşılaşıyoruz. Bu kaynaklardan "Muvafıkat-ı Ömer" diye bir unvanla sık-sık karşılaşmak, mümkün. Güya birçok konuda (ki bunların sayısını İbn Hazm ve Suyutî gibi bazı âlimler yirminin üzerine çıkmışlardır) Resulullah (s.a.a) ve 2. Halife Ömer tartışmış veya görüş ayrılığına düşmüşler; ancak sonradan Allah-u Teâlâ Peygamber'ine değil de Ömer'e muvafık olarak ayet indirmiştir! Bedir'de alınan esirler konusunda da benzer sahneyle karşılaşıyoruz. Bazı rivayetlere göre esirlerin öldürülmesini savunan tek kişi Ömer'di ve bu görüşünü Resulullah'a sorunca Allah Resulü bundan rahatsız olup, Ebu Bekir'in görüşüne (ki fidye alınmasını teklif ediyordu) meyletti. Ertesi gün Ömer Resulullah'ın yanına geldiğinde onu Ebu Bekir ile birlikte ağladığını görünce, sebebini sordu; Resulullah (s.a.a) da güya şöyle buyurdu: "Ömer'in görüşüne muhalefet ettiğimiz için az daha büyük bir azaba çarptırılacaktık! Eğer azap inseydi Hattab oğlundan başka kimse kurtulamayacaktı...![4] Zira vahiy Peygamber'in değil Ömer'in görüşüne muvafık olarak inmişti. Bütün bunları görünce, "Madem bu kadar görüşleri isabetli çıkıyordu ve Allah-u Teâlâ çoğu zaman Peygamber'ine değil de ona muvafık vahiy indiriyorduysa, o zaman onu Peygamber seçseydi daha isabetli olmaz mıydı?!" diyesi geliyor insanın içinden.

Kısacası bu ayetlerin muhtevasını ve buraya kadar zikrettiğimiz nükteleri dikkate aldığımızda, yine Allah Resulü'nün içtihad yapmadığını ve vahiyle yönlendirildiğini ancak bu vahiylerin bir kısmının Kur'ânî ve bir kısmının da gayri Kur'ânî olduğunu anlıyoruz.[5]

9- Fetih Suresinin İlk Ayetlerinde Geçen Günahlar Ve Bunların Mağfireti:

Allah Resulü'nün masumiyetini kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri delillerden birisi de Fetih Suresi'nin ilk ayetleridir. Diyorlar ki bu ayetlerde, Allah Resulü'nün günahlarından ve bunların Allah tarafından mağfiret edildiğinden bahsedilmektedir. Bunlar ise açıkça masumiyetin olmadığını göstermektedir.

Bizim bildiğimiz kadarıyla Sünni müfessirler çoğu, genelde bu ayetlerdeki günah ve mağfireti, bilinen şer'i günah ve mağfiret olarak tefsir etmektedirler. Bu tefsire göre (haşa) Allah Resulü'nün geçmişte ve daha sonraları birçok günah işlediği, fakat Allah tarafından affedildiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu görüşü benimseyenlerin, Allah Resulü'nün resmen günah işlediğini kabul etmekten başka çareleri yoktur. Sonra bunu, zelle olarak nitelemekle halletmek de mümkün değildir. Bir kere zelle, küçük hata demektir. Hata, hatadır; insanın onda bir suçu günahı söz konusu değil ki af ve mağfiret söz konusu olmuş olsun.

O zaman, bu ayetleri nasıl tefsir etmek gerekir ki Resulullah'ın masumiyetiyle çelişmesin?

Biz evvela ayetlerde bulunan iki nükteye dikkati çekerek bu ayetlerdeki "Günah" ve "Mağriret" kavramlarının bizim bildiğimiz şer'î günah ve mağfiret olmadığını, daha sonra da bu kavramlarla bu ayetlerde neyin kastedildiğini, Resulullah'ın mutahhar Ehl-i Beyti'nden ve onun ilim ve irfanının mirasçılarından olan Sekizinci İmam, İmam Ali Rıza'nın (a.s) açıklamalarına dayanarak ortaya koyacağız, inşaallah.

Bu ayetlerde Allah-u Teâlâ, nasip kıldığı fetih ve zaferi (ki bundan maksat ya Mekke'nin fethi veya Mekke fethiyle sonuçlanan Hudeybiye antlaşmasıdır), Resulullah'ın günahlarının bağışlanmasına bir sebep olarak beyan etmektedir. Böylesi bir durumda "günah", bildiğimiz şer'î günah olarak algılanırsa, burada bir mantıksızlık söz konusu olmuş olur. Şöyle ki İlahi inayet ve lütuflar, yapılan iyi ameller ve itaatlere karşılık verilir. Günahlar ise cezalandırılmayı veya en azından birtakım İlahi lütuflardan mahrum kalmayı gerektirir. Oysa burada tam tersi bir durum söz konusudur. Yani işlenen günaha karşılık cezalandırma söz konusu olmadığı gibi, verilen fetih, günahların bağışlanmasına bir vesile olarak bildirilmekte ve bir anlamda günahkâr, yaptığı günahından dolayı mükâfatlandırılmaktadır. İşte bu nükteden anlıyoruz ki buradaki günah ve mağfiretten maksat, şer'î günah ve mağfiret olamaz. Bu nükte, bazılarının "Buradaki günahlardan maksat ümmetin günahlarıdır." sözünü de geçersiz kılmaktadır.

İkinci nükte ise şudur ki, âyette "önceki ve sonraki veya geçmiş ve gelecek günahlar"dan bahsetmektedir. Farz edelim ki ayetteki günahtan maksat, şer'î günah olmuş olsun, o zaman da geçmiş günahların bağışlanmasının bir anlamı olabilir de, fakat gelecek (yani henüz işlenmemiş) günahların bağışlanmasının ne anlamı vardır? Kaldı ki bu, açıkça günaha teşvik değil mi? Bu, "Ey Peygamber, sen ileride de günah işlesen bir zararı yok! Nasıl olsa biz seni bağışlamışız." demenin bir başka ifadesi olmaz mı?!

İşte bu iki nükte, bizce açık bir şekilde bu ayetlerdeki "Günah" ve "Mağfiret" kavramlarının şer'î manada kullanılmadığını göstermektedir. Şimdi mutlaka "O zaman hangi manada kullanılmıştır?" diye sabırsızlanıyorsunuzdur. İşte bunu İmam Ali Rıza'nın (a.s) mübarek dilinden öğreneceğiz. Fakat önce şunu belirtmeliyiz ki bu ayetlerin orijinalindeki "zenb" ve "yağfiru-mağfiret" kelimelerinin şer'î değil, lügatteki manaları kastedilmiştir. "Zenb"in Şer'î manası, Allah'a karşı işlenen suç demektir, "mağfiret" ise bu suçun Allah tarafından bağışlanması, affedilmesidir. Ancak lügatte zenb, işlenen her türlü suça denir; kime karşı ve hangi hedefle olursa olsun. Mağfiret ise bu suçun üzerinin örtülmesi, izlerinin ve sonuçlarının kaybolması demektir. Miğfer kelimesi de bu kökten olup başı örten alet anlamınadır. Şimdi gelelim İmam Rıza'nın (a.s) cevabına; Abbasi halifesi Me'mun, bu ayetlerin tefsirini İmam'a sorduğunda, şöyle buyurdu:

"Mekke müşriklerine göre Resulullah'tan (s.a.a) günahı daha ağır olan birisi yoktu. Zira onlar 330 puta tapıyorlardı. Allah Resulü onları tevhide davet ettiğinde, bu onlara çok ağır geldi ve şöyle dediler: "O, bizim bu kadar tanrımızı bir tanrıya mı dönüştürmek istiyor? Ne şaşılacak bir şey!... Biz atalarımızdan böyle bir şeyi asla duymamıştık. Bu olsa olsa büyük bir yalandan ibarettir."

Ama Allah-u Teâlâ (Hudeybiye antlaşmasının ardından) Mekke'nin fethini nasip ettikten sonra, Allah-u Teâlâ buyurdu ki "Ey Muhammed, biz açık bir zafer sana nasip ettik ki, tevhide davet ettiğin için Arap müşriklerine göre (hicret) öncesi ve (hicret) sonrası işlemiş olduğun suç ve günahları Allah onların gözünden silip götürsün. Zira bu fetihle birlikte, artık müşriklerden bir kısmı iman etmiş, bir kısmı ise Mekke'den çıkıp gitmişlerdi ve artık tevhidi, alenen inkar edemiyorlardı. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) onlara göre de suçlu bir kimse olma durumundan çıkmıştı..."[6]

İşte İmam Rıza'nın da buyurduğu gibi, bu ayetlerdeki günahtan maksat, şerî bir günah değil, Allah Resulü'nün müşriklere karşı (onların zannına göre) işlediği suçlardır ki Mekke'nin fethi neticesinde silinip gitti ve Allah Resulü Mekke'ye suçlu ve âsî birisi olarak değil, muzaffer bir komutan ve Allah'ın Resulü olarak girmişti. Böyle bir tefsirle hem zaferle günahların bağışlanması arasındaki ilişki yerini bulmuş oluyor, hem sonraki günahların bağışlanması anlam kazanıyor (ki maksat Medine'ye hicretten sonraki müşriklerin suç addettikleri şeylerdi); hem de ayetler Resulullah'ın masumiyetiyle ters düşmeyecek şekilde gerçek tefsirini bulmuş oluyor.

10- Zeynep bint-i Cahş ile Evliliği:

Masumiyet inancına karşı olanların asıldıkları bir başka konu ise, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Zeyd b. Harise'nin boşadığı eşi Zeynep bint-i Cahş ile evliliği konusunda Kur'ân'da geçen bazı tabirler ve olayla ilgili bazı rivayetlerdir. Onlar bu tabirlerin zahirini ve konuyla ilgili nakledilen bazı uydurma rivayetleri ciddi bir araştırmaya tabi tutmadan ele alıp onlarla Resulullah'ın masum olmadığını ispatlamaya yeltenmişlerdir. Biz önce olayı onların anladığı ve kabul ettiği şekliyle kısaca aktardıktan sonra, hem rivayetlerin sıhhat derecesini, hem de konuyla alakalı ayetlerde asıldıkları bazı cümlelerin gerçek muradını açıklamaya çalışacağız; o zaman Allah'ın izniyle hem olayın onların kabul ettiği şekilde olmadığı, hem de ayetlerde istinad ettiklerin cümlelerin onları hiçbir şekilde desteklemediği ortaya çıkacaktır.

Söz konusu hadise hakkında Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilen rivayetlerden bir tanesi şöyledir:

Taberi, Veheb bin Münebbih'ten şöyle rivayet eder: "Allah Resulü (s.a.a) halasının kızı Zeynep binti Cahş'ı, kendi oğulluğu Zeyd bin Harise'yle nikâhlandırmıştı. Bir gün Zeyd'i görmek için onun evine gittiğinde, kapıda asılı perdeyi rüzgar savurdu ve peygamberin gözü, başörtüsüz halde evinde oturan Zeyneb'e ilişti. İşte bu sırada Allah Resulü (s.a.a) Zeyneb'e aşık oldu. Bu olay üzerine Zeynep kocasından soğudu ve bir gün Zeyd Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna vararak: "Zeynep'ten ayrılmak istiyorum" dedi. Hz. Resulullah (s.a.a): "Ne oldu? Ondan bir yanlışlık mı gördün?" diye sorunca Zeyd: "Hayır dedi, Ey Allah'ın Resulü, vallahi iyilikten başka şey görmedim ben ondan ..."[7]

Buna benzer bir rivayet de Hasan Basrî tarafından aktarılmıştır.

İşte masumiyet karşıtları bu gibi rivayetlere dayanarak, konuyla alakalı ayetleri de yanlış yorumlamış ve böylece kendi iddialarını doğrulamaya gayret etmişlerdir. Önce ayetleri görelim.

"Hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye "eşini yanında tut ve Allah'tan sakın" diyordun; insanlardan da çekinerek, Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun, oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha layıktı. Artık Zeyd ondan ilişkisini kesince biz onu seninle evlendirmiş olduk. Böylece evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri -kadınları boşadıkları- zaman, onları evlenme konusunda mu'minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. * Allah'ın kendisine farz kıldığı bir şeyi yerine getirmede peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur. Bu daha önce gelip geçen ümmetlerde de olan Allah'ın sünnetidir. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. * Ki onlar -o peygamberler- Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'tan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter." (Ahzap, 37-39)

Evet, bu ayetlerden de özellikle iki cümleyi alıp ellerinde koz olarak kullanmaya çalışmışlardır. O iki cümle şunlardır:

a) İnsanlardan da çekinerek..

b) Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun..

Diyorlar ki evvela masum olan Peygamber nasıl olur da Allah yerine insanlardan çekinir? Saniyen O, Zeyneb'e olan aşkını içinde saklıyordu. Ama Allah bilahare bunu ortaya çıkardı ve Zeyd bunu sezince eşini boşamaya karar verdi!! Masum olan bir peygamber bu duruma nasıl düşer?!

Bu sözleri söyleyenler, nasıl olur da gözü kapalı ve hiç hicap duymadan en çirkin şeyleri dahi Allah'ın en sevgili ve değerli kuluna isnad etmekten çekinmez, sıkılmazlar?!! İnsan normal bir kimseye dahi bu tür şeyleri isnad ederken bin düşünüp bir söylemelidir. Kaldı ki hakkında ileri geri konuştukları Seyyid-i Kainat'tır, Server ve Hatem-i Enbiya'dır, Habib-i Kibriya'dır…

Her halükarda önce konu hakkında nakledilen rivayet hakkında bir iki cümle söyleyip ayetlere geçelim. Bu rivayetler iki raviden nakledilmiştir, biri Veheb bin Münebbih diğeri ise Hasan-ı Basri. Bu iki ravi Resulullah'ın bu evliliğiyle ilgili naklettikleri rivayetin benzerlerini Hz. Davud'un, kendi komutanlarından olan Urmiya'nın eşiyle evliliğinin keyfiyeti hakkında da nakletmişlerdir ki insan dile getirmekten dahi haya ediyor. Ama konunun daha iyi anlaşılması için bunlardan kısa olan birisini nakletmeye mecburuz:

Taberi ve Suyuti, tanınmış tefsirlerinde Hasan Basri'den şu rivayeti naklederler:

"Hz. Davud (a.s) günlük veya haftalık zamanını 4'e ayırmıştı. Her gün vaktinin belli bir kısmını kadınlarına, bir kısmını ibadete, bir kısmını yargı ve hakemliğe, bir kısmını da İsrailoğullarını ziyarete ve dostluk görüşmelerine ayırırdı, bu ziyaretlerde onlarla konuşur, sohbet eder, dînî konuşmalar yapar ağlar ve onları da ağlatırdı.

Bu ziyaret ve görüşme vakitlerinden biriydi, Davud, yanındaki İsrailoğullarına "Buyrun, sözünüzü söyleyin" dedi, onlardan biri "İnsanın hiç günah işlemediği bir gün olmuş mudur?" diye sordu. Bunun üzerine Davud, kendisinin böyle -günah işlemeyen- biri olduğunu geçirdi içinden.

İbadet vakti gelince Davud kapıları kapatarak rahatsız edilmemesini istedi ve Tevrat'ı tilavete koyuldu. Tevrat okuduğu sırada altın sarısı bir güvercin gelip tam önüne konuverdi, çok güzel ve alımlı bir güvercindi. Davud onu yakalamak isteyince uçup biraz ötede yere kondu. Davud, yıkanmakta olan çok güzel bir kadını görerek ona aşık oldu. Davud'un gölgesini -veya siluetini- gören kadın hemen saçlarını çözerek vücudunu gizlemeye çalıştı ki onun bu davranışı Davud'un ona duyduğu ilgiyi daha da kırbaçladı.

Davud, o kadının kocasını özel bir savaş vazifesiyle görevlendirmişti. "Falanca yerlere git, filan yerlerde savaş" diye ona mektup yazdı ve onu, sonu mutlaka ölüm olan tehlikeli bir göreve gönderdi. Adam emri yerine getirdi ve o savaşta öldü, Davud da onun dul karısını nikâhladı!"[8]

Veheb bin Münebbih'in naklettiği ise daha geniş ve daha iğrenç şeyleri içermektedir.[9]

Şimdi asıl konumuza dönelim.

Bu iki ravinin biyografisi konusunda şu ilginç noktayı hatırlatmamız yeterli olacaktır. Bunların her ikisi de Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından yıllar sonra dünyaya gelmiş olduklarından, Resulullah'ın zamanında vuku bulmuş bir hadiseye bizzat şahid olmaları mümkün değildir. Mevzuyu bizatihi aktarmaları elbette ki kesinlikle inandırıcı değildir. Bu iki şahsın aynı hadiseyi hiçbir senet ve aracı göstermeden doğrudan doğruya rivayet etmiş olması bir hayli düşündürücü değil midir?![10]

Rivayetin muhtevasına gelince, görüldüğü gibi bu rivayetin ekseni Zeynep'tir; onu başı açık bir halde -yüzünü- gören Allah Resulü (s.a.a)'in hemen ona vurulup gönlünü kaptırdığı iddia edilmektedir. Güya bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) onun Zeyd'den boşanmasını ve kendisiyle evlenmesini arzulamış ve bunu da kalbinde saklı tutup kimseye açamamıştır(!)

Bu uyduruk rivayetin en bariz tutarsızlığı, evvelâ Zeyneb'in Hz. Resulullah (s.a.a)'in halakızı olması ve çocukluktan itibaren birlikte büyüdükleri için birbirlerini zaten yeterince görmüş olmalarıdır. İkincisi ve daha da önemli olanı, hicab -örtünme- ayetinin, Zeynep'le evlilikten çok sonra inmiş olmasıdır!!

Bu durumda Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) kendi halakızları olan Zeyneb'i defalarca hicapsız olarak gördüğü halde, Zeyd'in evinde bir kez başı açık görmekle ona vurulmayacağı apaçık ortadadır.

Bütün bunlar bir tarafa, Allah-u Teâlâ'nın "mükemmel insan örneği" olarak yaratmış olduğu Hz. Resulullah'ı (s.a.a) evli bir kadına gönül verecek kadar şehvetine düşkün ve nefsi zayıf biri derecesine indirerek süflileştiren bu tür rivayetler elbette ki O yüceler yücesine iftira olup, kim tarafından rivayet edilirse edilsin apaçık bir yalan ve iftiradır!

* * *

Şimdi bu hadisenin aslını, siyer kaynaklarından aktaralım:

Müslümanlar Medine'ye hicret ettikten sonra Abdulmuttalib'in kızı olan Emiyme'nin kızı Zeyneb'e sahabeden bazıları elçi geldiler. Zeyneb, kardeşini Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna göndererek o hazretin fikrini sordu. Allah Resulü:

- Allah'ın kitabı ve Resulünün sünnetini ona öğretebilecek olan birine ne dersiniz? buyurdular.

Zeynep bunun kim olduğunu sorduğunda hazret "Zeyd" buyurdular. Bu ismi duyunca Zeynep pek rahatsız olmuş ve meseleyi İslam inancı yerine kavmî ve ailevî taassupla değerlendirerek şöyle demişti:

- Ya Resulullah! Halanın kızını kendi azadlı kölene mi lâyık buluyorsun yani?! Onunla evlenmem mümkün değil! Ben ailevi açıdan ondan daha soyluyum, ailemin seçkin kızıyım ben!

Zeyneb'in bu sözleri üzerine Ahzâb Suresi'nin 36. ayeti nazil oldu. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyordu:

"Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman mu'min olan bir erkek ve mu'min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır."

Bu ayet üzerine Zeynep hiçbir itirazda bulunmayacak ve Hz. Resulullah'ın siyah bir Habeşli kadın olan Ümm-ü Eymen'le evlendirdiği ve ondan Usame'nin dünyaya gelmiş olduğu Zeyd'le evlenecek ve onun 2. karısı olacaktı.

Zeynep, Zeyd'e karşı geçimsiz davranıyor, ona sinirleniyor, ikide bir Zeyd'in ona lâyık olmadığını söyleyerek onu aşağılıyordu. Zeyd durumu birkaç kez Resulullah'a (s.a.a) açtı ve Allah Resulü de sabretmesini tavsiye etti, ama bu evlilik uzun sürmedi ve Zeyd sonunda Zeyneb'i boşamak zorunda kaldı.

Allah-u Teâlâ'nın yüce takdiri böyleydi; Araplar arasında cahiliyet döneminden kalma "babalığın, evlatlığın boşadığı kadınla evlenemeyeceği" şeklindeki yanlış geleneğin bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ameliyle değişip düzelmesi için bu evlilik ve boşanmanın ve ardından Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Zeynep'le evlenmesi önceden takdir olunmuş ve Allah-u Teâlâ da bunu Hz. Resul-i Ekrem'e vahiyle bildirmişti. Ancak Hz. Resulullah (s.a.a) insanların cahiliyet taassubuyla "oğlunun boşadığı karısını babası aldı" demelerinden çekindiği için daha önceden kendisine vahiyle inen bilgiyi kimseye açıklamayıp kendi içinde saklı tutarak Zeyd'e "Karını boşama, onunla geçinmeye çalış ve Allah'tan kork" buyurmuştu.

Ne var ki Zeyd, Zeyneb'in geçimsizliğine daha fazla tahammül edemeyecek ve onu boşayacaktır.

Zeyneb'in iddet süresi tamamlanınca söz konusu ayetler (Ahzâb, 37- 40) bir arada Hz. Resulullah'a (s.a.a) inerek meselenin içyüzü açıklanmış ve "evlat edinme" olayının İslam'daki hükmü belirtilerek şöyle buyrulmuştu:

"Zeyd onu -Zeyneb'i- boşayınca biz onu seninle evlendirmiş olduk ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri -kadınları boşadıkları- zaman onlarla evlenme konusunda mu'minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu bir şeyi yerine getirmede peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur. Bu daha önce gelip geçenlerde de olan Allah'ın sünnetidir. Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir. (...) Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, ancak o, Allah'ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."

Yine aynı surenin 4. ve 5. ayet-i kerimesinde de şöyle buyrulur:

"...Evlatlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu sizin yalnızca ağzınızla söylediğiniz bir şeydir, Allah ise hakkı söyler ve doğru yola yöneltip iletir. Onları -evlatlıklarınızı- babalarına nispet ederek çağırın, bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır..."

Zeyd'le Zeyneb'in evlenmesi olayında Hz. Resulullah (s.a.a) kendi halasının kızı olan ve Kureyş'in önde gelen "soylu" bir ailesine mensup bulunan Zeynep'le; kabilevî açıdan Kureyş'ten çok aşağı sayılan ve daha önce Hz. Peygamber (s.a.a)'in kölesi olduğu halde sonradan o Hazret tarafından âzad edilen "dünün kölesi, bugünün azatlısı siyah derili Zeyd"i evlendirmek suretiyle gerçekte büyük bir sosyal ıslahatta bulunuyor ve o güne değin Arap cahiliyet geleneklerinin önemli kurallarından biri olan "herkes kendi dengiyle evlenebilir ancak" şeklindeki bâtıl bir geleneği bilfiil "geçersiz" ilan etmiş oluyordu.

Bu olay bütün Mekke'yle Medine'de günün konusu olmuş, ancak böylesine büyük bir sosyal inkılabın gürültüleri henüz dinmeden Allah-u Teâlâ Peygamber'ine yeni bir görev daha iblağ ederek Zeyd'in boşadığı Zeyneb'i iddet süresinden sonra bizzat kendisine nikahlamasını emretmişti! Böylece cahiliyet döneminde kalma" evlatlık öz evlatla aynı fıkhî işleme tabidir" ve bu cümleden olmak üzere "evlatlıkla babalık, yekdiğerinden dul kalan kadınla evlenemezler" şeklindeki bâtıl bir gelenek daha yıkılmış ve yerini İslâmî doğrulara bırakmış oluyordu. Hz. Resulullah (s.a.a)'in bu sünneti ve uygulaması, İsrailoğulları arasındaki bir cahiliyet kuralının yerine İslam hükmünü ikame edebilmek için savaşta ölen Urya'nın dul karısıyla evlenip yüzyıllar boyunca süregelen kemikleşmiş bir yanlış uygulamayı kıran Hz. Davud'un (a.s) uygulamasıyla büyük benzerlikler taşımaktadır ki, Allah'tan başka ilah tanımayan ve insan topluluklarında zamanla oluşup yerleşmiş batıl inanç ve kuralları ıslah için görevlendirilmiş bulunan hak peygamberlerin davranış ve eylemlerindeki bu ıslahatçı tutum ve benzerlikler, aynı İlahi kaynaktan beslendiği ve aynı merkezden gelen emirleri uyguladıkları için hiç de şaşırtıcı değildir aslında.

Allah'ın ilâhî risaletle görevlendirmiş olduğu peygamberler ilâhi hükümlerin icrasında daima öncü olmuş ve ilk adımı kendileri atmışlardır. Nitekim Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) efendimiz cahiliyet döneminden beri bütün bir Arabistan Yarımadasın'da zamanla gelenekleşmiş olan faiz şart ve kurallarıyla, intikam ve kan davası ile ilgili câhili kanun ve kuralların tamamını ilk kez Veda Haccı'nda bâtıl ilan ederken de yine kendi ailesinden işe başlamış ve kendi amcası Abbas'ın faiz alacaklarının tamamının bundan böyle geçersiz ve batıl olduğunu, keza kendi amcaoğlunun cahilî bir girişimle dökülen kanının davasına girişmeyeceklerini ve kendilerinin bu kandan ilâhi hüküm gereğince artık vazgeçmiş olduklarını ve kimsenin de artık bu kan davasını gütme hakkı taşımadığını ilan etmiştir[11]

Evet, Hz. Davud'un (a.s) Urya'nın duluyla evlenmesi ve Hz. Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) oğulluğu Zeyd'in duluyla nikâhlanması hadiselerinin aslı özetle böyledir. Ne var ki, geçmiş peygamberlerin kıssalarının teviline karıştırılan israiliyatlar ve benzeri mevzularda çeşitli neden ve etkenlerle uydurulmuş bulunan asılsız rivayet ve nakillerin basit bir dikkatsizlik neticesinde bazı İslam tefsir ve kaynak eserlerine sızmış olması neticesinde bu gibi daha nice mevzular tarihin karanlık labirentlerinde kalmış ve araştırmacıların birçok meselede hataya düşerek nice hakkı batıl, nice batıl şeyleri de hak zannetmelerine neden olmuştur.

Yine bu tür israiliyatların yardımıyladır ki İslam tarihinde nice şehvetperest egemenler fesat ve şehvetperestliklerine dînî kılıflar uydurmuş ve kendi hayvanî çehrelerini masum gösterebilmek için Allah'ın has kulları olan peygamberler ve evliyaullaha bu tür iftiralarda bulunmaktan çıkar ummuşlardır. Nitekim Yezid bin Muaviye'yle ondan sonra tahta geçen Mervanoğulları'nın işlemiş olduğu affedilmez hatalar ve beyanı dahi iğrenç olan büyük günahlarla fesat ve ahlâksızlıklar; hilafet okulu mensuplarının Allah'ın has kulları olan peygamberlere de -Allah'ın selam ve salâtı cümlesine olsun- en çirkin amelleri dahi yakıştırabilme gaflet ve bahanesini vermiş, gerçekte Allah-u Teâlâ'nın her nevi günahtan arındırmış olduğu peygamberlerin de pekalâ günahkâr oldukları zannını yaratmalarına neden olmuş ve o yüce peygamberler hakkındaki ayetlerin tevili yoluyla, bazı halifelerin işlemiş olduğu nice fesat ve ahlaksızlığın sessizce geçiştirilmesine, hatta eleştirilmelerinin bile men edilmesiyle sonuçlanacak boyutlara varmasına neden olmuştur.

Bu uzun açıklamanın ardın özetlemek gerekirse, evvela söz konusu rivayetler, tümden yalan ve iftiradır. Allah Resulü'nün Zeynep'le evliliği (hâşâ) bir aşık olma falanın neticesi değil, iki önemli hedef taşıyordu: Birincisi cahliyet zamanından kalan evlatlığa her yönden gerçek evlat muamelesi yapılmasının yanlışlığını bizzat Allah Resulü'nün eliyle düzeltilmesi, İkincisi Zeyd'le sırf Allah ve Resulü'nün emri üzere evlenen ve daha sonra da boşanma olayıyla iyice sarsılan Zeyneb'in onurunun tamir edilmesi.

Korku ve çekince meselesine gelince, aynı surenin yukarıdaki ayetlerin ardında yer alan ayetten de anladığımız gibi Resulullah'ın bu korku ve çekincesi hâşâ maddi ve dünyevi bir korku değildi. Çünkü söz konusu ayet açıkça Allah'ın elçilerinin sadece Allah'tan korktuklarını ve Ondan başka kimseden korkmadıklarını beyan etmektedir. (Ahzap, 39) Allah Resulü'nün çekincesi manevi bir çekinceydi. O da insanların olayı yanlış yorumlayarak dine ve dinin elçisine soğumaları ve olumsuz bir gözle bakmalarıydı. Ama Allah-u Teâlâ birçok yerde olduğu gibi burada da Resulü'ne o kadar da kendisi sıkmaması gerektiğini ve insanların kaygılarından çok İlahi emirlerin uygulanmasını göz önünde bulundurmasını emretmiştir. Dolayısıyla burada da masumiyete ters düşecek bir durum söz konusu değildir.

11- Resulullah'ın Münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selül'e Cenaze Namazı Kıldırdığı İddiası:

Muhaliflerin masumiyete aykırı bir delil olarak ileri sürdükleri bir iddia ise, güya Resulullah'ın münafıkların başı Abdullah bin Übey'e cenaze namazı kılmak istemesi, hatta kıldığı iddiasıdır. Onlar, Tevbe suresinin 80 ve 84. ayetlerindeki ifadeleri de bazı rivayetlere dayanarak buna delil olarak göstermişlerdir.

Merhum Allâme Tabâtabâî bahsi geçen ayetlerin tefsirinde konuyla ilgili rivayetleri toplu halde zikredip kapsamlı bir tahlilini yapmıştır ki bu iddialara cevap olarak bu tahlilin zikredilmesinin yeterli olacağı kanaatindeyiz:

"Onlar için Allah'tan ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de yine Allah onları affetmeyecektir. Bu, onların Allah'ı ve Resulünü inkâr etmelerinden dolayı böyledir. Allah, böylesine baştan çıkmış fasıklar güruhuna hidayet etmez."

"Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabirinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler." (Tevbe, 80 ve 84)

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde: "Onlardan... hiçbirine asla namaz kılma" ifadesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, İbn Ebî Hâtem, İbn Munzir, Ebu'ş-Şeyh, İbn Murdeveyh ve Beyhakî'nin ed-Delail adlı eserde İbn Ömer'den şöyle rivayet ettikleri belirtiliyor: "Abdullah b. Ubey b. Selul ölünce, oğlu Abdullah Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve babası için kefen olarak kullanmak üzere gömleğini istedi. Peygamberimiz (s.a.a) gömleğini verdi. Sonra babasının cenaze namazını kılmasını istedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) cenaze namazını kılmak üzere yerinden kalktı.

Bu sırada Ömer b. Hattab yerinden kalktı ve Peygamberimizin (s.a.a) elbisesini tutup çekti ve dedi ki: "Ya Resulullah, sen onun namazını mı kılacaksın? Allah, münafıkların cenaze namazını kılmanı yasaklamadı mı? Peygamberimiz (s.a.a) şu karşılığı verdi: "Rabbim "Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek" buyurarak tercihi bana bıraktı. Ben de yetmiş kereden fazla af dileyeceğim. (Ömer,) o bir münafıktır dedi; (ama Resulullah dinlemedi) ve onun cenaze namazını kıldı. Bunun üzerine yüce Allah: "Onlardan ölmüş olan hiçbirisine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma" ayetini indirdi. Bundan sonra peygamberimiz (s.a.a) münafıkların cenaze namazlarını kılmadı.

Allame Tabâtabâî daha sonra şöyle devam ediyor: Bu anlamı destekleyen başka rivayetler de vardır. Hadis kaynaklarında yer alan bu rivayetler Ömer b. Hattâb, Câbir ve Katâde'den aktarılmışlardır. Bu rivayetlerin bazısında Peygamberimizin (s.a.a) Abdullah b. Ubey'i kendi gömleğiyle kefenlediği, vücuduna üflediği, bizzat kabrine inerek onu kabre yerleştirdiği dile getiriliyor!

Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Ahmed, Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbn Ebî Hâtem, en-Nahhâs, İbn Hibbân, İbn Murdeveyh ve Ebu Nuaym el-Hilye adlı eserde İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Ömer'in şöyle dediğini duydum: "Abdullah b. Ubey ölünce, cenaze namazını kılması için peygamberimizi çağırdılar. Peygamberimiz de (s.a.a) namazını kılmak üzere ayağa kalktı. Namaza durduğu sırada ona dedim ki: Şunu şunu ve şunu söyleyen -onun geçmişinden örnekler veriyordum- Allah'ın düşmanı Abdullah b. Ubey'in namazını mı kılıyorsun?" Ben bunları söylerken Peygamberimiz (s.a.a) bir yandan gülümsüyor, bir yandan da diyordu ki: "Ey Ömer, uzak dur benden. Bu hususta tercih bana bırakıldı, bana denildi ki: "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de..." Eğer yetmiş kereden fazla af dilemem durumunda onun bağışlanacağını bilsem, daha fazla dilerdim. Sonra cenaze namazını kıldı. Kabrine konulup defin işlemleri tamamlanıncaya kadar ona eşlik etti.

Ben de kendime ve Resulullah karşısındaki cüretkâr tavrıma hayret ediyordum. Allah ve Resulü daha iyi biliyorlardı. Çok geçmeden şu iki ayet indi: "Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma." Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.a) vefat edinceye kadar hiçbir münafığın cenaze namazını kılmadı.

Aynı eserde belirtildiğine göre, İbn Ebî Hâtem eş-Şa'bî kanalıyla Ömer b. Hattâb'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İslâm'da bir kere ayağım kaydı, bir daha o şekilde sürçmedi. Peygamberimiz (s.a.a) Abdullah b. Ubey'in cenaze namazını kılmak istedi. Ben de elbisesinden tutup engel olmaya çalıştım. Dedim ki: Allah'a yemin ederim ki, Allah sana böyle bir şey yapmayı emretmedi. Allah: "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek" buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: "Allah, onlar için ister af dile, ister dileme..." demek suretiyle tercihi bana bırakmıştır.

Resulullah (s.a.a) Abdullah b. Ubey'in mezarının kenarında oturdu. Bu sırada insanlar, Abdullah b. Ubey'in oğluna: Ey Habbâb, şunu yap, ey Habbâb şöyle yap, diyorlardı. Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: Habbâb şeytanın adıdır. Sen Abdullah'sın!...

Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Taberânî, İbn Murdeveyh ve Beyhakî ed-Delâil adlı eserde İbn Abbâs'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Abdullah b. Ubey, oğlu Abdullah'a dedi ki: Benim için Resulullah'tan bir giysi iste ve o giysiyi bana kefen yap. Benim cenaze namazımı kılmasını iste. Oğlu Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek şunları söyledi: "Ya Resulullah, Abdullah'ın şerefini biliyorsun. O kendisi için kefen olarak kullanılmak üzere senin bir giysini, ayrıca senin de onun cenaze namazını kılmanı istedi."

Bu sırada Ömer dedi ki: "Ya Resulullah, Abdullah'ı ve münafıklığını biliyorsun. Allah, onun cenaze namazını kılmanı yasakladığı hâlde, namazını mı kılacaksın?" Peygamberimiz (s.a.a): "Nerede yasaklanmış?" diye sordu. Ömer şu ayeti okudu: "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek?" Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: "Bende yetmiş kereden fazla af dileyeceğim!" Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma." Peygamberimiz (s.a.a) bu ayetin indiğini Ömer'e bildirdi. Sonra Yüce Allah şu ayeti indirdi: "Olar için af dilesen de, dilemesen de birdir."

Allâme Tabâtabâî daha sonra şu tespitlerde bulunuyor: Resulullah efendimizin (s.a.a) Abdullah b. Ubey için af dilediği ve cenaze namazını kıldırdığıyla ilgili rivayetler birtakım çelişkiler, birbirini çürütmeler içermenin yanı sıra, kendi içlerinde de birbiriyle çakışmaktadırlar. Bu bakımdan ayetlerle bağdaşmadıkları, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıktır.

Birincisi: "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek" ifadesi gayet net olarak ortaya koyuyor ki, ayet, münafıklar için af dilemenin onlara bir yarar sağlamayacağını vurgulama amacına yöneliktir. Peygamberimizi iki şıktan birini tercih etmek üzere serbest bırakma maksadına yönelik değildir. Kullanılan sayı (yetmiş defa) da abartılı çokluk ifade etmek içindir. Yoksa yetmiş sayısının bir özelliği söz konusu değildir. Yani amaç yetmiş kereden fazla bağışlama dilemenin affetme ümidini doğuracağı mesajını vermek değildir.

Sonra Peygamberimiz (s.a.a) ayetin bu anlamını kavramamaktan, dolayısıyla ayeti kendisine sunulan bir tercih imkânı gibi kullanmaktan, "Ben yetmiş kereden fazla af dileyeceğim" demekten, bir başkasının ona ayetin anlamını hatırlatmış olmasından, buna rağmen, Allah, münafıkların namazını kılmasını ve onlara yönelik diğer eylemlerini yasaklayan bir başka ayet indirinceye kadar bu cehaletinde ısrar etmekten münezzehtir. O bu tür yakıştırmalardan uzaktır.

Kaldı ki: "Onlar için ister af dile, ister dileme..." ..."Onlar için af dilesen de, af dilemesen de birdir." ..."Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma" ifadeleri gibi, münafıklar için af dilemeyi, onların cenaze namazlarını kılmayı konu alan ayetler, onlar için af dileme ve namaz kılma yasağını onların kâfirlikleriyle, fâsıklıklarıyla gerekçelendiriyorlar. Hatta müşrikler için af dilemeyi yasaklayan: "Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, Allah'a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır nede inananlara." (Tevbe, 113) ayeti de af dileme yasağını, onların kâfir oluşlarıyla ve cehennemde ebediyen kalacak oluşlarıyla gerekçelendiriyor. Böyleyken onlar için af dilemenin ve cenaze namazlarını kılmanın caizliği nasıl tasavvur edilebilir?

İkincisi: "Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma" ifadesinin de yer aldığı ayetler grubunun akışı, bu ayetin Peygamberimizin Tebük seferine çıktığı esnada ve henüz Medine'ye dönmemişken indiğini gösteriyor; Hicretin sekizinci yılında yani. Abdullah b. Ubey ise, hicretin dokuzuncu yılında Medine'de ölmüştür. Bütün bu gerçekler rivayet yoluyla bilinen kesin olgulardır.

O hâlde rivayetin birinde yer alan: "Resulullah, Abdullah b. Ubey'in cenaze namazını kıldı, sonra onun kabrinin başında da durdu. Bunun üzerine: "Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma" ayeti indi" şeklindeki değerlendirme hangi somut gerçeklere dayanıyor?!

Bundan daha ilginç olanı, önceki rivayetlerin birinde yer alan şu ifadedir: "Ömer Peygamber'e dedi ki: "Allah, münafıkların cenaze namazını kılmanı yasakladığı hâlde, bu adamın namazını mı kılacaksın?" Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: "Allah, tercihi bana bıraktı." Ardından yüce Allah: "...hiçbirine asla namaz kılma" ayetini indirdi."

Daha da tuhaf olanı, sunduğumuz rivayetlerin sonuncusunda yer alan: "Onlar için af dilesen de, af dilemesen de birdir" ayetinin inişiyle ilgili açıklamadır. Bilindiği gibi bu ayet, Münafikun Suresi'nde yer alır. Bu sure ise, hicretin beşinci yılında, Mustalik oğulları savaşından sonra inmiştir. Abdullah b. Ubey ise, o sırada yaşıyordu. Üstelik bizzat Münafikun Suresi'nde, onun: "Medine'ye döndüğümüzde üstün olanlar alçak olanları oradan mutlaka çıkaracaktır" sözü de aktarılmıştır.

Bazı rivayetlerde ve bu rivayetleri desteklemeye yönelik yorumlarda deniliyor ki: Peygamberimiz (s.a.a) Hazreç kabilesine mensup bazı münafıkların kalplerini İslâm'a yöneltmek için Abdullah b. Ubey için af dilemiş ve onun cenaze namazını kılmıştır. Böyle bir şey olabilir mi? Hz. Peygamber (s.a.a) münafıkların kalplerini İslâm'a yöneltmek, onlara hoş görünmek uğruna ayetlerin içerdiği apaçık hükümlere aykırı bir tutum sergileyebilir mi? Kaldı ki, Yüce Allah, böyle davranması durumunda kendisini şiddetle cezalandıracağını belirtmiştir. "O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık." (İsrâ, 75) Demek ki, bu rivayetler uydurmadır. Kitaba ters düşen bu mevzu hadisleri elinin tersiyle itmek gerekir.

12- Resulullah'ın (s.a.a) Müşrik Birisine İstiğfar Ettiği İddiası:

İleri sürdükleri bir başka delil, güya Resulullah'ın Tevbe suresi 113. ayete aykırı olarak akrabalarından olan müşrik birisine istiğfar etmesidir. Onlar, Hz. Ebu Talib'i (hâşâ) müşrik bildikleri için bazı sahte rivayetlere de dayanarak bu olayın Hz. Ebu Talib hakkında vuku bulduğunu söylemişlerdir. Konuyla alakalı olduğunu iddia ettikleri ayetin metni şöyledir:

"Ne peygambere, ne iman edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere istiğfar etmek yoktur." (Tevbe, 113)

* * *

Konuyla alakalı dayandıkları bazı rivayetler:

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde, "Allah'a ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara." ayetiyle ilgili olarak İbn Ebî Şeybe, Ahmed, Buhârî, Müslim, Nesaî, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebî Hâtem, Ebu'ş-Şeyh, İbn Mürdeveyh ve Beyhakî'nin "ed-Delâlil" adlı eserinde Said b. Müseyyeb'den, onun da babasından şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: "Ebu Talib ölüm döşeğine düşünce Resulullah Efendimiz (s.a.a) yanına gitti. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de orada bulunuyorlardı. Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: Amcacığım, Lailâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) de ki, Allah katında bununla seni savunayım." Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye atıldılar: "Ey Ebu Talib, yoksa sen Abdulmuttalib'in dinini terk mi ediyorsun?" Peygamberimiz (s.a.a) bu öneriyi tekrarladıkça Ebu Cehil ve Abdullah da tepkilerini ortaya koyarak onu caydırıyorlardı. Ebu Talib son olarak onlara şöyle söyledi: "Ben Abdulmuttalib'in dini üzereyim." Lalilâheillallah demekten kaçındı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Vazgeçirilmediğim sürece senin için af dileyeceğim." Bu olay üzerine, "Ortak koşanlar için af dilemek ne Peygamber'e yaraşır, ne de inananlara." ayeti indi. Allah Ebu Talib'le ilgili olarak da peygamberimize hitaben şu ayeti indirdi: "Sen sevdiğini hidayet erdiremezsin, fakat Allah dilediğini hidayete erdirir."

Bu anlamda başka rivayetler de Ehlisünnet kaynaklarında yer almaktadır. Bu rivayetlerin birinde, Müslümanların peygamberimizin müşrik amcası için af dilediğini gördüklerinde müşrik babaları için af dilemeye başladıkları, bunun üzerine yukarıdaki ayetin indiği belirtiliyor.

Cevap: Evvela daha önce de vurguladığımız gibi bu tür emirler, birer tedbirdir ve konunun önemini ve kimsenin hükümden istisna edilmediğini, Peygamber de dâhil her kesin bu İlahi hükme dâhil olduğunu vurgulamak, yine "kızım sana diyorum, gelinim sen anla" babından dolaylı mesaj vermek içindir. Ama illa da böyle bir şey vuku bulmuş da ondan dolayı ayet inerek bundan nehyetmiştir, demek değildir. Yoksa benzer hitapların hepsinde aynı şeyi söylememiz gerekir. Daha önce Allah Resulü'ne "Allah'tan gayrı ilah edinme" "Puta tapma" gibi bazı hitapları nakletmiştik. Hâşâ Allah Resulü daha önce başka ilah mı edinmişti, puta mı tapıyordu?

Saniyen Ehlibeyt İmamları'ndan (a.s) gelen rivayetlerde, ittifakla Ebu Talib'in Müslüman olduğu, ancak Peygamber'i (s.a.a) himaye edebilmesi için Müslümanlığını açıklamadığı belirtiliyor. Sahih kanallarda, Ebu Talibe ait oldukları belirtilen birçok şiirde, onun tevhide inandığına, peygamberliği onayladığına ilişkin somut ifadeler yer alır. Dolayısıyla kendilerini Ehlibeyt gibi nurlu ve şaibesiz bir kaynaktan mahrum kılanların, Emevi uydurması rivayetlere dayanarak böyle bir sonuca gitmeleri doğaldır aslında.

13- Vahyin Kesilişi İddiası:

Masumiyet inancına karşı gelenler bir de Taberî gibi Yahudi ve Hıristiyan kaynaklı efsanelerden temiz olmayan bazı tarihlerde nakledilen "inkita-ı vahy" (vahyin kesilişi) isimli bir efsaneye dayanarak ve bazı ayetleri de bu efsaneye uyarlayarak güya Allah Resulü'nün (s.a.a) bir hata yaptığını ve bundan dolayı da adeta bir ceza olarak bir müddet vahyin kesildiğini iddia etmektedirler. Bu konuda özellikle iki rivayeti çokça kullanmaktadırlar:

a) Yahudiler Peygamber'in huzuruna gelip üç mesele (ruh, Ashâb-ı Kehf ve Zü'l-Karneyn) hakkında bazı sorular sordular. Peygamber, "İnşallah" demeden, "yarın ge­lin cevabınızı vereyim" dedi. Bunun için vahiy kesildi.

b) Osman, hediye olarak Peygamber'e biraz hurma veya üzüm gönderdi. Bir dilenci Peygamber'in kapısına geldi, Peygamber onu dilenciye verdi. Osman onu dilenciden satın aldı ve tekrar peygamber'e gönderdi. Yine dilenci peygamberin kapısına gitti ve aynı iş üç kere tekrarlandı.

Sonuncu defa peygamber yumuşakça: "Sen dilenci misin, tüccar mısın?" buyurdu. Dilenci, peygamber'in bu sözüne darıldı ve vahiy bu sebeple kesildi.

Bu konuda aşağıdaki ayetlerin de indiğini iddia etmektedirler:

"Hiçbir şey için, Allah'ın dilemesi dışında: "Ben yarın onu yapacağım deme" * Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Ve unuttuğun vakit Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir." de." (Kehf, 23-24)

"Andolsun kuşluğa * Ve geceye, karanlığı iyice çöktüğü zaman, * Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı da. * Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. * Elbette Rabb'in sana verecek, böylece sen hoşnut olacaksın. * Seni yetim bulup da barındırmadı mı? * Ve seni yol yitirmiş bulup da, yol göstermedi mi sana? * Ve seni yoksul bulup da zengin etmedi mi? * Öyleyse, sakın yetimi üzüp, kahretme, * İsteyip dileneni de azarla­yıp, kovma; * Rabbinin nimetini de anlat." (Duhâ, 1-11)

Cevap: Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu gibi İlahi emirleri, illa da yapılan bir yanlışı düzetmeye yönelik olarak algılamamalıyız. Bunlar ya Allah-u Teâlâ'nın Resulü'nü korumaya yönelik tedbirleridir. Ya da zahirde Resulü'ne hitap etmekle birlikte, asıl muhatap ümmetidir kendisi değil. Daha önce buna bazı örnekler zikretmiştik.

Şimdi nakledilen "vahyin kesilmesi" iddiası hakkındaki rivayetleri incelemeye çalışalım.

Evet değindiğimiz gibi bazı tarihçiler, özellikle de Taberî, vahyin kesilişi (inkıta-i vahiy) adında bir meseleyi söz konusu edip şöyle diyorlar: "Resulullah, o meleği görüp ilk vahyi aldıktan sonra, Allah-u Teâlâ ka­tından tekrar vahiy gelmesini bekliyordu. Fakat artık ne o güzel melekten bir haber vardı, ne de o gaybî mesajdan."

Bizce şayet bi'setin evvelinde bir müddet vahyin kesildiğini kabul et5sek dahi, bu, Kur'ân'ın tedrici nüzulünden başka bir şey değildir.

Aslında bir takım maslahatlardan dolayı ilahi irade, Kur'ân'ın yavaş yavaş nazil olmasına yönünde tecelli etmişti. Ancak bi'setin evvelinde, vahiy daha yeni gelmeye baş­ladığı için vahyin arası kesilince, bu "inkıta-i vahiy" olarak telakki edildi. Yoksa "inkita-i vahiy" diye bir şey söz konusu değildi.

Bu mesele, art niyetli yazarların elinde bir bahane teşkil ettiği için konuyu daha iyi açıp "vahyin kesilişi" diye bir meselenin gerçek olmadığını ve Kur'ân ayet­lerinin bu meseleye tatbik edilişinin temelsiz olduğunu ispatlamak istiyoruz.

Önce hadiseyi aynen Taberî'nin naklettiği gibi aktaralım:

"Vahy kesilince, Peygamber'in bi'setin başlangıcındaki şek ve şüpheleri tekrar baş­ladı. Hatice de onun gibi şüpheye kapıldı ve: "Allah seninle ilişkisini kesmiştir sanı­yorum" dedi. Peygamber, bu sözü duyduktan sonra Hira dağına doğru yola koyuldu. Bu sırada Cebrail nazil oldu ve Peygamber'e aşağıdaki ayetlerle hitabetti:

"Andolsun kuşluğa * Ve geceye, karanlığı iyice çöktüğü zaman, * Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı da. * Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. * Elbette Rabb'in sana verecek, böylece sen hoşnut olacaksın. * Seni yetim bulup da barındırmadı mı? * Ve seni yol yitirmiş bulup da, yol göstermedi mi sana? * Ve seni yoksul bulup da zengin etmedi mi? * Öyleyse, sakın yetimi üzüp, kahretme, * İsteyip dileneni de azarla­yıp, kovma; * Rabbinin nimetini de anlat." (Duhâ, 1-11)

Bu ayetler indikten sonra Peygamber, fevkalade sevindi ve hakkında söylenilen­lerin hepsinin yalan olduğunu anladı"

* * *

Tarih Değil, Efsanedir:

Hatice'nin hayatı, tarihte kaydedilmiştir. Peygamber'in (s.a.a) güzel huyları, iyi davra­nışları, hâlâ gözlerinin önünde olan ve Rabb'ini adil bilen Hatice, nasıl olur da birden bire Allah'ın ve Resulü'nün hakkında böyle bir su-i zanda bulunur acaba?

Nübüvvet makamı, yüce sıfatlar ve güzel huylara sahip olmaksızın hiçbir kimse­ye verilmez. Resulullah (s.a.a) o yüce, sıfatlara ve bir takım özel şartlara haiz olma­saydı eğer, bu makama asla erişemezdi. Bu sıfatların en önemlisi, ismet (günah ve ha­talardan masum olmak), itmi'nan (gönlün daima huzur içinde oluşu, asla ıstırap ve en­dişeye kapılmaması) ve tevekküldür. Bu sıfatlara sahip olan birinin aklından böyle yan­lış fikirlerin geçmesi asla mümkün değildir. Ulema derler ki: "Peygamberlerin tekâmül hareketleri, çocukluk döneminden başlar, hicaplar, perdeler bir bir gözlerinin önünden kalkar, ilmi kışkırtıcılığı son derecesine ulaşır; gördükleri, duydukları şey­ler hakkında hiç şüphe etmezler." Böyle bir mertebeye ulaşan kimse, onun bunun sözüyle şüpheye düşer mi, endişeye kapılır mı hiç?!

Duhâ süresindeki "Rabb'in seni terk etmedi ve darılmadı da" cümlesinden anlaşıl­dığına göre bir adam Resulullah'a: "Rabbin seni terk etmiş, sana darılmıştır" demişti. Fakat diyen adam kimdir ve bu cümle Peygamber'i ne derecede etkiledi? Bu hususta söz konusu surede hiçbir işaret yoktur.

Kimi müfessirler, bu cümleyi bazı müşrikler söylemiştir, diyorlar. Bu kavle göre, mezkûr ayetler vahyin başlangıcı ile ilgili olmalı.

Çünkü bi'setin başlangıcında Hatice ve Ali'den başka hiçbir kimsenin vahyin nüzulünden haberi yoktu. Hatta ileride de anlatacağımız gibi Resulullah'ın peygamberliği üç yıla kadar müşriklerin çoğuna gizli idi. Peygamber, bu üç yıl içinde risaletini umu­ma tebliğ etmekle memur değildi. Bilahare "Artık sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle" ayet-i kerimesi (Hicr, 94) nazil oldu ve Peygamber (s.a.a) risaletini açığa vurdu.

* * *

Siyer Yazarlarının Vahyin Kesilişi Hakkındaki İhtilafları:

Kur'ân'ın hiçbir yerinde vahyin kesilişi diye bir meseleye işaret olunmamıştır. Sa­dece siyer ve tefsir kitaplarında böyle bir mesele göze çarpmaktadır. Fakat vahyin kesilişinin sebebi ve süresi hakkında değişik görüşler vardır. İnsan müfessirler ve siyerciler arasındaki bunca farklı görüşleri görünce, ister istemez meselenin aslında şüphe düşüyor. Şimdi kısaca bu ihtilaflara değinelim:

1- Yahudiler Peygamber'in huzuruna gelip üç mesele (ruh, Ashâb-ı Kehf ve Zü'l-Karneyn) hakkında bazı sorular sordular. Peygamber, "İnşallah" demeden, "yarın ge­lin cevabınızı vereyim" dedi. Bunun için vahiy kesildi. Müşrikler, vahyin kesilmesine çok sevinip: "Allah onu terk etmiştir" dediler. Duhâ suresi, bu batıl düşünceyi red­detmek için nazil oldu.[12]

Bir görüşe göre bu hadise bi'setin başlangıcıyla ilgili değildir. Çünkü Yahudi âlimlerinin bu üç konu hakkında Peygamber ile görüşmesi, hicretin yedinci yılında olmuştu. Bu yılda peygamber'in nübüvvetinin hakikatini, Yahudi bilginlerden sormak için Kureyş tarafından Medine'ye bir heyet gelmiş ve onlar da heyete, yukarıda değindiği­miz üç meseleyi Muhammed'den sorun demişlerdir.[13]

2- Peygamber'in karyolasının altında bir köpek yavrusu ölmüştü ve hiçbir kimse­nin haberi yoktu. Peygamber, evden çıktığında Havle evi süpürürken onu görüp dı­şarı attı. Ondan sonra vahy meleği nazil oldu ve Duhâ suresini getirdi. Peygamber (s.a.a), vahyin gecikme sebebini sorunca Cebrail (a.s), "Biz köpek bulunan bir eve girmeyiz" dedi.[14]

3- Müslümanlar, vahyin gecikme sebebini sordular. Peygamber (s.a.a): "Siz, tırnak ve bı­yıklarınızı kısaltmayınca, nasıl vahy gelebilir?" buyurdu.[15]

4- Osman, hediye olarak Peygamber'e biraz hurma veya üzüm gönderdi. Bir dilenci Peygamber'in kapısına geldi, Peygamber onu dilenciye verdi. Osman onu dilenciden satın aldı ve tekrar peygamber'e gönderdi. Yine dilenci peygamberin kapısına gitti ve aynı iş üç kere tekrarlandı.

Sonuncu defa peygamber yumuşakça: "Sen dilenci misin, tüccar mısın?" buyurdu. Dilenci, peygamber'in bu sözüne darıldı ve vahiy bu sebeple kesildi.[16]

5- Peygamber'in hanımlarından veya yakınlarından birinin bir köpek yav­rusuna sahip o9lması, vahyin inmesine mani idi.[17]

6- Peygamber, vahyin gecikmesini Cebrail'e (a.s) sordu. Cebrail (a.s): "Benim kendimden hiç­bir ihtiyarım (yetkim) yoktur" dedi.[18]

Bu konuda başka kaviller de vardır ki, bu hususta tefsir kitaplarına bakabilirsiniz.[19] Fakat ne var ki, ön yargılı yazarlar bunca kaviller içinden sadece Taberî'nin nak­lettiği[20] kavli seçmiş ve bunu, Peygamber'in şüpheye düştüğünün alameti olarak addet­mişlerdir. O kadar kavlin içinden sadece birini zikredip ömrü boyunca hiçbir hadi­se karşısında sarsılmayan mutmain bir şahsiyet hakkında o kavil esasınca hüküm ver­mek, bu tip yazarların art niyetli veya en azından İslam tarihinden habersiz oldukla­rını ortaya koymaktadır.

Aşağıdaki noktalara dikkat edilirse, bu ihtimalin temelsiz olduğu anlaşılacaktır:

1- Hz. Hatice, bütün varlığıyla Peygamber'e (s.a.a) bağlı, ömrünün sonuna kadar kocasının yolunda fedakârlık eden ve servetini peygamber'in yüce hedefi uğrunda vakfeden bir kadındı. Bi'set yılında, Peygamber ile evlenmesinden on beş yıl geçiyordu. Bu müddet içinde kocasından iyilikten başka bir şey görmemişti. Acaba Peygamber'e bu kadar bağlı olan bir kadın, ona karşı öyle sert konuşur muydu?!

2- "Rabb'in seni terk etmedi ve sana darılmadı da" ayetinden, o sözün Peygam­ber'e söylendiği anlaşılmakta, fakat söyleyen kimmiş ve niçin söylemiş, malum de­ğildir.

3- Bu haberi nakledenler, bir gün Hatice'yi, Peygamber'e teselli veren, onu şüphe­den çıkaran ve hatta onu intihar etmekten alıkoyan bir kadın olarak takdim ederler, diğer bir gün ise onu, Peygamber'e karşı "Allah, sana gazab etmiştir" diyebilecek biri­si olarak tanıtmaktadırlar. İşte burada "Yalancı, unutkan olur" demekle yetiniyoruz.

4- Eğer Hira dağında ilk vahiy olarak Alak suresinden birkaç ayet indikten son­ra vahy kesilmiş ve bir müddet aradan sonra Duhâ suresi inmiş ise, o halde nüzul sırasına göre Duhâ suresi, ikinci sure olmalıdır. Oysaki nüzul tarihi açısından Duhâ suresi, Kur'ân'ın onuncu süresidir.[21] Duhâ suresine kadar Kur'ân sureleri nüzul sırasına göre şöyledir:

1- Alak, 2- Kalem, 3- Müzzemmil, 4- Müddessir, 5- Tebbet, 6- Tekvîr. 7- İnşirâh. 8- Asr. 9- Fecr, 10- Duhâ

Tarihçilerden sadece Yakubî, nüzul tarihi bakımından Duhâ suresini, üçüncü su­re olarak kabul etmiştir. [22]

Bu görüş, hatta bu nakil ile de tatbik etmemektedir.

* * *

Vahyin Kesiliş Müddeti Hususundaki İhtilaf:

Vahyin kesiliş süresi, çeşitli şekillerde yazılmıştır. Tefsir kitaplarında "4 gün, 12 gün, 15 gün, 19 gün, 25 gün, 40 gün" kavilleri göze çarpmaktadır.

Kur'ân'ın tedrici nüzulünün hikmetini göz önünde bulundurursak, "İnkita-i vahy" dedikleri meselenin istisnai bir hadise olmadığını anlarız. Çünkü Kur'ân, ilk günden itibaren ilahi iradenin Kur'ân'ın tedricen nazil olmasına taalluk ettiğini bildirmiştir. "Kur'ân'ı ayet ayet ayırdık ki, onu insanlara duradura okuyasın ve onu yavaş yavaş indirdik." (İsrâ, 106)

Kur'ân'ı Kerim, bir başka ayette Kur'ân'ın yavaş yavaş nazil olmasının sırrını şöy­le açıklamakta:

"Kâfirler dediler ki: " Kur'ân ona toptan indirilseydi ya!" Biz, onunla senin kalbi­ni sağlamlaştırmak için onu böyle (ayet ayet indirdik) ve onu ağır ağır okuduk." (Furkân, 32)

Kur'ân'ın iniş usulüne nazaran, her gün ve her saat Cebrail'in Peygamber'e nazil olup bir ayet getirmesini asla beklememeliyiz. Kur'ân'ın yavaş yavaş inmesindeki hik­metler ve sırlardan dolayı Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri toplumun ihtiyaçları ve so­rulan sorulara göre değişik zamanlarda nazil olmuştur. Aslında vahiy kesilmiş değil, vahyin acilen inmesini gerektiren bir neden yokmuş demektir.

14- Garânik veya Şeytan Ayetleri İftirası:

Taberî gibi bazı tarihlerde nakledilen korkunç iftiralardan birisi de "Garânik veya Şeytan ayetleri" rivayetidir. Yalan, iftira, hatta iğrençliği her akıllı ve münsif insana gün gibi aşikâr olan ve muhakkik alimlerin hemen hepsinin şiddetle reddettiği bu rivayeti iki sebepten dolayı buraya alıp kısaca üzerinde durmayı uygun bulduk: Birincisi Resulullah'ın masumiyetiyle ilgili iddia ve rivayetlerin hepsinin bir arada değerlendirilip muhaliflerin eline muhalefet için zayıf da olsa her hangi bir bahane bırakılmaması..

İkincisi rivayetin maalesef bazı meşhur tarihlerde nakledilişi ve dolayısıyla bu durumun bazıları için yanıltıcı olabileceği endişesi..

* * *

Olay, özetle şöyle rivayet edilmiştir:

Müslümanlar Habeşistan'a hicret ettikten iki ay sonra, Resulullah (s.a.a) müşriklerle bir raya geldi. O sırada Allah-u Teâlâ Necm suresini nazil etti. Resulullah sureyi okudu, tam "Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı? * Ve üçüncü olarak da öteki (put) Menat'ı?"[23] ayetlerine ulaştığı sırada, Şeytan Resulullah'a vesvese etti ve iki cümleyi onun diline koydu; o da onları ayet zannedip diğer ayetlerle birlikte okudu. O cümleler şöyleydi: "O yüce Ğırnıklar var ya; hiç şüphesiz onların şefaati umulur." Sonra sureyi devam edip secde ayetine ulaşınca, Resulullah secde etti. Bunu gören Müslümanlar ve müşrikler de onunla birlikte secde ettiler. Bir tek Velid bin Muğıyra (bir rivayete yaşlılığından, bir rivayete göre ise kibirden dolayı) eğilip secde edemedi; biraz toprak alıp alnına koydu ve ona secde etti. Bunu yapanın Said ibn As veya ikisi veya Ümeyye İbn Halef veya Ebu Leheb ya da Muttalib olduğu da söylenmiştir.

Bazıları Müslümanlar ve müşriklerle birlikte insanlar ve cinlerin secdeye kapandığını ilave etmiş ve şöyle devam etmişlerdir: "Haber bütün Mekke'ye yayıldı ve müşriklerin sevinmesine yol açtı! Hatta Resulullah'ı omuzlayıp Mekke'nin bir ucundan diğerine kadar taşıyarak "Abd-i Menâf oğullarının Peygamberi!" diye tezahürat yapıyorlardı!!"

O gün akşam Cebrail (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldiğinde, Allah Resulü sureyi kendisine sunduğunda, söz konusu Şeytan ilavesi cümleleri de sureye ekledi. Cebrail (a.s) onların ayet olduğunu inkar edince, Resulullah (s.a.a) "O zaman ben Allah'a söylemediği sözleri mi isnat etmiş oldum?!" dedi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ ona şu ayeti indirdi: "(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın." (İsra, 73-75)

Bu olayı doğru kabul edenler, yukarıdaki rivayetin doğruluğunun ispatı için olayla ilgili indiğini de iddia ettikleri şu ayeti delil göstermişlerdir: "Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna yönelik telkinlerde bulunmasın. Ancak Allah şeytanın telkinlerini yok ediyor, sonra da Allah, âyetlerini tahkim ederdi (güçlendirirdi). Allah Alîm'dir (her şeyi bilir), Hakîmdir (Hikmet sahibidir)." (Hac, 52)

Maalesef bu rivayetlerin senetleri bazı fırkalara göre sahih addedilmiştir! Bu rivayetlerin bazısında şu ilave de yapılmıştır: "Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar, Resulullah ve Kureyş arasında meydana gelen bu ılımlı ve barışçıl tutumları duyunca, onlardan bir grubu Mekke'ye geri döndüler. Ama anlatılanların tam tersi bir durum yaşandığını görünce, tekrar Habeşistan'a döndüler."[24]

* * *

Rivayetin Tahlili:

Bizce bu rivayet kesinlikle doğru olamaz; zira:

1) Kıssayı nakleden rivayetlerin hepsi (Said bin Cübeyr tarikiyle olan hariç) zayıf ya da senedi kopuktur.[25] Said bin Cübeyr'in rivayeti ise, mürsel (senetsiz)dir. Mürsel hadis ise hadisçilerin kahir çoğunluğuna göre zayıf hadislere dâhildir; zira güvenilir olmayan kimselerden naklettiği muhtemeldir.[26] Ayrıca mürsel rivayeti delil olarak kabul etsek dahi, bu sadece fer'î (Fıkhî) konularda geçerli olur. Bahsettiğimiz konu ise, yakin ve katiyet gerektiren itikatla alakalı bir konudur. Ayrıca bu rivayetlerin senetlerini gözden geçiren bir kimse, bunların bu olay vuku bulduğunda dünyaya gemlememiş bir sahabî veya tabiîye dayandığını görür.

Kaldı ki bu rivayet, hatta muttasıl bir senede sahip olsaydı dahi kesin bir şekilde reddedilmesi gerekirdi. Zira ileride de göreceğimiz gibi aklın kat'î hükmüne aykırıdır. Ama bütün bunlara rağmen maalesef Kastalânî ve Askalânî gibi bazıları bu rivayetin sahih olduğuna ve rivayet yollarının çokluğundan dolayı bir aslının olabileceğine hükmetmişlerdir![27]

2) Rivayetin çeşitli nakilleri arasında bir sürü çelişki vardır. Secde edenler hakkındaki çelişkileri yukarıda zikretmiştik; buna şunları da ilave edebiliriz: Bazı nakiller Allah Resulü'nün sureyi namaz halinde okuduğunu söylerken, bazısı ise Resulullah'ın kavminin arsında oturduğu sırada okuduğunu söylüyor. Bazıları sureyi içinden okuduğunu, bazısı ise dile getirdiğini söylüyor. Bazısı Şeytan'ın müşriklere Resulullah'ın söz konusu cümleleri söylediğini haber verdiğini iddia ederken, bazısı ise sureyi bizzat müşriklere okuduğunu iddia etmiştir. Bazsı Resulullah'ın sureyi okurken olayı fark ettiğini söylerken, bazısı akşama kadar fark etmediğini söylemektedir. Hatta Kelâî şöyle demiştir: "Olayın iç yüzünün ortaya çıkması bir hayli zaman aldı; öyle ki haber yayıldı ve ta Habeşistan'a "Bu olaydan ötürü Müslümanlar Mekke'de emniyete kavuştular" şeklinde yansıdı. Onlar kalkıp Mekke'ye geldiler, o sırada Şeytan'ın telkin ettiği cümlelerin neshi nazil oldu. Allah-u Teala olayın iç yüzünü açıklayınca, müşrikler Müslümanlara daha çok baskı yapmaya, eziyet etmeye başladır."[28] Ve daha nice çelişkiler ki rivayetleri karşılaştıran her kes bunları görebilir. Evet, yalancının hafızası zayıf olur derler…

3) Bu rivayet, Resulullah'ın hata ve sehivden, özellikle tebliğ konusunda masum olduğunu ispat eden kat'î delillere ters düşmekle kalmaz, hatta Resulullah'ın (hâşâ) mürtetliğini dahi gösterir. Rabbim hepimizi söylem ve eylem saçmalıklarından muhafaza buyursun.

4) Bu rivayet açık bir şekilde Allah-u Teâlâ'nın "Hiç şüphesiz, senin (şeytanın), benim (halis) kullarım üzerinde herhangi bir sulta ve hâkimiyetin olamaz" (İsra, 65) veya "O (Şeytan'ın), iman edip de Allah'a tevekkül edenlerin üzerinde sultası yoktur" Neml, 99) ayetleriyle çelişmektedir. Elbette eğer rivayete inananlar, Resulullah'ı, Allah'ın kullarından, iman edenlerden veya Allaha tevekkül edenlerden saymazlarsa (hâşâ), o başka. Bu da açık bir şekil küfürdür..

5) Kelâî'nin naklinde geçtiği üzere Resulullah suresinin sonunu okuduğunda müşrikler de Müslümanlarla birlikte secdeye kapandılar. Bu durumu gören Müslümanlar müşriklerin de secdeye kapanmasına şaşırdılar. Çünkü Müslümanlar, Şeytan'ın müşriklerin diline cari ettiği cümleleri duymamışlardı! Oysa aynı adam, birkaç satır öncesinde Şeytan'ın söz konusu cümleleri bizar Resulullah'ın diline koyduğunu söylüyor. Her halükarda bu cümleden çıkan sonuç şudur ki Müslümanlar, müşriklerin Resulullah'tan duyduğu cümleleri duymamışlardı, oysa onlar da Resulullah'ın yanındaydılar. Demek ki müşrikler Resulullah'a Müslümanlardan daha yakınlardı!

6) Esasen bu rivayet, Necm suresinin önceki ayetleriyle çelişmektedir. Zira 19 ila 23. ayetlerde şöyle buyuruyor: "Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı? * Ve üçüncü olarak da öteki (put) Menat'ı? * Size erkek O'na dişi öyle mi? * Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim. * Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Hâlbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." Nasıl olurda müşrikler, putlarını açık bir şekilde, hem isim vererek şiddetle kınayan ayetleri görmezden gelip söz konusu iki cümleye kanarak Resulullah'la birlikte secdeye kapanırlar?! Nasıl oldu da böyle açık bir çelişkiyi görmediler veya gördülerse nasıl yorumladırlar ki öylesine sevince kapıldılar ve Resulullah'ın omuzlayıp Mekke'nin bir başından diğer başına taşıyıp güya Resulullah lehine tezahürat yaptılar?!

Ayrıca Resulullah (s.a.a) böyle açık bir çelişkiyi nasıl oldu da fark edemedi ve akşama kadar bundan gafil kaldı ve ancak Cebrail (a.s) kendisine geldiğinde yaptığı yanlışın farkına vardı?! Haşa bu kadar mı idrak gücünden yoksundu (neuzü billah)?!

Sonra aynı surenin başında (3. ve 4. ayetlerde) Allah-u Teâlâ yeminle "O heva ve hevese dayalı konuşmaz; (onun) söyledikleri vahyedilen bir vahiydir" buyurmamış mıydı? Nasıl olur da aynı surede hevasından konuşur; hatta Şeytan'ın söylediklerini ayet zanneder?! Başka bir ayette "O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, * Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. * Sonra da onun şah damarını keser atardık" (Hâkka, 44-46) buyurmamış mıydı? Peki neden şah damarını koparıp atmadı?!

7) Daha önce, olayı nakledenlerin "Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna yönelik telkinlerde bulunmasın. Ancak Allah şeytanın telkinlerini yok ediyor, sonra da Allah, âyetlerini tahkim ederdi (güçlendirirdi). Allah Alîm'dir (her şeyi bilir), Hakîmdir (Hikmet sahibidir)." (Hac, 52) ayetinin de bu olayın ardından indiğini iddia ettiklerine de değinmiştik. Oysa bu ayet Hac suresinde yer almaktadır ve bu surenin Medenî bir sure olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Zehhâk, İbn Abbâs, Katâde, İbn Zübeyr vb. bir çok sahabi veya tabiî de surenin Medenî olduğunu söylemişler. Ayrıca surenin içinde hac, cihad, gibi hükümlerden bahsedilmektedir ki bunların hepsi hicretten sonra, hatta bazısı yıllar sonra inen hükümlerdir. Dolayısıyla bunlar yukarıdaki ayetin (Hac, 52) de Medeni olduğunu ve Ğarânik olayından yıllar sonra nazil olduğunu göstermektedir; çünkü Ğaranik olayını nakledenler, olayın bisetin 5. yılında vuku bulduğunu iddia etmektedirler. O halde nasıl olur da Allah-u Teâlâ- olayla ilgili ayeti yıllar sonra Resulullah'a güya teselli olsun diye (!) nazil eder?!

Kaldı ki iddia edilen Ğarânik rivayeti, bu ayetin muhtevasıyla da bağdaşmamaktadır. Zira "temenni" sevilen ve rağbet edilen olumlu bir şeyin olmasını arzulamaktır. Resul'ün temennileri ancak, onun makamına ve görevine yakışan şeyler olabilir. Dolayısıyla böyle bir insanın en büyük temennisi, hak ve hidayetin ortaya çıkması, batıl ve dalaletin yok olmasıdır. Şeytan ise, insanları vesvese edip azdırmaya çalışarak onun bu arzusunu baltalamaya çalışır. Böylece insanlar için imtihan sahneleri oluşur. Kalbinde hastalık olanlar imtihanı kaybeder, ama Allah-u Teala hidayet nuruyla Şeytan'ın hilelerini nesheder ve akl-ı selime sahip olanlar için hak ve hidayet ortaya çıkar. Evet, temenninin doğru tefsiri bundan ibarettir; ancak eğer ayeti onların dediğine tatbik edersek, onların da iddia ettiği gibi temenniyi ayette okuma ve tilavet etme olarak anlamamız gerekir. Oysa bu şaz ve garip bir manadır ki hem lügate, hem de lafzın zahirine terstir. Bu mananın da bahsettiğimiz sahte rivayete uygun düşmesi için uydurulduğunda şüphemiz yoktur. Bizce Hassan bin Sabit'e isnad edilen bir şiirde de temenninin okuma anlamına tutulduğu da, yine aynı maksatla uydurulmuştur; bunun benzerine tarih kitaplarında sık sık rastlamak mümkündür.

Kaldı ki temenniyi "okuma" anlamına tutsak dahi yine de ayete makul bir yorum getirmek mümkündür. Merhum Seyyid Murtaza bu konuda şöyle diyor: "Eğer ayetteki temenniyi okuma anlamına tutsak dahi, ayeti şöyle yorumlamamız gerekir: 'Peygamber ayetleri kavmine okuduğu zaman, onlar ayetleri tahrif etmeye ve ondan yanlış yorumlar çıkarmaya, artırıp eksiltmeye yeltenirler. Nasıl ki Yahudiler kendi Peygamberlerinin diline yalanlar uydurdular. Bunun Şeytana isnad edilmesinin sebebi ise, insanların tahrifatı, Şeytan'ın vesveseleriyle gerçekleştirdiklerinden dolayıdır.

Rivayeti kabul eden zevat, bir de İsra suresinin 73-75. ayetlerinin de bu hadise için nazil olduğunu iddia etmişlerdi.

"(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın." Ayetin muhtevasına dikkat eden her akıllı insan, ayetlerin bu hadiseyle alakalı olması bir yana, tamamen onunla çeliştiğini görür. Zira ki bu ayetler açıkça Allah'ın yardımıyla Resulullah'ın müşriklere meyletmediğini, hatta azcık olsun meyletme eğilimi bile göstermediğini ve eğer böyle bir şey olsaydı Allah tarafından cezalandırılmış olacağını ortaya koymaktadır. Oysa Ğarânik rivayetinde vuku bulduğu iddia edilen şey, bunun tam tersidir. Yani sadece müşriklere meyletmekle kalmamış, onların isteklerine icabet etmiş, Allah'a iftirada bulunmuş ve Kur'ân'dan olmayan şeyleri ona katmıştır!

Ayrıca birçok önemli Sünni kaynakta bu ayetin sebeb-i nüzulüyle ilgili Ğarânik iftirasıyla hiçbir alakası olmayan rivayetler nakletmişlerdir.[29]

Her halükarda yazının başlarında da ifade ettiğimiz gibi bu ayet, masumiyet karşıtlarının iddialarının tam aksine bizzat Resulullah'ın masumiyetinin açık ve sağlam bir delilidir.

8) Bu rivayetin uydurma olduğunu gösteren bir diğer önemli husus şudur ki Kur'an-ı Kerim açık bir şekilde müşriklerin secdeye karşı olduklarını ve buna yanaşmadıklarını beyan ediyor:

"Onlara "Rahmân'a secde edin" dendiği zaman, "Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç?" derler ve bu emir onların nefretini artırır." (Furkan, 60) O zaman nasıl oldu da Ğarânik rivayetlerinde geçtiği üzere müşrikler Necm surenin sonundaki "Secde edin ve ibadet edin" ayetine duyduklarında Müslümanlarla birlikte secdeye kapandılar. Demek ki ya Kur'ân'da (hâşâ) bir çelişki vardır ya da müşrikler önceki inanışlarından vazgeçmişlerdi. Bunların hiç birisi olmadığına göre, rivayetin yalan olduğunu söylemekten başka bir çaremiz yoktur.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir başka çelişki ise, bu olaya şahid olan Müslümanların durumudur. Nasıl oldu da onlardan hiçbir kimse Resulullah'ın putları methedişini, hatta onların şefaatlerinin umulduğunu (!) söylemesine rağmen mürtet olmadılar veya imanları sarsılmadı?!

9) Son olarak bu rivayetlerin içeriği hakkında cevapsız bazı soruları da gündeme getirip bu bölümü noktalayalım.

a- Bu rivayetlerin bazısında diyor ki Resulullah bu cümleleri içinden kendi kendine söyledi. Bunu kabul eden kimseler hiç kendilerine sormazlar mı "Peki nasıl oldu da müşrikler onun içinden geçen şeyden haberdar olup söz konusu hareketleri sergilediler. Sonra Resulullah'ın içinden geçen bir şeyi nasıl oldu da ta Habeşistan'daki Müslümanlar bile öğrendiler ve Mekke'ye geldiler?! Tam bir çelişkiler yumağı anlayacağınız..

b- Bu rivayetlerin diğer bazısında ise, olayın ardından müşriklerin Resulullah'ın omuzlayıp Mekke'de dolaştırdıklarını ve tezahurat yaptıkları söyleniyor. Peki, düne kadar Resulullah'a onca muhalefet ve eziyet eden müşriklerin nasıl oldu da birden 180 derece dönüşle böyle bir davranış içine girdiğini hiç mi merak edip sormadı Allah'ın Resulü ki akşama kadar olayı çakmadı ve ancak Cebrail (a.s) gelince fark etti?! Böyle saçmalıklara itibar edenler, hiç mi kullanmazlar Allah'ın verdiği akıl nimetini!

c- Yine diyorlar ki bu olay Müslümanların Habeşistan'a hicretinden iki ay sonra vuku buldu. Aynı şekilde Mekke'ye dönüşleri de iki ay sonra olmuştur. Peki, o günün şartlarında böyle bir haber, bu kadar süratli bir şekilde nasıl ulaştı onlara ve nasıl böyle süratli bir şekilde Mekke'ye ulaşabildiler acaba? Yoksa o gün teleks, telefon, internet, uçak vs. keşfedilmişti de bizim mi haberimiz yok?!!

d- Yine söz konusu rivayetlerde deniliyordu ki Cebrail (a.s) inip de Resulullah'tan söz konusu iki cümleyi dinlediğinde, bunların ayet olduğunu inkar etti ve Allah Resulü'nün: "Şimdi ben Allah'a söylemediği şeyleri mi isnat etmiş oldum" demesi üzerine "(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye…" ayeti nazil oldu. Bu iddiaya göre Resulullah'ı aldatmak isteyenlerin insanlar olduğu vurgulanmaktadır. Oysa Ğarânik rivayetlerinde vesvese eden ve aldatanın Şeytan olduğu söyleniyor. Bu da görüldüğü gibi açık bir çelişkidir ve olayın esastan yalan ve iftira olduğunu göstermektedir.

Rivayetleri, dikkatle inceleyen her kes daha nice yaman çelişki ve cevapsız sorularla karşılaşabilir ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

* * *

Olayın Gerçek Yüzü:

Bizim zannımız şudur ki bazı ayetleri ve rivayetleri inceleyip de bir araya getirdiğimizde olayın kısmen, ama asla Resulullah'ın masumiyetine aykırı bir durum söz konusu olmadan ve esasen Resulullah ve vahiyle alakalı bir tarafı olmadan, gerçeklik payı olduğunu görürüz. Şöyle ki muteber tarihlerin de yazdığı gibi Resulullah (s.a.a) inen ayetleri okuyup insanlara tebliğ ettiğinde, müşrik ve kâfirler, sürekli kargaşa ve gürültü çıkararak İlahi mesajların başkaları tarafından duyulmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Bunu şu ayetten de açık bir şekilde anlıyoruz: "İnkâr edenler: "Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz" dediler." (Fussilet, 26) Dolayısıyla Allah Resulü'ne Necm suresi nazil olduğunda, Resulullah onu tebliğ etmeye çalışırken, müşrikler gürültü ve kargaşa çıkarmak ve putları açıktan yeren ve3 onları yerden yere vuran ayetlerin duyulmaması için söz konusu iki cümleyi ("O Ğırnıklar var ya…") tekrar etmeye başladılar. Nitekim bu cümlelerin önceden müşrikler arsında meşhur olduğunu ve Kabe'nin etrafına dönerken bunları söylediklerini bazı tarihçiler –Kelbî'nin Kitabü'l-Esnâm'ın'da örneğin- yazmışlardır.[30]

Ancak ne var ki ahmak kıssacılar ve İslam ve Peygamberine kin güden münafıklar ve sonradan Müslüman olup da eski kalıntı ve kırıntılarını koruyan ve İsrailiyyat olan birçok uydurma rivayeti Müslümanlar arsasında yayan eski kitap ehli zahiri Müslümanlar, yapmışlar yapacaklarını ve şeytani hedefleri doğrultusunda bu olayın üzerine gördüğünüz korkunç ama ahmakça senaryoyu düzmeye çalışmışlardır. Fakat üzücü olan bu gibi rivayetlerin bazı basit ve sığ düşünceli kimseler tarafından kitaplarında nakledilmesidir. Maalesef bu gün de bazı İslam düşmanları ve oryantalistler, bu gibi rivayetleri kendi şeytani hedefleri doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar ki bir numunesi Selman Rüşdü alçağının yazdığı "Şeytan Ayetleri" kitabıdır. Ama bilmezler ki "Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler ve müşrikler istemese de…"

Buraya kadar Kur'ân ayetlerinde masumiyetle çeliştiği zannedilen hususları incelemiş bulunuyoruz. Şimdi masumiyet karşıtlarının iddialarına delil olarak gösterdikleri bazı meşhur rivayetleri incelemeye çalışacağız:

15- Bedir Savaşında Savaşçıların Yerleştirilmesiyle İlgili Rivayet:

Evet, Allah Resulü'nün bazen içtihat yaptığı, hatta bazen içtihadında yanıldığını ileri sürenlerin bir dayanağı, Bedir savaşında İslam savaşçılarının yerleştirilmesiyle ilgili bir olaydır. Onlar bazı rivayetlere dayanarak diyorlar ki: "Resulullah (s.a.a) İslam ordusunu Bedir'e en yakın su kuyusunun yanında indirmişti. Ashaptan Habbâb b. Münzir adında birisi Resulullah (s.a.a)'a gelerek "Ya Resulullah, dedi, eğer bu işi (orduyu bu mekânda yerleştirmeyi) vahye dayanarak yaptıysan bir diyeceğim yok. Ama eğer kendi görüşüne dayanarak böyle bir uygulamaya gittiysen, benim başka bir önerim var. Bence orduyu düşmana en yakın suyun bulunduğu yere yerleştirelim; sonra da havuzlar yapıp onları suyla doldurduktan sonra kuyuları kapatalım. Böylece Müslümanların elinde su bulunsun, müşrikler de sudan mahrum kalsınlar. Resulullah (s.a.a) Habbâb'ın görüşünü beğenip onun önerdiği şekilde hareket etti ve kararından vazgeçti." İşte bu rivayete dayanarak Peygamber (s.a.a) önce içtihad yapmış, sonra da içtihadının hatalı olduğunu anlayınca vazgeçmiştir. Bu da onun hatadan masum olmadığını gösteriyor."

Cevap: Bizce bu rivayet sahih değildir; çünkü evvela Keşşâf ve diğer bir çok tefsirin, Envarü't-Tenzil'in, El-Medârik'in, Fethü'l-Kadir'in, Sire-i Halebiye'nin ve... de yazdığına göre müşriklerin yerleştiği en yüksek vadi yamacı, su bulunan ve iyi bir araziye sahip olan bir yerdi. Aşağı vadi yamacında ise hem su yoktu, hem de ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu bir araziye sahipti.[31]

Saniyen yine kaynakların yazdığına göre, Bedir'e ilk gelip yerleşen müşrikler idi; böyle olunca da onların su bulunan yeri düşmana bırakıp, su olmayan yerde yerleşmeleri makul bir ihtimal değildir.

Sonra İbn Esir tarihinde İbn İshak'tan şöyle nakledilmektedir: "Müşrikler, Müslümanların yaptıkları havuzlardan su almaya geldiklerinde Allah Resulü (s.a.a) kimsenin onlara dokunmamasını emretti."[32] Nasıl ki Hz. Emirü'l-Mü'minin Ali (a.s) Sıffin savaşında, kendilerini sudan mahrum bırakan Muaviye ordusunu geri püskürtüp nehri ele geçirdiklerinde, bazılarının misilleme yapmaya ısrar etmelerine rağmen, kabul etmemiş ve suyu onlara serbest bırakmıştı. Evet, Allah Resulü'ne ve Allah'ın velisine yakışan ve onlardan beklenen de budur zaten.

Evet bizce bu konuda nakledilen en sahih rivayet şudur: "Müslümanlar sudan mahrum kalmışlardı; Allah-u Teâlâ yine gaybî bir imdat olarak geceleyin şiddetli bir yağmur yağdırmış, öyle ki bütün vadi akmaya başlamış; (aşağı taraflarda bulunan) Müslümanlar havuzlar yaparak onları ve getirdikleri kapları suyla doldurmuş; hayvanlarını suya doyurmuş, içmiş ve gusletmişlerdi...."[33] İşte havuz yapma olayının sırrı da bundan ibaretti; yukarıda bazılarının söylediği değil.

Görüldüğü gibi burada da her hangi bir içtihad ortada yoktur ki onda hata yapılıp yapılmadığı da söz konusu olsun.[34]

16- Hurmaların Aşılanması Olayı:

Ehl-i Sünnet arasında sık sık Allah Resulü'yle ilgili bir olay nakledilmektedir. Bu olay, hurmaların aşılanması olayı diye meşhurdur. Bu olayı da masumiyet karşıtları, Resulullah'ın bir hatası olarak değerlendirmekte ve böylece masum olmadığını iddia etmektedirler.

Cevap: Evet birçok Sünni kaynakta nakledilen söz konusu olay kısaca şöyledir: Musa b. Talha babasından şöyle rivayet ediyor: "Allah Resulü'yle birlikte hurma ağaçlarının tepelerinde duran bir topluluğa uğradık. Resul (s.a.a) 'Bunlar ne yapıyor?' diye sordu. Dedim ki: 'Onu aşılıyorlar; erkeği dişisine koyarlarda o aşılanır!' Resul-i Ekrem (s.a.a): 'Bunun pek fayda getireceğini zannetmiyorum' dedi. O insanlara bu haber verilince aşılamayı bıraktılar da hurma ağaçları ürün vermez oldu. Resulullah (s.a.a) bunu duyunca şöyle buyurdu: 'Eğer bu onlara yarar sağlıyorsa yapsınlar. Ben sadece bir zanda bulundum. Ama size Allah'tan bir şey haber verdiğimde onu muhakkak alın. Zira ben Allah'a karşı asla yalan söylemem.'

Bir başka rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilmiştir. "Ben ancak bir insanım; size dininizle ilgili bir şeyi emrettiğimde onu alın. Kendi görüşümden bir şeyi emrettiğimde ise ben ancak bir insanım."

Üçüncü bir rivayette ise: "...Siz dünyaya ait işlerinizi daha iyi bilirsiniz" cümlesi yer almaktadır. Bir diğerinde ise: "Ben ne çiftçiyim nede hurma sahibiyim" ibaresi kullanılmıştır.[35]

Bizce her şeyden önce bu rivayetin kendisi kendisini yalanlamaktadır. Rivayetlerin bazısında belirtildiği üzere güya bu olay Medine'de vuku bulmuştur. Düşünün bir insan elli yıldan fazla bir toplumda yaşayacak ve o insanların en yaygın uğraşısı olan bir işin en basit ve herkes tarafından bilinen bir kuralını bilmeyecek; olacak şey mi?! Sonra madem o konu hakkında bilgisi yoktu, neden bilmediği bir şeye müdahalede bulunup o kadar insanın zarar ve ziyanına uğramasına vesile oluyor; sonra da kalkıp beni bu konuda sorgulayamazsınız" diyor? Bunu sıradan bir insana hoş görürler mi ki, Allah'ın Resulü'ne (ki insanlar onun şahsiyetine ve peygamberliğine güvenle sözünü dinlemişlerdi; yoksa yıllarca tecrübe ettikleri bir şeyi, her hangi birisinin sözüyle terk ederler miydi?) hoş görsünler! Bir insanın ancak bildiği şeylerde görüş belirtmesinin doğru olabileceği hem akli, hem de şer'i bir kuraldır. Nasıl olur da Allah'ın Resulü, insanlığın kılavuzu olan en akıllı insan, bu kadar basit bir kuralı kendisi çiğner?! Sonra o insanlar onun sözüne güvenerek onca zarara katlandıkları için, Allah Resulü onların bu durumları karşısında kendisini sorumlu bilmelidir; fakat o, değil her hangi bir sorumluluğu üstlenmeği, üstelik (güya) "Beni sorgulayamazsınız" diyor. Bu olacak şey mi?!

Kısacası biz böyle bir davranışı, Peygamber'e değil, sıradan akıllı bir insana bile yakıştırmadığımız için, bu rivayet üzerinde bundan fazla durmuyor ve onun esastan uydurma olduğuna inanıyoruz.

17- Resulullah (s.a.a), haksız yere insanları lanetler mi, onları kırbaçlar mı?!

Ehl-i Sünnet kaynaklarında Resulullah'ın masumiyetiyle açık bir şekilde çelişen ve (bazılarının iddia ettiği gibi) zelle olarak yorumlanması mümkün olmayan bir diğer husus da, birçok muteber bilinen kaynakta nakledilen şu rivayettir:

Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim başta olmak üzere, birçok kaynakta Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah'ım, Muhammed de bir beşerdir; her beşer (insan) gazaplandığı gibi o da gazaplanır; ben seninle ahitleşmişim ve sen asla ahdini bozacak değilsin. Eğer ben (gazaplandığım zaman) bir kula (haksız yere) eziyet eder veya ona küfür eder veya lanet eder ya da kırbaçlarsam, bütün bunları o kul için bir keffaret ve sana yakınlaşma vesilesi kıl!"[36]

Bu rivayetlerden açık bir şekilde anlaşılan şey şudur ki, (haşa, sümme haşa) Allah Resulü de diğer insanlar gibi gazaplandığı zaman, bazen haksız yere birilerine eziyet ediyor veya lanetliyor, küfür ediyor veya kırbaçlıyordu!! Bunu masum olarak kabul edilen Peygamber'e yakıştırmak mümkün mü? Allah Resulü'nün (s.a.a) kendisi insanları lanet etmekten, küfürbazlıktan, insanlara eziyet etmekten nehyetmemiş midir? Kendi nehyettiği bir şeyde, insanlara örnek olması gerektiği halde, nasıl kendisi böyle çirkin bir şeye teşebbüs edebilir?! O yüceler yücesi, defalarca "Ben rahmet olarak seçildim, lanetçi olarak değil." buyurmamış mıdır? Şimdi Allah aşkına söyleyin, haksız yere birisine eziyet etmek, küfür ve lanet etmek veya kırbaçlamak zelle olarak nitelendirilebilir mi?

Aslında masumiyet karşıtlarının eline belki de en büyük kozu bu tür rivayetler vermektedir.

18- Ledüd Rivayeti:

Yine Buhâri ve Müslim başta olmak üzere birçok muteber Sünni kaynakta "Ledüd Hadisi" diye meşhur olan bir rivayet nakledilmektedir ki rivayetin değişik nakillerini dikkate alarak, olayı şöyle özetleyebiliriz: "Resulullah'ın hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığı bir sırada, Resulullah'ın hanımları veya ashabından bazısının tavsiyesiyle, sancılanan kimselere verilen acı bir ilacı, Allah Resulü'nün ağzına döküyorlar. Resulullah uyandığında ağzının acılığını hissedince, yemin ederek orada bulunan herkesin ağzına aynı ilaçtan dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç (çünkü o bu işe müdahale etmemişti). Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin olmadığını beyan ediyorlarsa da nafile; bir kere Resulullah bu işin yapılması gerektiğine dair and içmiştir. Böylece oradakilerin hepsinin ağzına birer birer ilaçtan dökülüyor! Hatta Resulullah'ın hanımlarından birisi (Meymûne), ısrarla oruç olduğunu söylüyor; fakat Resulullah and içmiştir diye onun da sözünü dinlemeyerek ağzına ilaç dökülüyor!"[37]

Şimdi ey vicdan sahipleri, size böyle bir muamele yapılırsa, karşılığında siz böyle bir tepki içerisine girer misiniz ki rahmet Peygamberi ve (Kur'ân'ın tabiriyle) en yüce ahlaka sahip olan Allah'ın Habib'i girsin?! Evvela ortada bir suç veya en azından bir art niyet yoktu ki oradakiler böyle bir cezayı hak etmiş olsunlar. Suçlu bile olsalar, kendisine en kötü muameleleri yapan kimseleri affeden rahmet Peygamberi, kendi ashap ve zevcelerine, bazılarının oruç olmalarına da aldırmadan, böyle davranabilir mi?! Şimdi böyle bir rivayeti kabul ettikten sonra, bunu bir zelle olarak görüp göremeyeceğinizi, artık sizin kendi vicdanınıza bırakıyoruz.

19- Resulullah şarap içmiş midir?

Aşağıda nakledeceğimiz rivayete göre, Allah Resulü'nün değil (haşa) sadece Cahiliyet zamanında şarap içmesi, hatta Peygamberliğe seçildikten sonra bile, sadece Mekke'de değil Medine de bile, yani şarabın haramlığını açıkça ilan eden vahiy ininceye kadar, (haşa) içtiğini ortaya koyuyor. Aşağıda nakledeceğimiz rivayetten biz bunu anlıyoruz; eğer biz yanılıyorsak, siz düzeltin. Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde şöyle naklediyor:

Nafi İbn Kisân kendi babasından şöyle naklediyor: "Ben Resulullah'ın zamanında şarap ticareti yapıyordum. Bir defasında, Medine'de satmak için Şam'dan birkaç fıçı şarap getirdim. Resulullah'ın huzuruna varıp "Ya Resulallah, senin için kaliteli, güzel bir şarap getirmişim." Allah Resulü bana şu cevabı verdi: "Ey Kisân, sen gittikten sonra şarap haram kılındı!!"[38]

Şimdi aziz kardeşlerim, başkası değil, siz kendinizi bir dikkate alın. Eğer siz bir kimseyle, şöyle birkaç günlüğüne de olsa ahbaplık yapsanız, onun alışkanlıklarından, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığından haberdar olmaz mısınız? Böyle ki bir kimseye, bir hediye alıp götürmek isterseniz, onun hoşlanmadığı veya asla kullanmadığı bir şeyi alıp götürür müsünüz? Mesela sigara kullanmayan bir kimseye, sigara hediye etmenin bir mantığı var mı? Bu ona hakaret sayılmaz mı? Şimdi eğer Resulullah Şarap içmiyorduysa, uzun zaman Allah Resulü'yle birlikte Medine de bulunan Kisân'ın, bundan bihaber kalması mümkün mü? Kaldı ki eğer öyle bir şey olsaydı bile, Allah Resulü ona "Sen gittikten sonra şarap haram kılındı." deme yerine, re'sen "Ben bunu kullanmıyorum." demesi daha mantıklı olmaz mıydı?"

20- Şeytan Resulullah'tan (s.a.a) korkmuyor muydu?

Urve b. Zübeyr, Ümm-ül Mu'minin Aişe'den şöyle nakletmektedir: "Resulullah (ile birlikte) otururken, birden bir gürültü-kargaşa ve çocukların sesini duyduk. Resulullah ayağa kalktı ve etrafına çocukların toplandığı Habeşi bir kadının şarkı söylediğini (gördü). Resulullah bana hitaben "Ey Aişe, gel de seyret." Buyurdu. Ben gelip yanağımı Resulullah'ın omzuna koyup, onu seyretmeğe başladım. (Biraz geçtikten Resulullah, "Acaba doydun mu? Acaba doydun mu?" diye soruyordu. Ben de her defasında ona "Hayır" cevabı veriyordum ki Resulullah'ın yanında, nasıl bir yere sahip olduğumu anlayayım. İşte o sırada aniden Ömer çıkageldi. Bunu gören insanlar, o cariyenin etrafından dağıldılar. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ben insanlar ve cinlerden olan bütün şeytanların Ömer'den kaçtığını görüyorum!!"[39]

Bu rivayetten açıkça Resulullah'ın söz konusu mecliste bulunmasına rağmen Şeytan'ın korkup kaçmaması, ama Ömer bin Hattap çıkageldiğinde ondan korkup kaçtığı sonucu çıkmıyor mu? Karar sizin…

21- Nübüvvet Öncesi Masumiyet:

Nübüvvet sonrası bile masumiyeti kabul etmeyenlerden, elbette ki nübüvvet öncesi masumiyete inanmalarını bekleyemezsiniz. Dolayısıyla da onlar Peygamber'in nübüvvet öncesi masum olmadığını ispatlamak için de özellikle bazı ayetlerin zahirine sarılmışlardır ki biz burada bunlardan en önemli ve meşhur olanı gündeme getirip cevaplamaya çalışacağız:

Bunlar özellikle Duha suresinde "... Seni dalalette bulup da hidayet etmedi mi?" ayetini Allah Resulü'nün (s.a.a) nübüvvet ve risalet öncesi (haşa) dalalet içinde olduğunu, dolayısıyla da masum olamayacağına delil olarak göstermeğe çalışıyorlar.

Cevap: Evet bilindiği gibi bu ayet Allah Resulü'nün nübüvvet öncesi hayatıyla ilgilidir. Ayetlerde Allah-u Teâlâ Resulü'ne bahşettiği nimetlerden bahsetmektedir. Ezcümle yukarıdaki ayette de bir nimetten söz edilmektedir. Sorunun cevabını anlamamız için "Dall" (dalalet) kelimesinin Arapça'da hangi manalara geldiğini öğrenmemiz gerekir. Bu kelime yaygın olarak Arapça'da üç manada kullanılmaktadır.

1- Hidayetten yoksun olma,

2- Kaybolma,

3- Meçhul ve tanınmaz durumda bulunma.

Bu ayette bu manaların hangisi kastedilirse edilsin, vereceğimiz izahat dikkate alındığında, hiçbirisi Allah Resulü'nün masumiyetiyle çelişir bir durum oluşturmaz. Şimdi bunları açıklamaya geçelim:

Birinci manada, hidayetten yoksun olma, iki türlü düşünülebilir:

a) Hidayet, rüşd ve kemalin zıddı olan, küfür, şirk ve fısk gibi sıfatları içinde bulundurma.

b) Hidayetin bazı merhalelerine ve bir takım kemal sıfatlarına sahip olmamakla birlikte, kâfir, müşrik veya fasık da olmamak. Mükellef olmayan bir çocuğun durumu gibi…

Birinci durum Allah Resulü hakkında asla düşünülemez ve ayet-i kerimede de böyle bir anlam asla kastedilmemiştir. Ama ikinci durum açısından, Resulullah da diğer insanlar gibi asaleten ve bizzat ilk başta hidayet ve kemallerin en azından bir kısmından yoksundu. Bütün kemaller ve onlara ulaşma imkânlarını sağlayan, Allah-u Teâlâ'dır. İşte bu açıdan bakıldığında Allah Resulü'nün ilk durumu, bu anlama dalalet ve hidayetten yoksunluk durumu idi. Böyle düşünüldüğünde ise ayetin bu tür bir dalaleti ve o dalaletten hidayete erişmesini kastetmesinin, masumiyetle hiçbir çelişkisi yoktur. Yani burada masumiyetle bağdaşmayan şirk, küfür ve günah değil, sadece ilk etapta bir takım kemallerden ve bazı hidayet merhalelerinden yoksunluk söz konusudur.

Aynı mana bir başka ayette de beyan edilmiştir. Şura suresinin 52. ayetinde buyuruyor ki: "Böylece sana da biz kendi emrimizden bir ruh (Kur'ân) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz..."

Yani ilk etapta Allah Resulü de bir takım imani hakikatlerden ve hidayet vesilelerinden, ezcümle kitabın (Kur'ân'ın muhtevasından) haberdar değildi. Bütün bu nimetleri zaman aşamasında İlahi talim ve terbiyeyle sahiplenmiş oldu.

İkinci mana (kaybolma) da yine Allah Resulü hakkında söylenebilir. Zira tarih kitapları, Allah Resulü'nün çocukluğunda, bir ara kaybolduğunu ve Cebrail (a.s) vasıtasıyla ailesine ve velisi olan dedesi Abdülmuttalib'e kavuşturulduğunu nakletmektedirler. Bu manayı dikkate aldığımızda, ayetin meali şöyle olur:

"Seni yetim bulup da sığındırmadı mı? * Kaybolmuş olarak bulup da yolu sana göstermedi mi (ailene kavuşturmadı mı)?" Bu mananın da masumiyetle bir alakasının olmadığı açıktır.

Üçüncü manaya gelince, bu manayı dikkate alarak söz konusu ayeti şöyle açıklayabiliriz: "Ey Resul'üm, seni Rabbin insanlar arasında tanınmaz, bilinmez ve meçhul birisi olarak bulup da, insanları sana hidayet etmedi mi-yöneltmedi mi? Gerçekten de Resulullah çocukluğunda anne babasını kaybetmiş, kimsenin tanımadığı fakir ve yetim bir çocukken, İlahi inayetler sayesinde zaman geçtikçe insanların güven, ilgi ve sevgilerini kazanıp gönüllerini birer birer fethetti ve ünü, şöhreti bütün âleme yayıldı. Bu anlama göre ayetin birinci kısmı, yani "dall" (meçhullük-tanınmazlık), Resulullah'la, ikinci kısmı, yani "heda" (hidayet-yönelme) ise insanlarla ilgilidir. Bu tefsir Ehl-i Beyt imamlarının sekizincisi İmam Rıza'dan (a.s) nakledilmiştir. Böylece bu mananın da masumiyetle bir alakasının olmadığı ortadadır.

22- Resulullah'ın (s.a.a) Risalet Ve Nübüvvet Öncesi Durumuyla ilgili Rivayet:

Buhari başta olmak üzere birçok kaynakta Abdullah b. Ömer ve bazı diğer ravilerden şöyle nakledilmektedir: "Allah Resulü, henüz kendisine vahiy gelmediği (Peygamber olmadığı) sıralarda, bir gün Beldeh dağının eteklerinde, Zeyd İbn Amr İbn Nüfeyl ile karşılaştı. Orada bir sofra açarak onu, içinde et de bulunan yemeğe davet etti. Zeyd o eti yemekten çekinip Resulullah'a şöyle dedi: "Ben sizin putlarınıza kestiğiniz etlerden yemem. Ben ancak Allah'ın ismi anılarak kesilen etlerden yerim." Bir diğer rivayette şu şekilde nakledilmiştir: "Resulullah, Ebu Süfyan b. Hars ile birlikte o etten yiyorlardı. Onlar, Zeyd'i de yedikleri etten yemesi için sofraya davet ettiler; ama o şu cevabı verdi: "Kardeşimin oğlu, ben putlar adına kesilen etten yemem." Hadisi rivayet eden şöyle ilave ediyor: "Artık o günden itibaren Resulullah da peygamberliğe seçilinceye kadar, putlar adına kesilen etlerden yemedi!"[40]

Görüldüğü gibi, bu rivayetlere göre Allah Resulü (s.a.a) de cahiliyet zamanında başkaları gibi put sahibiydi; hayvanlarını onlar adına kesiyor ve onlardan yiyordu. (Zeyd'in Resulullah'a hitaben söylediği "Sizin putlarınız adına kestiğiniz..." cümlesi bunu açıkça ortaya koyuyor.) Ama Zeyd'in bu hareketini görünce gaflet uykusundan uyanıp artık bunlardan kaçınmaya karar veriyor!! Şimdi hangisi daha üstündür, (en azından cahiliyet zamanında) Zeyd mi, Resulullah mı?! Karar sizin.

Söz konusu kaynaklarda sayısı elliyi geçen birçok sahabiden bahsedilmektedir ki, bunlar cahiliyet zamanında kendi akıllarıyla birçok doğruyu kavramışlardı. Bu yüzden de puta tapmaz, puta kesilen etten yemez, şarap içmez, zina etmez ve daha sonra İslam'da da haram kılınan şeylerden kaçınıyorlardı ve kısacası Hanif dinine amel etmekteydiler. Ama ne hikmetse bu kaynaklar, Allah Resulü'ne gelince, peygamberlik öncesi (cahiliyet zamanında) Resulullah'ın bu saydıklarımızdan en azından bir kısmına (hâşâ) müptela olduğunu nakletmektedirler!

Ya Rabbi! Bizleri, bize verdiğin, verip de minnet ettiğin en büyük nimetin olan "Resul Nimeti"ne şâkir ve kadirşinas kullarından eyle! Bu dünyada onun nurlu yolundan bizi ayırma! Âhirette şefâat ve refakatinden mahrum eyleme bizleri!

- - - - - - - - - - - - -


*"...Böylelikle, senden, kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman, onlardan dilediklerine izin ver ve onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

[1]- El-Mizân Tefsiri, c.10, s.136.

[2]- Tarih-i Taberi, c.1, s.169, Sire-i Halebiye, c.2, s.190, Sahih-i Müslim, c.5, s.156, El-Kâmil (İbn Esir), c.2, s.136, Kenzü'l-Ummâl, c.5, s.265, Hayat-üs Sahâbe, c.2, s.42, Esbâb-ün Nüzûl, s.137, Ed-Dürrü'l-Mensur, c.3, s.201-203, El-Mizân, c.10, s.134.

[3]- Târihl-Hamîs, c.1, s.393, Fethül-Bâri, Tirmizî, Nesâî, İbn Habbân, Müsdedrek-i Hâkim'den naklen, El-Musannaf (Abdurrazzâk), c.5, s.210, Târih-i İbn Kesir, c.3, s.298, Tabâkât-ı İbn Sa'd, c.2, s.14...

[4]- Yukarıdaki kaynaklar ve Târih-i Hamîs, c.1, s.393, El-Mûstasfâ (Gazâlî), c.2, s.356.

[5]- Bu bölümde en çok değerli muhakkik ve büyük alim Üstad Cafer Murtaza Âmili'nin "Es-Sahih-u Mine's –Sireti'n-Nebeviyye" kitabından istifade ettik; isteyenler bu kitaba, c.3, s.242'den itibaren müracaat edebilirler. Yine Merhum Allâme Tabatabai'nin El-Mizân Tefsirinden azami ölçüde yararlandık. Allah hepsinden razı olsun.

[6]- Nûru's-Sekaleyn Tefsiri, c.5, s.56.

[7] - Taberî Tefsiri, 22/ 10- 11 Beyrut, Dâr'ul-Ma'rife basımı.

[8]- Taberi Tefsiri, c. 23 s. 95, 96, Beyrut, Dâr'ul-Ma'rife basımı. Ed-Dürrü'l-Mensûr (Suyûtî), 5- 148. (Biz Taberî'den naklettik).

[9]- Taberî Tefsiri c. 23 s. 95, 96, Beyrut, Dâr'ul-Ma'rife basımı.

[10]- Üstad Allame Askeri kitabında bu iki ravi hakkında şu bilgileri vermektedir:

Veheb bin Münebbih:

Veheb'in babası İranlıdır, İran Kisrası Enuşirevan onu Yemen'e göndermiştir. Veheb'in biyografisi hakkında İbn Sâ'd'ın Tabakât'ında özetle şöyle geçer:

Veheb, gökten inen 92 kitap okuduğunu, bunların 72'sinin sinagog ve havralarda mevcut olduğunu, ama geriye kalan 20 kitaptan belli sayıda insanlardan başka kimsenin haberi olmadığını bizzat söylemiştir.

Dr. Cevad Ali, "Veheb'in Yahudi asıllı olduğu söylenir; Yunanca, Süryanice ve Hımyerice'yi iyi bildiği ve kadim kitaplar konusunda uzman olduğu da bilinmektedir" der.

Keşf'ul Zunun'da onun telif eserlerinden birinin Kısas'ul Enbiya olduğu geçmektedir. (Tabakaat, İbn Sa'd, 5-395 Avrupa bas. ve Keşf'uz Zunun 1328 ve İslam Öncesi Arap Tarihi: Cevad Ali c. 1, s. 44.)

2- Hasan Basri:

Künyesi Ebu Said'dir. Babası ensardan Zeyd bin Sabit'in kölelerindendi. Ömer'in hilafetinin bitimine 2 yıl kala doğmuş ve Basra'da, 100 yaşında, yani h. 110'da ölmüştür.

Hasan Basri güçlü bir edebiyatçıydı, hem hilafet hem halk nazarında pek itibar gören, biraz da kendisinden çekinilen biriydi. Basra'daki hilafet okulu (Ehl-i Sünnet mektebinin) izleyicilerinin lideri konumundaydı. (Vefeyat'il A'yan: İbni Hallikan c. 1 s. 354 1- basım. ve İbni Sa'd'ın Tabakaat'ı 7/1-120 Avrupa basımı.)

Hakkında gelen rivayetler ve İbni Sâ'd'ın Tabakât'ında geçenlere göre Hasan Basri "kader"e cebre inanan biriydi ve bu hususta başkalarıyla da münazara ve tartışmaları olmuştur. Ne var ki bir süre sonra bu inancından vazgeçmiş ve görüşü değişmiştir. Haccac bin Yusuf Sakafi gibi dönemin tanınmış zalim kan dökücülerine karşı kıyam etmeyi câiz saymayanlardandı.

[11]- İbn Hişâm Siyeri 1356 basımı c. 4 s. 275'te şöyle geçer: "Allah Resulü (s.a.a) Veda Haccı'nda îrâd buyurduğu hutbede şöyle buyurdu: "... Ve her nevi faiz haramdır, sadece asıl sermaye sizinkidir, ne zarar görün, ne de zarar verin! Allah-u Teâlâ faizin olmamasını emretmiş bulunmaktadır. Nitekim -bu cümleden olmak üzere amcam olan- Abbas bin Abdulmuttalib'in -alacağı- faizleri bundan böyle tamamen bâtıldır ve ödenmemelidir. Keza, cahiliyet döneminde dökülen her kan da kimin olursa olsun, bâtıldır ve boşa gitmiştir! Bu hususta batıl ve heder ilan edeceğim ilk kan da Rabia bin Heris bin Abdulmuttalib'in öldürülen çocuğunun kanıdır; Benî Leys kabilesindeki bu minik yavrucak henüz süt çağındayken Huzeyl tarafından öldürülmüştü, cahiliyet döneminde dökülmüş olan bu kan, benim heder ve karşılıksız (kan davası ve intikamı gerektirmeyen) ilan ettiğim ilk kandır!"

[12]- Tefsir-i Ruhu'l-Meânî, c.30, s.157, Siretü'l-Halebiyye, c.1, s.349-350.

[13]- Siret-u İbn-i Hişâm, c.1, s.300-301.

[14]- Tefsir-i Kurtubî, c.10, s.71-83, Siretü'l-Halebiyye, c.1, s.349.

[15]- Tefsir-i Kurtubî, c.10, s.71-83, Siretü'l-Halebiyye, c.1, s.349.

[16]- Tefsir-i Ruhu'l-Meânî, c.30, s.157.

[17]- Tefsir-i Taberî'nin hamişinde basılan "Garâibü'l-Kur'ân "Tefsir-i Ebi'l-Fütûh, c.12, s.108.

[18]- Tefsir-i Ebi'l-Fütûh, c.12, s.108.

[19]- Tefsir-i Mecmeü'l-Beyân, c.10, Duhâ Suresinin Tefsiri.

[20]- Tefsir-i Taber-i, c.3, s.252.

[21]- Tarih'ül Kur'ân- Zencai, s.58.

[22]- Tarih-i Yakubi, c.2, s.33.

[23]- Necm, 19-20.

[24]- Ed-Dürrü'l-Mensûr, c.4, s.194, 366-368, Siretü'l-Halebiyye, c.1, s.325-326, Taberî Tefsiri c.17, s.131-134, Fethü'l-Bâri, c.8, s.333, El-Bidâyetu Ven-Nihâye, c.3, s.90.

[25]- Fethü'l-Bârî, c.8, s.333.

[26]- Mukaddimetu İbn Salâh, s.26.

[27]- Fethü'l-Bârî, c.8, s.333, Es-Siretü'l-Halebiyye, c.1, s.326, Siretu Mağlatây, s.24, El-Mevâhibü'l-Ledünniyye, c.1, s.53.

[28]- El-İktifâ' (Kelâî), c.1, s.352-353.

[29]- Es-Siretü'l-Halebiyye, c.1, s.326, Ed-Dürrü'l-Mensûr Tefsiri, El-Hâzin Tefsiri ve diğer Tefsir kitapları…

[30]- Es-Siretü'n-Nebeviyye (Dehlân), c.1, s.128, Tenzihü'l-Enbiya, s.107, Kitabü'l-Esnâm (Kelbî)…

[31]- El-Keşşâf, c.2, s.203-223, Envarü't-Tenzil Tefsiri , c.3, s.171, Sire-i Halebiye, c.2, s.154, Fethü'l-Kadîr, c.2, s.291.

[32]- El-Kâmil (İbn Esir), c.2, s.123.

[33]- El-Keşşâf Tefsiri, c.2, s.203-204, İbn Kesir Tefsiri, c.2, s.292. Son kaynak havuz yapma konusuna değinmemiştir.

[34]- Bu olay hakkında azami derecede Üstad Cafer Murtaza Âmili'nin "Es-Sahih-u Mine's-Sire" adlı eserinden yararlandık, c.3, s.179.

[35]- Sahih-i Müslim C:7 Kitabü'l-Fazail 139-140 Müsned-i İbn Hanbel c.1 / s.162 c.3 / s.152 Sünen-i İbn Mâce c.2, Kitabü'r-Rihân, 15, Kitabü't-Tahsil-i vel-Beyân (İbn Rüşd)...

[36]- Sahih-i Buhari, c.4, Dualar Kitabı, Peygamber'in "Ben eziyet edersem..." Babı. Sahih-i Müslim, c.4, Birr Ve İyilik Kitabı, Hak Etmediği Halde Peygamber'in Bir Kimseyi Lanetlemesi Bâbı.

[37]- Sahih-i Buhârî, Tıp Kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.6, s.118, Sünen-i Tirmizi, c. 3, s. 265 Ve...

[38]- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.4, s.335.

[39]- Sünen-i Tirmizî, c.5, Ömer'in Menkıbeleri Bâbı, Hadis: 3774.

[40]- Bu olayı nakleden bazı Sünni kaynaklar: Sahih-i Buharî, c.7, Putlar adına kesilen Bâbı, c.5, Zeyd İbn Amr İbn Nüfeyl Hadisi Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.1, 189, El-İstiâb (İbn Abd-il Birr), c.2, s.4, El-Ağânî (Ebulferec İsfahanî), c.3, s.120.