.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Üstad Muhammed Taki Misbah

"Ey Ahmet! Suskunluğunu koru, çünkü en diri kalp salihlerin ve suskunların kalbidir. En kötü ve ölü kalp ise boş yere çok konuşan kimselerin kalbidir.

Ey Ahmet! İbadet on kısımdır ve bununun dokuzu helal rızık elde etmek için çalışmadadır. Eğer yiyecek- içeceğin helalinden olursa işte o zaman benim korumam ve sığınağım altına girersin.

Arz etti: Rabbim, ibadetin ilki nedir?

Buyurdu: Sükût etmek ve oruç tutmaktır.

Arz etti: Rabbim, orucun faydaları nelerdir?

Buyurdu: İlk faydası hikmettir, hikmet peşi sıra tanımayı getirir, tanıma da yakini doğurur ve kul yakine ulaştı mı zorlukla mı, yoksa rahatlıkla mı sabahladığı onun için önemli olmaz."

Allah'a Ulaşma Yolu O'na İtaat

İnsan var oluşunun asıl amacının; özgür irade ile mükemmelliğe doğru ilerlemek olduğunu anladıktan sonra, ulaşması gereken en büyük kemalin de Allah'a yakınlık olduğunu anlamıştır. Bir insan yaratılışının bu olduğunun farkına vardıktan sonra; bu yolu nasıl en doğru bir şekilde kat edip, hedefine hangi yöntem ve programlarla ulaşa bileceğini araştırmaya koyulur. Bu programlar iki temel bölümden oluşur:

1- Mutlaka yapılması gereken işler.

2- Mutlaka yapılmaması gereken işler.

Bunların her ikisi de çok önemlidir; yapılması gereken işler yani ilahi emirler, insanı kemale doğru götürür, tekâmül edip, sürekli Allah'a doğru harekette olmasını sağlar. Yapılmaması gereken işler yani haramlar, ilahi yasaklar, bu da insanın ilahi emirleri yerine getirip, ilerleye bilmesi için gereklidir. Haramlardan kendisini koruyamayan kimse, tam anlamıyla da farzları yerine getiremez, dolayısıyla da Allah'a yaklaşamaz. Öyleyse insan, ilk başta oturup hangi işleri yapıp ve hangi işleri de yapmaması gerektiğine karar vermelidir.

Fıkıh ve ahlak kitapları baştan sona nelerin yapılıp, nelerinde yapılmaması gerektiğiyle doludur. Emir ve yasaklar arasında sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır, yani insanın bir işi yapması ondan daha zor olanı yapa bilmesine yardım eder, aynı şekilde bir işi yapmayarak terk edilmesi daha zor olan bir işi yapmamayı kolaylaştırır. Yahut insan, bir yasağı yapmadığı zaman, başka bir emri yapabilmesi daha kolay olur.

Kendini yetiştirmedeki en önemli şart, eğiticiden; hangi işler yapıldığı takdirde ondan daha zor olanı yapılabilir, bunun formülleri öğrenmektir. Bir ahlak üstadının en büyük başarısı, öğrencisine zor olan işleri başara bilmek için öncelikle kolay olanlardan başlaması gerektiğini öğrete bilmesidir. Kemal yolunda ilerlemek isteyen, öncelikle nereden başlaması gerektiğini bilmek zorundadır. İnsan çoğu zaman büyük ve zor bir işin yapılması gerektiğin önemini anlamıştır; ama buna gücü yetmez, güç yetirmeye çalışması da daha çok zarar verecektir. Örneğin her gece bin rekât namaz kılmak ne kadar güzel olur veya biran dahi Allah'tan gafil olmamak ne kadar önemlidir. Bizler öneminin farkına vardığımız bu tür işleri yapamayız, ne ruhumuz ve ne de bedenimiz böyle şeyleri kaldıra bilir.

Her zaman kolay ve basit olandan başlanılmalıdır. Eğer düzenli, planlı ve programlı bir şekilde belli bir kolay işten başlanılır ve sürekli yapılırsa, zamanla insan kendisinde daha zor amelleri yapa bilme yeteneğini bulacaktır. İlk başta yapılmaması kolay olan günahlar terk edildikçe, zamanla çok daha büyük ve yapılmaması zor olan günahlarda terk edilecektir, böylelikle de insan geleceğini karartıp büyük azaba duçar olmayacaktır.

Allah Dostunun Gönlünü Dirilten

Kalbi ölü olan kimse Allah'a ulaşamaz ve kalbi diri olan kimse ise kalbine Allah'ı yerleştirerek, gün geçtikçe O'na daha fazla yaklaşır. Bunun için de yüce Allah, Peygamber’ine (s.a.a) nelerin kalbi öldürdüğünü ve nelerin de dirilttiğini şu şekilde buyurmaktadır:

"Ey Ahmet! Suskunluğunu koru, çünkü en diri kalp salihlerin ve susanların kalbidir. En kötü ve ölü kalpse boş yere çok konuşan kimselerin kalbidir."

Dil her zaman sahibinin kontrolünde olan bir uzuvdur, demek ki insan dilini kontrol edebilir ve çoğu şeyleri de söylemeyebilir. Dil hususunda çok dikkatli olunmalıdır, dil sadece ahiret için faydalı olan şeylerde hareket etmeli ve faydasız sözler içinse asla hareket etmemelidir. Elbette her durumda susmak doğru olmaz, yeri geldiğinde ve faydalı olduğu zaman mutlaka konuşulmalıdır.

Susmanın ve çok konuşmamanın hadislerce birçok faydası zikredilmiştir, bu kutsi hadiste de o yararlardan bazıları belirtiliyor: Mesela sükûtun en önemli faydalarından biri; insanın enerjisini boşa harcamamasıdır, bu da beynin daha fazla düşüne bilmesini sağlar. İnsan az konuşup, yararsız şeyler söylemediğinde, konuşma için harcanan enerji, düşünme için harcanacaktır, bu da insanın daha fazla bilinçli olmasını sağlar.

İnsanın değeri, bildiklerine bağlıdır. Düşünmek, bilinçli ve şuurlu olmak, insanı hayvandan ayıran en büyük özelliktir, fiziksel olarak gelişen ama cahil olan birisi sadece hayvani boyutunu geliştirmiştir, insani boyutuysa değersiz ve cılız kalmıştır. İnsanın bilgisi ne kadar çoğalırsa değeri de o kadar çoğalır, gafleti ne kadar çoğalırsa değeri de o kadar düşer. Çok konuşan insanın bilgisi azdır, bütün vaktini yersiz ve faydasız konuşmalara harcadığından bilgisini arttıramaz.

Birisi, Allame Tabatabaî'ye (r.a), "Namazda daha fazla Allah'ı düşüne bilmem için ne yapmam gerekir?" diye sordu. Allame şöyle cevap verdi: "Az konuş, namazda kalbinin tamamen Allah'a yönelmesini istiyorsan az konuşmalısın."

Çok konuşmak, insanın beyninin sürekli karmaşalar içinde olmasını sağlar, hep konuşulan şeyler akla geldiğinden, insan kafasını toparlayamaz. Bu yüzden de, sadece bir şey düşünmek istediğinde bunu başaramaz. İnsan ne kadar dilini tutmasını bilirse ve konuşmamaya çalışırsa o kadar zihnini bir noktaya odaklayabilir.

Öyleyse bu rivayete göre, kalbi en fazla bayındır ve canlı olan az konuşan, faydasız şeyleri söylemekten sakınan kimsedir. Çok ve yersiz yere konuşan kimsenin kalbiyse tam bir harabe gibidir, onun kalbi aslında ölmüştür. Konuştuklarının ne dünyasına bir faydası var ve ne de ahiretine, zaten böylelerinin başkalarına da bir faydası yoktur.

Hadisin devamında yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey Ahmet! İbadet on kısımdır ve bunu dokuzu helal rızık elde etmek için çalışmadadır. Eğer yiyeceğin-içeceğin helalinden olursa işte o zaman benim korumam ve sığınağım altındasın demektir."

Allah'a ulaşmak, O'na ibadet ve kulluk edebilmek için en önemli şart, kazandığının helal olmasıdır. Bütün kazancı haram yoldan olan birisi, nasıl olur da Allah'a kul olabilir. Karnını haram yiyeceklerle dolduran hiçbir zaman Allah'a yaklaşamaz. Söz buraya geldiğinde Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle soruyor:

"Rabbim, ibadetin ilki nedir? Buyurdu: Sükût etmek ve oruç tutmaktır."

Eğer Allah'a ulaşmak istiyorsanız, eğer Allah'a kulluk edip, bir insanın ulaşabileceği en büyük makamlara ulaşmak istiyorsanız bilin ki; bunun yolu susmak ve oruç tutmaktan geçmektedir. Bu, Allah ve mükemmellik yolunda atılacak ilk adımdır. Dil kontrol edilmedikçe ve insan aklına gelen her şeyi söyledikçe asla bir yerlere ulaşamaz. Aynı şekilde bir insan sadece karnını düşünürse, o gerçekte samana ulaşmak isteyen dört ayaklı gibidir, böylesine değersiz hedefleri olan, gerçekte insan değildir.

Orucun Üç Önemli Faydası

Allah'a ulaşmak isteyen kimse, karnına hâkim olmak zorundadır. Canının her istediğini yemek, lezzetli yemekler gördüğünde sevinmek ve sürekli yiyip içmek kemal yolunda en büyük engeldir. Bunun için de oruç tutmak gerekir, yüce Allah orucun bir takım yararlarını şöyle buyurmaktadır:

"Arz etti: Rabbim, orucun faydaları nelerdir?

Buyurdu: İlk faydası hikmettir, hikmet peşi sıra tanımayı, tanıma da yakini getirir."

Yüce Allah oruç tutmayı öğütledikten sonra, bunun neticesinde insanın neler kazandığını yani orucun faydalarını buyuruyor. Bu yöntem eğitimde dikkat edilmesi gerekilen en önemli hususlardan biridir. Bir işin yapılması istenildikten sonra, mutlaka o iş yapıldığı takdirde ne tür yararları da peşi sıra getirdiği anlatılmalıdır. Ancak bu şekilde karşı tarafta, o işi yapmak için bir istek ve meyil oluşturulabilir. Yoksa sadece emretmek, insanda istek oluşturmaz.

Orucun genel olarak insan için bir bedenine faydası vardır ve bir de maneviyatına. Bedensel faydası; beslenme programının bir düzene girmesidir. Yemiş olduğumuz miktarda yemeğe bedenimizin ihtiyacı yoktur, yediğimizden çok daha azı beden için yeterlidir. Herkes düzenli bir beslenmeyle ihtiyacını gidere bilir, beslenmemiz düzensiz olduğundan beden gerektiği gibi yenilenden faydalanamıyor ve sonuçta sürekli besin ihtiyacı duyuyor. Bu orucun bedensel olan bir faydası, bu yarar için niyet önemli değil, günde iki öğün yemek yeterlidir, ama manevi yararlar için niyet önemlidir ve niyet Allah rızası için olmalıdır.

Manevi faydası ise; oruç sayesinde insanda hikmetin oluşmasıdır. Eğer bu konu hakkında biraz daha dikkatlice düşünecek olursak, oruç ile hikmet arasında bir sebep-sonuç ilişkisi olduğunun farkına varacağız; zira insanın karnı boş olduğu zaman birçok hakikati çok daha iyi anlamaktadır, zaten bunun da adı hikmettir. Çok yiyen, aslında sadece maddi lezzetlere önem veren biridir, böyle bir insanın yiyip içmede tek amacı lezzet alabilmektir, bu da insanın hayvanların seviyesine düşmesi demektir. Yemekten başka bir şey düşünmediğinden, hiçbir zaman akli, manevi ve ince bilgilerin önemini anlayamaz. Tefekkür ve ilmi gerçekleri bulma lezzetindense hep mahrum kalır. Böyle bir insan ibadet de edemez, çünkü sadece yenilecek şeylerle keyif aldığından ibadetin nasıl bir lezzeti olduğunu anlayamaz.

Oruç insanın iradesini güçlendirip, sadece maddiyata bağımlı kalmaktan kurtarmasının yanı sıra, insanın hep Allah'ı hatırlamasını da sağlamaktadır. Oruç tutan Allah rızası için akşama kadar hiçbir şey yiyip içmediğinden bu durum ona sürekli Allah'ı hatırlatmaktadır, böylece gün boyu Allah'tan gafil olmaz.

Ayrıca çok yemek insanı ağırlaştırır ve insanın beynini çalıştırarak düşünmesini engeller, çünkü yemek sonrasın beden yenilenleri sindirmekle uğraştığından beyin istenilen gibi çalışmaz.

Yemek sonrası bedendeki kanlar midenin etrafında toplanıp sindirime çalışır, beyin çalışıp, düşündüğü zaman da kan oraya toplanıp beyni düşünmek için hazırlar. İşte bu yüzden doktorlar çok yedikten sonra zihni çalışmalar yapılmaması tavsiye etmektedirler, çünkü bu iki iş bir biriyle uyuşmamaktadır. Demek ki; çok yemenin bir diğer zararı da insanı fikirsel çalışmalardan alıkoymasıdır. Elbette diğer birçok zararı daha bulunmaktadır örneğin; çok yiyen birisi bu maddi lezzetten keyif aldığı için, maddiyatın peşine düşer, zira daha lezzetli yemekler yiye bilmek için daha çok çalışması gerekir, böylelikle zamanla maddiyatın içerisine dalar ve maneviyattan geri kalır.

Öyleyse bu rivayetten anlaşılan, insanın gerçek manada insan olabilmesi için hikmete ulaşması gerektiğidir, bunun yolu da oruç tutmak ve her halükarda az yemekten geçmektedir. Tabii ki düşünmekten kasıt insanı Allah'a ulaştıracak düşüncelerdir, hikmetten maksat da insana Allah'ı tanıtacak, ilahi sıfatları anlamasını ve her şeyde Allah'ın rızasına göre hareket etmesini sağlayacak bilgilerdir. Diğer taraftan, iman bilgiden geçtiği için; tanıma çoğaldıkça, yakin ve imanda çoğalacaktır.

Yakin imanın en son derecesidir, ama yakin de kendi içerisinde kademe kademedir.[1] Hiç kimse sebepsiz yere bir şeye inanmaz, insan eğer bir şeye inanıp, iman etmişse o inanılan şey hakkında bilgi edinmiş demektir. O şey hakkında ne kadar çok bilgi sahibi olunursa ona olan iman da o denli çoğalacaktır, iman çoğaldıkça kul yakine ulaşacaktır.

Elbette imanın da, yakinin de bazı belirtileri bulunmaktadır, birisinde o belirtiler bulunduğunda onun ne kadar imanlı veya yakin ehli olduğunu anlaya biliriz. Miraç hadisinin bu bölümünde yüce Allah yakinin belirtilerinden birini şöyle buyurmaktadır:

"…ve kul yakine ulaştığı zaman zorlukla mı, yoksa rahatlıkla mı sabahladığı onun için önemli olmaz."

Yakine ulaşan bir kul için, dünyanın rahatlık ve sıkıntılarının hiçbir önemi yoktur. Yaşamında karşılaştığı rahatlıklar yahut zorluklar onun için aynıdır, hiçbiriyle üzülüp, sevinmez, çünkü o gönlünü başka bir yere bağlamıştır. Allah'a ulaştıktan sonra artık hayatta hiçbir şey onların haleti ruhuyesini sarsmaz. Gönülleri ilahi sevgiyle hep huzurlu ve mutludur.

Mümin kulun kalbi devasa okyanuslar gibidir, ufacık ve değersiz yaşam sıkıntıları onların kalplerinde küçük bir dalga misali etki etmez. Hakikatlere ulaştığından, dünya hayatı tüm güzellik ve acılarıyla onun gözünde değersizdir, bu yüzden de böyle ufak şeylerle kendisini meşgul etmez, zengin mi, fakir mi olmuş bu onun asla umurunda olmaz. İmanı güçlü olan bir kul, bütün işlerini Allah'a bırakır, zira o Allah'ın her zaman onun için en hayırlı olanı vereceğini bilmektedir ve başına gelenlerin de hep güzel olduğuna inanmaktadır. İman güçlü olup, kul da Allah'a tevekkül etti mi, Allah d onun vekâletini kabul eder ve bütün işlerini hep onun hayrına olacak şekilde bir düzene koyar. Mümin kimse bunu bildiğinden huzur doludur, hiçbir hususta endişeye kapılmaz.

Demek ki, mümin insan iki açıdan dünyada karşılaştığı zorluk ve rahatlığa önem vermez. Birincisi; dünya yaşamı gibi basit şeylerle kendisini kandırmaz, daha üstün ve yüce lezzetlerin peşindedir; dünya hayatı onu Allah'ı anmaktan, yakinsel tanımalara ulaşmaktan, ilahi eserleri görmekten ve Allah'ın sıfatlarını müşahede etmekten alıkoymaz. Bu gibi ruhani değerlere o kadar önem vermektedir ki; diğer işlerin onun için hiçbir önemi kalmaz.

İkincisi; Allah'a olan imanıyla bütün işlerini Allah'a bırakmış, Allah da onun vekâletini kabul etmiştir, bu yüzden de ne onun hayrınaysa Cenabı Hakk'ın nasip edeceğini bilmektedir. Allah'ın yapmış olduğu her işin bir hikmeti vardır ve O kendisine tevekkül eden kullarının hep iyiliğini ister, mümin kul bunun bilincindedir. Başına gelenlerin ne tür yararlarının olduğunu bilmese de Allah'a kesin güvenmiştir. Dolayısıyla yaşamda karşılaştığı zorluklar ve sıkıntılar onu üzmez, aynı şekilde zenginlik ve rahatlık da onu Allah'tan gafil etmez.

Yakine ulaşan bir insan, bildiği hakikatlerde huzur bulur, yani önceden sadece bilmekteydi, oysa yakin sayesinde onların içinde olur ve görür. Hiç şüphesiz bu da insanın günlük amellerinde çok etkili olacaktır. Bizler, Allah, cennet, cehennem vb. kavramları sadece bilmekteyiz, onlara yakin etmiş değiliz, bu yüzden de amellerimize bir tesiri yoktur, sanki amel esnasında bütün bildiklerimizi unutuyoruz. Lafta, "Allah her yerdedir ve bizi görmekte" diyoruz, ama amele gelince bu sözümüzü unutuyoruz. Demek ki, yakine ulaşmamışız; çünkü yakin insanın bildiğinde olması, bildiğinin sürekli onun yanında bulunmasıdır.

1- Bazı rivayetlere göre yakinin üç derecesi bulunmaktadır; ilme’l yakin, ayne’l yakin ve hakku’l yakindir. Bu aşamaları Muhakkiki Tusi  (r.a) şöyle açıklamıştır: "Allah’ı delil ile kabul etmeyip, dinlerini sadece taklit üzere kabul edenler, Allah’ı Teala’yı da "ateşi" tanıdıkları gibi tanırlar. Ateş yani başka bir şeyle birleştiği zaman onu yok eden, bir şeyin yanına yaklaştığı zaman onu belirgin kılan ve her ne kadar alınırsa alınsın hiçbir zaman eksilmeyendir. Ama insanın uzaktan dumanı görmesi ve kesinlikle orada birisi ateş yakmıştır demesi daha üstün bir tanımadır. Allah’ı bu şekilde tanımak kesin aklı delillerle ulaşılan tanımadır. Bu belirttiğimiz iki kısımdan daha değerli olan, Allah’a canı gönülden inanıp, muhlis olarak, onu yerin ve göğün nuru olduğuna yakin etmiş bir şekilde tanımaktır. Bu marifet makamına ulaşan insanlar, ateşin yakınına gelip, etrafı onun aydınlığıyla gören, ondan faydalanan ve onu hissedenlerdir. Oysa bütün bu bilmelerden-tanımalardan daha üstün olanı âşıkların tanımasıdır. Bunlar maşuklarını, kendisini ateşin içine atıp onda yok olan pervaneler gibi tanıyanlardır. En güzel bilme, fenayı fillah olanlarınkidir. Rabbimiz kendi lütuf ve inayetiyle bizlere de bu bilgi makamına ulaşmayı nasip etsin."