.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İnsanın ruhi halleri ve ruhani tekâmülü ile ilgili konular için belirli bir tarih söyleyemiyoruz ve insanların hangi zaman diliminde bu konulara yöneldiğiyle ilgili herhangi bir tarih söylenmemiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim ve hadislerden de anlaşıldığı üzere ilk insanın peygamber olduğunu kabul edersek bu konunun başlangıç tarihi olarak yeryüzündeki ilk insanın var oluş tarihini söyleyebiliriz. Zira ruh konusu ve insanın ruhani tekâmülü, vahiy ile insana iletilen öğretilerin başında yer alıyor ve ilk insanı bir peygamber olarak düşünecek olursak kesinlikle bu konular vahiy aracılığıyla bu peygambere iletilmiştir ve onun aracılığıyla da çocuklarına aktarılmıştır. Ancak bu gerçeği bir kenara koyacak olursak en eski kavimleri anlatan bu döneme ait yazılı veya diğer eserler bu tür konuların bu kavimler için bir aktif konu olduğunu ve bu kavimler içinde manevî faziletler yönünde çaba sarf eden insanların var olduğunu gösteriyor.

Ayrıca konuyla ilgili yine çok eski kavimlere dayanan bir gerçek ise ruhun güçlenmesinin ve ruhani yeteneklerin gün yüzüne çıkmasının maddi ve cismani zevklerden vazgeçmeğe bağlı olduğu gerçeğidir. İnsanoğlu ruh ve cisim ayırımını fark ettiği dönemden beri ve ruhani kemallerle cismani kemalleri ayırt edebildiği günden beri ruhani kemalleri ancak cismani zevkler ve fizikî arzulardan uzak durarak elde edebildiğini fark etmiştir. Diğer bir tabirle laubali ve lakayt bir hayat tarzının ruhani erdemler ve faziletlerle örtüşmediğini fark etmiştir. Dolayısıyla tarih bakımından bu konuyu bu yönde bilinen ilk konu olarak dile getirebiliriz. Ancak daha önce değindiğimiz gibi yine de bu konu ve benzeri konular ilk olarak peygamberler (a.s) tarafından dile getirilmiştir ve insanlara öğretilmiştir.

Daha önce de değindiğimiz üzere yüce Allah’ın peygamber aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu hakikatler zamanla tahriflere uğratılmıştır ve değiştirilmiştir. Dinin temel konuları yani Allah inancı, peygamber inancı ve kıyamet inancı bütün peygamberlerde (a.s) aynı olmasına rağmen bu konular bile akıl almaz tahrif ve değişimlere uğratılmıştır. Tek Allah’a inanmak inancı bütün peygamberlerin (a.s) ortak inancı olmasına rağmen bu inanç bile zamanla tahriflere uğratılmıştır ve puta tapmak benzeri inançlara dönüştürülmüştür. Bu putların içinde adını bile anmaya utandığımız türden putların var olması bu gerçeğin korkunç boyutlarını gözler önüne seriyor. Peygamberlik inancı ise bazı peygamberleri Allah’ın oğlu, Allah’ın vücuda bürünmüş hali ve bir mabut olarak görmeğe kadar tahrif ve değişimlere uğratıldı. Aynı şekilde kıyametle ilgili birçok hurafe ve asılsız bilgi insanlara ahiret inancı olarak aşılandı.

Bu senaryo dinlerin inanç bölümüyle sınırlı kalmadı ve dinlerin pratik kanun ve kurallarında da kendi yerini buldu. Dinlerin bu bölümünde bu tür tahriflerin örnekleri sıkça görülüyor. Bu tahrifler bazen söz konusu dinin tamamıyla değişime uğramasına kadar ileri gidebiliyordu ve bu durumda yeni bir peygamberin insanlara tamamen yabancı yeni bir dinle gelip insanları doğruya iletmesi gerekiyordu.

Dinlerin insanların günlük işleriyle ilgili hükümleri, gözle görülür işlerle ilgili olmasına rağmen bunca tahrif ve değişime uğrayabildiyse kelimelerle bile tam olarak ifade edilemeyen gayri hissi irfânî konuların durumunu artık siz düşünün. Dinlerin bu bölümünde meydana getirilen eğrilikler her zaman diğer bölümlerin kat kat fazlası olmuştur. İnsanların yaşadığı ifrat ve tefritler ve ayrıca nefsani istekleri bu tür tahrif ve değiştirmelerin meydana gelmesinde önemli rol almıştır.

İrfan ve manevî erdemleri kazanmanın yolu, zatı itibarıyla nefsanî isteklerle örtüşmüyor olsa bile melun İblis’in kandırma ustası olduğunu unutmamak gerek. Bütün insanları kandırmak üzere yüce Allah’ın izzeti üzerine yemin etmiş olan bu insan düşmanı varlık[1] kandırma işini çok büyük bir ustalıkla yapıyor. Öyle ki apaçık nefsanî isteklerin peşinde gitmek olan bir işi ilahî bir vazife gibi insanlara tanıtıyor ve insanları bu işi yaparak Allah’a daha da yakınlık kazanacakları yönünde ikna ediyor.

Dolayısıyla şeytanın bu yöndeki etkin konumunu da göz ardı etmemeliyiz. Kendisi için bütün saadet kapılarını sımsıkı kapatmış olan bu varlık tüm insanları saadetten alıkoymak için elinden gelen bütün çabaları gösterecektir elbet. Şeytanı endişelendiren konu insanların manevî yükselişidir ve şeytan bütün çabasını bu yönde harcıyor. İnsanların maddî yükselişi ve dünyevi ilerleyişleri ise onun için tedirgin edici bir gelişme değildir. Şeytanın peşinde olduğu şey insanları doğru yoldan alıkoymak ve Allah’a varmalarını önlemektir.

 لأََقْعُدَنَّ لَهُمْ صِراطَكَ الْمُسْتَقِيم 

“Ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”[2]

Evet, şeytan kendisi için yasaklattığı yüceliklerin tüm insanlar için de ulaşılamaz hakikatler olmasını ve elinden gelen tüm çabayı gösterip bütün araçları kullanarak insanların Allah’a yakınlık kazanmasını engellemek istiyor. Tamamıyla alıkoyamadığı insanları ise kısmî bir şekilde mümkün olduğu kadar engelliyor. Şeytanın tarih boyunca hangi araçlar ve hangi yöntemleri kullandığı konusu ise başlı başına büyük bir konudur ve ayrıca bu araçları ve yöntemlerin tamamını sıralamak kolay bir iş değildir. Şu kadarını bilelim ki şeytan öylesine güçlü ki tarih süreci içerisinde birtakım insanları kandırarak kulluk yapmak niyetiyle başladıkları yolun sonunda, kendilerini Allahlık iddiasında bulunurken bulmalarını sağlamıştır. Yani şeytanın en büyük sevinç kaynağı olan şey ve insan için ondan daha büyük bir sapkınlık düşünülemeyen durum. Şeytanın diğer bir yöntemi ise birtakım insanları kandırmak suretiyle onları birer büyük örnek olarak insanlara sunmak ve insanları bu şekilde grup halinde doğru yoldan saptırmaktır.

Sonuç itibariyle manevîyata yönelmek gerçeği insanlık tarihinde çok eski bir tarihe sahiptir ve en eski kavimlerde bu tür eğilimler gözlemlenmiştir. Belki de günümüze kadar ulaşmayı başaran en eski kitaplar dinî kitaplardır ve bu kitaplar içinde Hindulara ait kitaplar en eski eserler olabilir. Bu kitaplardan birçoğu tahrif edilmiş olmasına rağmen insanın ruhanî yükselişiyle ilgili birçok bilgiye ulaşmak mümkündür ve bu bilgiler içinde tahrif edilmemiş değerli öğütler de göze çarpıyor.

Hatırladığım kadarıyla bu kitaplarda gözüme çarpan konulardan birisi Tevhid Suresi’nin mealini andıran bir konuydu. Oysa Hindular puta tapan bir topluluktur ve sahip oldukları inancın ruhu, tevhit inancıyla örtüşmüyor; ancak buna rağmen tevhit içerikli konulara bu kitaplarda rastlamak mümkündür. Her ne kadar bu konular tahrif edilmiş olan onca konunun yanında gerçek değerini yitirse de buna rağmen bu kitapların asıl itibariyle doğru konular ihtiva eden kitaplar olduğunu ve peygamberlerin öğütlerinden alındığını göstermek için yeterlidir. Bu bilgileri gördüğümüzde bu kitapların zamanla tahriflere uğradığını ve tevhit inancını haykıran bu kitapların belirli bir süre sonrasında birer şirk ve putperestlik eserine, yani günümüzdeki haline geldiğini anlıyoruz.

Kur’an-ı Kerim bu gerçeği yer yer dile getiriyor. Örneğin bütün ümmetler için mutlaka bir peygamber ve elçi gönderildiğini anlatan ayeti kerimeler bunun bir örneğidir.

وَإِنْ مِنْ أُمَّة إِلاّ خَلا فِيها نَذِير 

“Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.”[3]

وَلَقَدْ بَعَثْنا فِي كُلِّ أُمَّة رَسُولاً أَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطّاغُوتَ

“Ant olsun ki biz, «Allah’a kulluk edin ve tâğuttan sakının» diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.”[4]

Biz Müslümanlar olarak yüce Allah tarafından yüz yirmi dört bin peygamber gönderildiğine inanıyoruz, oysa bunca peygamber içinde sadece yirmi altı peygamberin adını biliyoruz ve bu peygamberlerle ilgili çok kısıtlı bilgilere sahibiz. Diğer peygamberlerin hangi tarihte, nerede ve hangi kavimlere gönderildiğiyle ilgili hiçbir bilgiye sahip değiliz. Dolayısıyla Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da ve dünyanın diğer bölgelerinde birtakım peygamberlerin gelip de insanları doğruya yönlendirmiş olması ve zamanla bu peygamberlerin öğretilerinin tahrif edilip günümüzdeki şirk içerikli dinler haline gelmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Tıpkı Arap Yarımadası’nda gerçekleştiğini bildiğimiz olayların benzerleri gibi...

Konuyla ilgili olarak, Yahudiler diğer kavimlere oranla maddiyata daha çok meyleden ve dünya peşinde koşmalarıyla bilinen bir kavimdir. Fakat buna rağmen bu kavimde irfân yönüyle büyük aşamalar kat eden ve bu yönde oldukça ilerleyen büyük âriflerin var olduğunu biliyoruz. Dünya aşkı ve zenginlik hevesi, fıtratlarının üstünü örtüp de ikinci karakterleri haline gelen bu insanlar içinde bu tür insanların var olması oldukça şaşırtıcı bir durumdur. Bu âriflerin böylesi bir kavim içinde var olması, ister istemez bu kavim içinde bir peygamberin ve ilahî öğütlerin olup da sonradan bu öğütlerin değiştirildiği ihtimalini insanın aklına getiriyor. Ancak bu az sayıdaki değerli insanın bu öğüt ve bilgileri diğer kavimlerden almış olma ihtimalini de göz ardı edemeyiz.

İslam ve Müslümanlar dışındaki diğer kavimler içinde manevîyat ve ruhî kemaller konusuna daha çok ilgi gösteren topluluk Hıristiyanlardır. Bunun bir sebebi ise Hıristiyanlığın ilk başından beri ruhbaniyet ve zahitlikle birlikte sesini duyurmasıdır. Bu gerçeği tetikleyen sebep ise Hz. İsa (a.s) ve havarilerin insanların elinden kaçıp da dağlara sığınması ve burada oldukça sıkıntılı şartlar altında uzun bir süre yaşamasıdır. Havarilerin bilinçli bir şekilde seçmiş olduğu bu hayat tarzının daha sonra dolaylı ve kinayeli bir şekilde yüce Allah’ın onayını aldığını söyleyebiliriz.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

 وَرَهْبانِيَّةً ابْتَدَعُوها ما كَتَبْناها عَلَيْهِمْ إِلاَّ ابْتِغاءَ رِضْوانِ اللّٰهِ 

“Kendilerinden çıkardıkları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar.”[5]

Dolayısıyla Hıristiyanlar içinde birtakım insanların manevîyat ve ruhani hallere yoğun ilgi gösterdiğini duyduğumuzda veya okuduğumuzda bu durum bizi şaşırtmıyor. Günümüzde bile Hıristiyanlar içinde benzer özellikler taşıyan insanların var olduğunu biliyoruz.

Sonuçta manevî faziletler ve ruhi kemaller konusu her zaman din ve vahiy kaynaklı olmuştur. Ayrıca biz yeryüzüne inen ilk insanın bir peygamber olduğuna inanıyoruz ve insanlığın varlığını peygamberlik ve vahyin varlığıyla eş zamanlı biliyoruz.

Diğer yandan baktığımızda kaç bin yıl içinde birçok yeni dini anlayış, yeni fırkalar ve bölünmelerin meydana geldiğini görüyoruz. Bütün bu bölünmelerin özgeçmişini, eğilimlerini, içeriğini, bağlantılarını ve başlarındaki liderlerin ihanetlerini araştırmak başlı başına geniş bir inceleme gerektiriyor ve burada bu konulara değinecek durumda değiliz. Burada bizim için önemli olan şey doğru, hakiki İslamî irfânı tanımak ve doğru bir seyr u sülûkun özelliklerini bilmektir. Müslümanlar içinde İslam adını taşıyan ve hakiki İslamî irfân olduğunu iddia eden birçok irfânî akımın var olduğunu biliyoruz. Burada hakiki İslamî irfânı bulabilmek yönünde önümüzü açmak ve bu alandaki doğruları yanlışlardan ayırmak için kullanabileceğimiz birtakım araçları tanıtmak istiyoruz. Bu yönde Kur’an-ı Kerim çok sağlam bir araç olarak bize yardımcı olacaktır. Ancak Kur’an sayesinde gerçek İslamî irfânı arayan temiz kalpli insanlara doğru yolu tanıtabiliriz. Fakat bu alandaki birçok tefrika ve bölünmenin nefsanî heveslerden kaynaklandığını ve mantık üzere kurulan delillerle hiçbir bağlantısı olmadığını unutmamalıyız. Doğal olarak bu tür bölünmeleri mantıklı deliller sunarak ve Kur’an’ın ayetlerini delil göstererek çözemeyiz. Kulaklarını mantıklı delillere kapatıp da nefsini rehber edinen insanlara binlerce mantıklı delil getirseniz bile bütün bu delilleri kabul etmeyeceklerdir ve çok basit bir şekilde size “ikna olmadım” diyeceklerdir.

Burada şu veya bu fırka demeden hiçbir fırka veya şahsı kastetmeksizin, sadece ve sadece Allah katındaki görevimizi yerine getirebilmek adına doğru bir irfânın özelliklerini tanıtmaya çalışacağız. Bu özelliklerle tanışan insanların kendisi oturup düşünmelidir ve bu özelliklerle örtüşmeyen sahte irfânları bir kenara koyup bu tuzaklardan uzak durmaya çalışmalıdır.

[1]     Sad/82.

[2]     Araf/16.

[3]     Fatır/24.

[4]     Nahl/36.

[5]     Hadid/27.