.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Ruhullah Musevî Humeynî

“Rabbil âlemîn”

Yüce Allah’ın sözündeki rab eğer müteali (yüce), sabit ve seyyid (efendi) anlamında ise, bu zatî isimlerden sayılır ve eğer malik, sahip, galib ve kahir anlamında ise bu durumda sıfatî isimlerden sayılır ve eğer mürebbi, mun’im (nimet veren) ve mütemmim (tamamlayıcı) anlamında ise, o zaman da ef’alî isimlerdendir. Âlem kelimesi ise vücudun bütün mertebelerine, gayb ve şuhud menzillerine şamil olan Allah’tan gayrisi anlamında ise, rab sıfat isimlerinden sayılmalıdır ve eğer maksat tedricî husul ve kemal olan mülk âlemi ise, rabden maksat da fiil ismidir. Her haliyle burada maksat zat ismi değildir. Bir nükteye göre de “âlemin” kelimesinden maksat, ilahi terbiye ve meşiyetin altında kendilerine layık olan kemale ulaşan mülk âlemidir ve “rab”dan maksat ise efal isimlerinden olan mürebbi anlamındadır.

Bil ki biz bu kitapta ayet-i şerifelerin edebi, lügavi ve terkip boyutlarını zikretmekten sakındık. Zira onları genellikle beyan etmişlerdir. Burada ise ya genellikle beyan edilmeyen, ya da eksik zikredilen şeyler açıklanmaktadır.

Bilmek gerekir ki burada işaret edilen zat, sıfat ve ef’al isimleri, marifet erbabının kavramları esasıncadır. Marifet ehlinin bazı büyükleri ise İnşa’ud Devair kitabında isimleri; zat, sıfat ve ef’al isimleri diye bölmüşlerdir:

Zatî isimler şunlardır: Allah, er-rab, el-melik, el-kuddus, es-selam, el-mü’min, el-muheymin, el-aziz, el-cebbar, el-mutekebbir, el-aliyy, el-azim, ez-zahir, el-batin, el-evvel, el-ahir, el-kebir, el-celil, el-mecid, el-hak, el-mubin, el-macid, el-vacid, es-samed, el-muteali, el-ganiy, en-nur, el-varis, zulcelal, er-rakib.

Sıfat isimleri ise şunlardır: el-hayy, eş-şekur, el-kahhar, el-kahir, el-muktedir, el-kaviyy, el-kadir, er-rahman, er-rahim, el-kerim, el-gaffar-, el-gefur, el-vedud, er-rauf, el-halim, es-sabur, el-birr, el-âlim, el-habir, el-muhsi, el-hâkim, eş-şehid, es-semi’, el-basir.

Fiilî isimleri de şunlardır: el-mubdi, el-vekil, el-baîs, el-mucib, el-vasi’, el-hasib, el-mukit, el-hefiz, el-halik, el-bari, el-musevvir, el-vehhab, er-rezzak, el-fettah, el-kabiz, el-basit, el-hafiz, er-rafi’, el-muizz, el-muzill, el-hekim, el-adl, el-latif, el-muid, el-muhyi, el-mumit, el-vali, et-tevvab, el-mumtekim, el-muksit, el-cami’, el-muğni, el-mani’, ez-zârr, en-nafi’, el-hadi, el-bedi’, er-reşid. [1]

Bu taksimin ölçüsü hususunda şöyle demişlerdir: Bütün isimler her ne kadar zat isimleri olsa da, lakin zatın zuhuru itibariyle, zatın isimleri olarak adlandırılmaktadır; sıfat ve fiillerin zuhuru itibariyle ise, sıfati ve ef’ali isimler olarak adlandırılmaktadır. Yani hangi itibar daha zahir olursa, isim ona tabidir. Bu açıdan bazen, bazı isimlerde iki veya üç itibar bir araya toplanır ve bu açıdan isimlerden zatî, sıfati, ef’alî veya bu üçünden ikisi söz konusu olur. Tıpkı daha önce zikredilen rab kelimesi gibi. Ama bu konu yazarın zevkine mutabık değildir. İrfani zevke de uymamaktadır. Taksimden anlaşılan şu ki bu isimlerdeki ölçü şudur: Marifet adımıyla yola koyulan sulûk ehli, fiilî fenaya ulaştıktan sonra, Hak Teâlâ’nın kalbine ettiği tecelliler, ef’al isimleriyle tecellilerdir. Sıfatî fenadan sonra ise, sıfatî tecellilerdir. Zatî fenadan sonra ise sâlik için zatî isimle tecelliler gerçekleşir. Eğer onun kalbi koruma gücüne sahip olursa, sahv (kendine gelme) makamından sonra, ef’alî müşahedeleri haber veren şey fiil isimleridir. Sıfati müşahedeleri haber veren şey ise, sıfat isimleridir. Hakeza zat isimleri de böyledir. Bu makamın burada ifade edilemeyecek, bu sayfalarda açıklanamayacak kadar uzun bir detayı vardır. İnşa’ud-Devair’de zikredilen şey ise, bizzat ortaya koyduğu ölçüleri ile de mutabık değildir. Nitekim isimlere bakışta bu apaçık bir şekilde anlaşılmaktadır. Söylenebilir ki bu üç isimler taksimine Kur’an-ı Şerif’te de işaret edilmiştir ve bu da Haşr suresinin son ayet-i şerifeleridir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır.”[2]

Bu ayet-i şerifelerden belki de birincisi, zatî isimlere, ikincisi sıfatı isimlere ve üçüncüsü ise fiilî isimlere işaret etmektedir. Zatî isimlerin sıfatî isimlere ve onun da fiilî isimlere takdimi ise, vücudî gerçeklerin tertibi hasebiyledir. İlahi tecelliler; müşahede ashabının müşahedeleri ve kalp ashabının kalbine ettiği tecelliler hasebiyle değildir. Bilmek gerekir ki bu ayet-i şerifelerin, burada zikredilmesi uygun olmayan bir takım sırları da vardır. İkinci ayet sıfatî isimler, üçüncü ayet ise fiilî isimlerdir ve bu çok açıktır. Ama alim’ul gaybî veş’şehadet, rahman ve rahim isimlerinin zatî isimlerden oluşu, gayb ve şehadet âleminin isimlerinin batıni ve zahiri isimlerden oluşu esasına dayalıdır. Rahmaniyet ve rahimiyetin feyz-i mukaddesin değil, feyz-i akdesin tecellilerinden olmasına dayalıdır. Hayy, sabit, rab ve benzeri isimlerin, zatî isimlere daha yakın olmasına rağmen bu isimlere özgü kılınışı, belki de onların ihatası sebebiyledir. Zira bunlar en önemli isimlerdendir. Şüphesiz Allah bilir.

* * *

Uyarı

“Âlemin” kelimesinin türevi ve anlamı hususunda büyük bir ihtilafa düşülmüştür. Bazılarının dediğine göre âlemin kelimesi çoğuldur ve somut ve soyut tüm yaratıkların türlerini kapsamaktadır. Her tür âlemdir ve bu çoğulun kendi türünden tekili yoktur. Bu meşhur olan görüştür.

Bazılarının dediğine göre ise “âlem” kelimesi ismi mef’ul, “âlim” kelimesi ise ismi faildir. “Âlemin” kelimesi ise “me’lumin” (malum olanlar) anlamındadır. Bu görüş kendi çapında delilsiz ve uzak bir ihtimal olmakla birlikte, “rabbu’l ma’lumin” ifadesinin kullanılışı da oldukça güvensiz ve uzak bir imkândır. Bazılarına göre ise bu kelimenin kökü alamettir. Bu durumda bütün varlıklar hakkında kullanılmaktadır. Zira bütün varlıklar Zat-ı Mukaddes’in ayeti, nişanesi ve alametidir. Dolayısıyla “vav” ve “nun” harfleri ise akıl sahiplerini kapsaması ve diğer varlıklar hakkında daha çok kullanılması itibariyledir.

Bazılarına göre ise “ilm” kökünden türemiştir. Bu durumda da bütün varlıklar hakkında kullanılması doğrudur. Nitekim akıl sahipleri hakkında kullanılışı da uygundur. Ama “âlem” kelimesi Allah’tan gayrisi hakkında da kullanılmakta, her tür ve ferdi kapsamaktadır. Eğer “âlem” kelimesini, fert ve tür hakkında kullanan kimse, lügat ve örf ehli ise, her bireyin Yaratıcının zatının alameti olduğu itibariyledir. “Her şeyde onun için bir ayet vardır.”[3] Ama eğer arif-i ilahi ise, o zaman da, her varlığın cami’ ismin zuhuru ve her hakikati, ehediyet-i cem zuhuru ve vücudun sırrı yoluyla kapsadığı itibariyledir. Bu açıdan bütün âlemin her parçasını ehediyet-i cem makamıyla ism-i azam’dan saymak mümkündür. Yani isimlerin ve ayetlerin tümü, tümündedir.

Bu zikredilenler hasebiyle büyük filozof Sadr’ul Müteellihin’in[4], Beyzavi[5] gibilerine yaptığı itiraz yerindedir. Zira onlar bu yolu tatmamışlardır. Ama irfan ashabının metoduna göre bu doğru değildir. Beyzavi’nin bu makamdaki sözü ve söz konusu filozofun kelamı çok uzundur. Uzun olduğundan burada zikredilmesi mümkün değildir. İsteyen kimse söz konusu merhum filozofun Fatiha suresinin tefsirine müracaat etmelidir.

“Rab” kelimesi sıfatî isimlerden olursa malik, sahip ve benzeri anlamlar ifade eder. “Âlemin”den maksat ise Allah’tan gayri her şeyi kapsamaktadır. İster mülk âleminin varlıkları olsun; ister gaybî soyut varlıklar, hiç fark etmez. Ama eğer ef’al isimlerinden olursa -ki bu daha zahirdir- “âlemin” kelimesinden maksat sadece mülk âlemidir. Zira bu durumda “rab” kelimesi mürebbi (terbiye eden) anlamındadır ve bu anlam bir tedricilik gerektirmektedir. Soyut âlemler ise zamansal bir tedriçten münezzehtir. Gerçi yazara göre bir anlamda tedriç ruhu da “dehr” âleminde tahakkuk etmiştir. Bu bağlamda, zamanın ruhu ve tedriç dehriyyeti anlamında soyut âlemlerde zamansal hudusu (oluşu) da isbat ettik. İrfani meslekte de zamani hudusu bütün âlemler için sabit kıldık. Ama mütekellimlerin ve hadis âlimlerinin anladığı gibi değil.

* * *

Uluslararası Fârâbî Konferansı'na Davet
Uluslararası Fârâbî Konferansı'na Davet
İçeriği Görüntüle

Bir Başka Uyarı

Bil ki hamd cemilin karşısında yer almaktadır. Ayet-i şerifeden de anlaşıldığı üzere hamd ve övgünün, ism-i cami’ olan ism-i azam makamı için vaki olduğu belli olmaktadır ve de âlemlerin rububiyet makamına, rahmaniye ve rahimiye rahmetine ve din gününün maliki makamına sahiptir. Dolayısıyla da bu esma-i şerifenin yani rab, rahman, rahim ve malik isimlerinin hamdda büyük bir etkisinin olduğunu kabul etmek gerekir. Biz daha sonra Yüce Allah’ın “maliki yevmiddin” sözünün beyanında bu konuyu daha açık bir şekilde açıklamaya çalışacağız.

Şimdi ise âlemlerin rububiyet makamının hamdetmek ile uyumu hakkında söz etmek istiyoruz ve bu iki açıdan münasiptir: Birincisi bizzat hamdedenin âlemlerden biri olduğu, hatta tek başına bir âlem olduğu açısından, hatta marifet ehli nezdinde varlıkların her biri tek başına bir âlem olduğundan, kendisini rububiyet makamının terbiye eliyle zaaf, noksanlık, dehşet ve yokluk zulmetinden; kuvvet, kemal, itminan ve insanlık âleminin nuraniyetine çıkardığı hasebiyle; cismî, unsuri, madeni, bitkisel ve hayvansal menzillerden düzenli bir sistem altında zatî ve cevheri bir hareket, fıtrî ve yaratışsal bir aşkla geçirdiği ve varlıkların en yüce makamı olan insanlık makamına ulaştırdığı sebebiyle Hak Teâlâ’ya hamdetmesidir. Hak Teâlâ bundan sonra da onu terbiye eder ve böylece insan, hayal bile edemeyeceği bir makama ulaşır.

“Böylece org gibi yok olurum,
İnna ileyhi raciun derim.”
[6]

Diğeri de felekî, unsurî, cevherî ve arazî (ilineksel) mülk âleminin düzenini yönetmek; kâmil insanın varlığının ön şartı, hakikatte bu doğan varlığın tahakkuk âleminin usaresi, âlemlerin nihai hedefi, bu açıdan son yaratık olduğu, mülk âlemi cevherî ve zatî hareketle harekete geçtiği ve de bu hareket zatî ve kemale doğru yapılan bir hareket sayıldığı hasebiyle, vardığı en son yer yaratılışın gayesi ve seyrin nihayetidir. Genel olarak tümel cisme, tümel tabiata, tümel bitkiye, tümel hayvana ve tümel insana baktığımızda, insanın âlemin cevheri ve zatî hareketinden sonra vücuda gelen ve kendisiyle sonuçlanan son yaratık olduğu hasebiyle, Hak Teâlâ’nın terbiye eli bütün tahakkuk âleminde insanın terbiyesine koyulmuş ve böylece evvel ve ahir olan insan olmuştur.

Bu zikredilenler tikel fiillerde ve vücud mertebelerine bakıştadır. Aksi takdirde mutlak fiil hasebiyle Hak Teâlâ’nın fiilî için, mukaddes zatından başka bir hedef yoktur. Bu kendi yerinde de ispatlanmış bir konudur. Tikel fiillere baktığımızda da insanın yaratılış hedefi mutlak gayb âlemidir. Nitekim kutsî bir hadiste şöyle yer almıştır:

“Ey Ademoğlu! Eşyayı senin için yarattım ve seni de kendim için yarattım.”[7]

Kur’an-ı Kerim’de de Musa bin İmran’a (a.s) hitaben şöyle yer almıştır:

“Seni kendim için seçtim.”[8]

Hakeza şöyle buyurmuştur:

“Ve ben seni seçtim”[9]

O halde insan Allah için yaratılan bir varlıktır ve Zat-ı Mukaddes için yaratılmıştır. Varlıklar arasında seçilen ve özgür olan odur. İnsanın seyrinin nihayeti ise Allah’ın kapısına ulaşmak ve Allah’ın zatında fenaya ermek ve Allah’ta, fena makamında sabit kalmaktır. Onun dönüşü Allah’adır, Allah’tandır, Allah’tadır ve Allah iledir. Nitekim Kurân-ı Kerim’de şöyle yer almıştır:

“Şüphesiz onların dönüşü bizedir.”[10]

Diğer varlıklar insan vasıtasıyla Hakk’a döner, dolayısıyla onların dönüşü insanadır. Nitekim velayet makamlarının bir bölümünü izhar eden Ziyaret-i Camia’da şöyle buyurulmuştur:

“Yaratıkların dönüşü sizedir ve onların hesabı sizin üzerinizedir.”

Hakeza şöyle buyurulmuştur:

“Allah sizinle (yaratılışa başlamıştır) ve sizinle sona erdirecektir.”[11]

Ve Hak Teâlâ ayet-i şerifede şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz onların dönüşleri bizedir. Sonra onları hesaba çekmek de elbette bize aittir.”[12]

Ziyareti Camia’da hakeza şöyle buyurulmuştur:

“Yaratıkların dönüşü size ve hesapları sizin üzerinizedir.”

Bu tevhid sırlarından bir sırdır ve de kamil insana dönmenin, Allah’a dönüş olduğuna işarettir. Zira kamil insan, mutlak fani ve Allah’ın bekasıyla bakidir. Kendiliğinden bir öznelliği, sebatı ve benliği yoktur. Kendisi esma-i hüsnadandır ve ism-i a’zamdır. Nitekim Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde de buna oldukça işaret edilmiştir.

Kur’an-ı Şerif o kadar tevhid inceliklerini, sırlarını ve hakikatlerini kapsamıştır ki, marifet ehlinin aklı hayrette kalmıştır ve bu, semavî ve nuranî sayfanın büyük mucizelerinden biridir. Sadece terkip güzelliği, beyan inceliği, fesahatin sonu, belagatin nihayeti, davet niteliği, gaipten haber, güçlü hükümler, aile düzeninin sağlamlığı ve benzeri şeyler açısından değil. Oysa bunların her biri de bağımsız olarak harikulade ve beşer gücünün üstünde birer mucizedir. Ama bu Kur’an-ı Şerif, fesahat güzelliğiyle meşhur oldu ve bu mucizesi diğer mucizeler arasında daha da yaygınlaştı. Bunun sebebi de ilk yıllarda Arapların bu konuda uzman oluşları ve sadece bu mucizeyi derk etmeleri nedeniyledir. Kur’an’da var olan daha önemli boyutlar, daha üstün mucizeler ve daha üstün öğretiler, o zamanki Arapların derk edemediği gerçeklerdi. Şu anda da onlarla aynı çizgide olanlar, bu ilahi latifeden sadece lafzi terkipleri, bedii ve beyani güzellikleri derk etmektedirler. Ama marifetlerin inceliklerini ve sırlarını bilenler tevhid ve tecridin latifelerinden haberdar olanlar, tümüyle bu ilahi kitaba yönelmiştir. Bu ilahi kitaptaki bakışları ve bu semavi vahiydeki arzularının kıblesi, Kur’anî marifetlerdir. Diğer boyutlarına fazla teveccüh etmemektedirler. Her kim Kur’an’ın irfanına, Kur’anî marifetleri elde eden İslam ariflerine bakacak, onlarla diğer dinlerin âlimlerini eserlerini ve marifetlerini mukayese edecek olursa, dinin en büyük temeli, peygamberlerin gönderiliş ve kitapların nazil oluş hedefi olan Kur’an ve İslam’ın marifetlerinin yüceliğini anlar, böylece de bu kitabın ilahi bir vahiy ve bu marifetlerin ilahi marifetler olduğunu onaylamak hususunda hiçbir zorluğa düşmez.

* * *

İmanî İkaz

Bil ki azameti yüce Hak Teâlâ’nın âlemler üzerindeki rububiyeti iki türlüdür:

Birisi, âlemdeki bütün varlıkların ortak olduğu genel rububiyet. Bu genel rububiyet her varlığı rububiyet tasarrufu altında, noksanlık çizgisinden, layık olduğu kemaline ulaştırdığı tekvini terbiyelerdir. Tabii ve cevheri ilerlemeler, zatî ve ilineksel değişim hareketleri, rububiyet tasarrufları altında gerçekleşmektedir. Özetle maddeler maddesi ve ilk madde menzilinden; hayvanlık, cismani kuvveler ve hayvani ruhaniyetin ve tekvini terbiye menzilinin husulüne kadar her şey şöyle şehadet eder: “Azameti yüce olan Allah rabbimdir.”

İkincisi ise teşrii rububiyetin mertebelerindendir ve de insan türüne özgüdür. Diğer varlıkların bundan bir nasibi yoktur. Bu terbiye; kurtuluş yollarına hidayet etmek, insanlık ve saadet yollarını göstermek ve aykırı şeylerden sakındırmaktır ve bunlar da peygamberler vasıtasıyla izhar edilmiştir. Eğer bir kimse irade adımıyla kendini terbiye altına alacak ve Rabbu’l Âlemin’in tasarrufu altına sokacak olursa ve de organlarının zahiri ve batini kuvvelerinin tasarrufunun, nefsani tasarruf olmayacağı bir şekilde terbiye olacak olursa, hatta bundan da öte ilahi ve rububi tasarruf altına girecek olursa, bu insani türe özgü insanlık kemali mertebesine ulaşmış olur. İnsan, hayvanlık makamına kadar diğer hayvanlarla aynı şekilde yürümektedir ve bu makamdan sonra önünde iki yol bulunmaktadır ve bu yolları irade adımıyla kat etmelidir. Birincisi Rabb’ul Âlemin’in doğru yolu olan saadet menzilidir:

“Şüphesiz rabbim doğru yol üzeredir.”[13]

Diğeri de taşlanmış şeytanın eğri yolu olan mutsuzluk yoludur. O halde eğer insan kuvvelerini ve vücud organlarını Rabbu’l -Âlemin’in tasarrufu altına koyar ve Allah’ın terbiyesi ile terbiye olursa, yavaş yavaş bu memleketin sultanı olan kalbi, Allah’a teslim olur. Kalp âlemlerin Rabbinin terbiyesi altına girdiği takdirde ise, diğer ordular ona uyar ve bütün vücud memleketi Hak Teâlâ’nın terbiyesi altına girer. Kabir âleminde, melekler kendisine, “rabbin kimdir?” diye sorduğunda kalbinin gölgesi olan gaybî dili “Azameti yüce olan Allah benim rabbimdir” diyebilir. Böyle bir kimse Allah Resulü’ne ve Hidayet İmamlarına itaat edeceğinden ve ilahi kitapla amel edeceğinden diliyle şöyle der:

“Muhammed (s.a.a) benim peygamberimdir, Ali ve masum evlatları benim imamlarım ve Kur’an benim kitabımdır.” Eğer kalbini ilahi ve rububi kılmamışsa, bu durumda da “lailahe illallah, Muhammedu’r resulullah, Ali’yyen veliyyullah” gerçeği kalp levhasına yazılmaz. Nefsin batınî sureti haline gelmez, Kur’an’ı Şerif ile amel etmiş sayılmaz, Kur’an’da tefekkür ve tezekkürde bulunmaz. Kur’an ona mensup olmaz ve o da Kur’an’la manevi ve ruhi bir irtibat kuramaz ve böylece ölüm hastalığının zorluklarında ve büyük bir olay olan ölümde, bütün marifetler hatırından silinip gider.

Ey aziz! İnsan ağır bir hastalık veya zihinsel güçlerinin zayıflamasıyla bütün bilgilerini unutabilir, meğerki şiddetli tezekkür ve ünsiyetle bu bilgiler onun ikinci fıtratı haline gelmiş olsun! Eğer büyük bir olay meydana gelirse, insan birçok işlerden gaflet eder, bilgilerine unutkanlık çizgisi çizilir. O halde ölümün korkunç hallerinde hali ne olur? Eğer kalp kulağı açılmamışsa ve kalp duyucu değilse ölümden sonra inançların telkininin kendisine hiçbir faydası olmayacaktır. Telkin kalplerin hak inançlardan haberdar olduğu, kalpleri duyucu hale geldiği kimseler için faydalıdır. Ölümün zorluklarında bir gaflet hâsıl olmuşsa, bu vesileyle Allah’ın melekleri onun kulağına duyurur, ama eğer insan sağır olur, berzah ve kabir âleminin kulağına sahip olmazsa, asla telkini işitmez ve bunun kendisine bir etkisi olmaz. Hadis-i şeriflerde de bu söylenen gerçeklere işaret edilmiştir.

- - - - - - - - - - -


[1] İnşaud-Devair s. 28

[2] Haşr,22

[3] Keşf’ul Esrar, c. 1, s. 436 bazıları ise bu beytin Ebu’l Attahiyye’ye ait olduğunu söylemişlerdir.

[4] Muhammed b. İbrahim b. Yahya, Sadr’ud-Din ve Sedr’ul-Müteellihin lakabıyla anılmıştır ve Molla Sadra diye meşhurdur. Büyük İslam filozoflarından biridir. Kelam, felsefe, tefsir, hadis ve ifan hususunda büyük bir derinliğe sahiptir. Mir Damad, Şeyh Bahai, Mir Fendereski’nin seçkin öğrencilerinden biri olmuştur. Eserleri, birçok ilmi buluşlar ve büyük derinliğe sahiptir. En meşhur eserleri şunlardır: “Esfar-i Erbea, Şevahid’ur-Rububiyye, Şerh-u Usul-i Kafi, Tefsir-i Kur’an-ı Kerim ve İlahiyat-i Şifa’ya Yazdığı Notlar” Molla Sadra yaya olarak yedi defa hacca gitmiş, sonunda da yedinci seferinde 1640 yılında Basra’da vefat etmiştir ve orada toprağa verilmiştir. (Reyhanet’ul-Edeb, c. 3, s. 420)

[5] Abdullah b. Ömer Şirazi (1286), Beyzavi diye meşhurdur. Faris’de dünyaya gelmiş ve bir müddet kadılık makamında bulunmuştur. Tefsir hususunda büyük bir üne sahiptir. Envar’ut Tenzil ve Esrar’ut Te’vil veya Tefsir-i Beyzavi, Tevali’ul Envar ve Lübb’ül Erbab kitaplarının da sahibidir.

[6] “Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu, işte o olurum. Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi ‘Biz, mutlaka geri dönenleriz O’na ulaşanlarız’ derim..” (Mevlana)

[7] İlm’ul Yakin, c. 1, s. 381

[8] Ta-Ha,41

[9] Ta-Ha,13

[10] Gaşiye,25

[11] Uyun-u Ehbar’ir Riza (a. s) c, 2, s. 27-28; Ziyaret-i Camia-i Kebire

[12] Gaşiye,25 ve 26

[13] Hud,56