.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Hüccet’ül-İslâm Muizzî

Önceki makalelerde ele aldığımız İmam Zeynelâbidin’in (a.s) "Hukuk Risalesi"nin dört maddesini açıklamaya çalıştık. Şimdi ise "Göz, ayak, el ve karnın insan üzerindeki hakları"nın açıklamasına başlıyoruz.

“Gözün (senin üzerinde olan) hakkı, helâl olmayan şeye onu kapamandır; sağ görü kazandığın ibret yeri veya ilim elde ettiğin yer dışında, onu kullanmamandır. Zira göz, ibret alma kapısıdır.”

İmam Zeynelâbidin (a.s) “Hukuk Risalesi’nin” bu pasajında, beşinci hak olarak görme duyusu, gözün hakkını ve sorumluluklarını beyan etmektedir.

İmam’ın (a.s) buyruğunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle bir mukaddime sunmalıyım:

Kur’ân-ı Kerim’in öğreti ve eğitileri uyarınca insan; yaratılışına işlenmiş donanımlar sayesinde hem yaratanı, evreni ve kendini tanıyabilecek ve hem de bu tanımını, yakine dönüştürebilecek bir varlıktır.

Yüce Allah, hakikatlere ulaşabilmesi ve bilgi edinebilmesi için birçok araç ve gereçlerle donatmıştır insanı. İnsan bu yönde gayret etmeli ve sonuç olarak da yaşadığı evrenin gerçeklerine ulaşmalıdır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Allah, sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmediğiniz bir hâlde çıkardı. Öyle iken size, kulak, gözler ve kalpler verdi ki, şükredesiniz.”(Nahl, 78)

Kur’ân-ı Kerim’in bu yüce öğretisi uyarınca, göz; (görme duyusu) bilgi edinme, aydınlanma ve marifet kazanma vesilesidir. Bilgi edinme, aydınlanma ve marifet kazanma ise, Allah’a ibadet ve kulluk sunmanın alt yapısını oluşturmaktadır ve hatta Allah’ı tanımak, O’na ibadet ve kulluk etmenin özüdür.

 İmam Sadık (a.s) rivayet eder ki: İmam Hüseyin (a.s), ashabına şöyle buyurdu:

“Şanı yüce Allah, ancak Allah’ı tanısınlar diye kullarını yarattı. Kullar, Allah’ı tanıdıkları takdirde O’na kulluk ederler; Allah’a kulluk ettikleri takdirde ise, O’ndan başkasına kulluk etme ihtiyacında olmazlar.”

Bu mukaddime uyarınca göz, hem Allah’a ibadet ve itaat etme vesilesidir ve hem de bilgi edinme ve ibret alma yönünde kullanıldığı takdirde bizzat Allah’a ibadet etmiş olur.

Basiret ve sağ görünün, Allah yolunda gayret ve çaba sarf etmenin ürünü olduğuna dikkat etmek gerekir. Kime basiret verilmişse, ona çok hayırlar verilmiştir ve kimden de alınmışsa, kuşkusuz ki helâk olmuştur. Çünkü Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Kör, gözü görmeyen değildir; (gerçek) kör, basireti kör olandır.”

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkın. Ve işte gafiller onlardır!”(A’râf, 179)

Evet, bütün insanlar, Allah’a ibadet ve kulluk ışığında mutluluk ve olgunluğa ulaşmak amacıyla yaratılmıştır. Eğer insanlar bu gerçekten (Allah’a kulluk) gaflet edecek olsa ve bunun doğal sonucu olarak da kendilerini cehennemlik etseler, artık bunun karşısında yapacak bir şey yoktur.

Bu ayet-i şerife, cehennem ehlinin özelliklerini üç cümlede özetlemektedir:

“Onların ruh, düşünce ve akıl güçleri vardır; fakat onlardan yararlanmıyorlar…”

“Onların, hakikatleri görebilen gözleri vardır; fakat hakikatleri görmek için gözlerini kullanmıyor ve gerçeklerin yüzüne bakmıyorlar.”

“Duyabilen kulakları da var onların; ama gerçekleri duymaktan ve dinlemekten kaçınırlar.”

İşte onlar, bu üç özelliğe sahip oldukları için hayvan konumuna ve hatta hayvanlardan daha aşağı konuma indirgenmişlerdir. Çünkü hayvanlar, bu imkân ve yeteneklerden yoksundurlar.

İnsan ise bu güç, donanım ve yeteneklere sahip olduğu hâlde gaflet bataklığını seçmiş ve sapkınlık harabesini mesken edinmiştir.

Allah vergisi olan görme nimetinin asıl işlevinden yoksun olunmaması ve aynı zamanda da bu büyük nimete karşılık olarak nankörlük yolunun seçilmemesi için İmam Zeynelâbidin (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Gözün (senin üzerinde olan) hakkı, helâl olmayan şeye onu kapamandır.”

Gözün asıl işlevi, olaylara bakıp ders çıkarmak ve başkalarının başına gelenlerden ibret almaktır. Bu işlevin yerine getirilebilmesi için gözü çirkinliklerden ve haramlardan arındırmak gerekir. Gözün arındırılması ise, haram olan şeylere bakmamaktan ve gözü kapatmaktan ibarettir.

Kur’ân-ı Kerim, iman ehline hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

“İnanan erkeklere söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar... İnanan kadınlara da söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar...”(Nûr, 30-31)

Mahrem olmayan kadın veya erkeklere bakmak, kalbi fesada sürükleyen ve insanı da şeytanın karanlık tuzaklarına düşüren günahlardandır.

Yüce İslâm Peygamberi şöyle buyurmuştur:

“(Mahrem olmayanlara) bakmak, şeytanın zehirli oklarındandır.”

Nice kısa süreli bakışlar vardır ki, büyük bir fitnelere duçar eder insanı.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Gözler şeytanın tuzaklarıdır.”

İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur:

“Ey Cündeb oğlu! Meryem oğlu İsa (a.s), ashabına şöyle buyurmuştu: ...Bakmaktan sakının! Çünkü o, kalbe şehvet tohumu eker. Bu ise, insanın fitne ve günaha düşmesine yeterlidir. Gözünü gözünde değil, kalbinde kılana ne mutlu!”

Kuşkusuz ki haram olan bakışlar, düşüncenin merkezi olan insan kalbini pisliğe bulaştırır ve kalbin Allah’ı anmasına engel olur. İşte bundan ötürüdür ki gözleri günaha kapatmak ve temiz tutmak gerekir.

İşte insanın eğitimini hedefleyen İmam Zeynelâbidin (a.s), gözleri, faydası olmayan şeylerde kullanmamayı emretmektedir.

Yine İmam Ali (a.s) şöyle buyurmakta:

“İbret alma gayesi taşımayan her bakış abes ve beyhudedir.”

İman ehlini tanımlayan ve özelliklerini sıralayan Kur’ân-ı Kerim, müminlerin beyhude şeylerden uzak olduğunu şöyle buyurmaktadır:

“Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.”(Mü’minûn, 3)

İmam Zeynelâbidin (a.s), gözün hakkını beyan ettiği buyruğuna şöyle devam eder:

“Sağ görü kazandığın ibret yeri veya ilim elde ettiğin yer dışında, onu kullanmamandır. Zira göz ibret alma kapısıdır.”

İmam Seccad (a.s) buyruğunun bu bölümünde, gözün sorumluluğunun ilim öğrenmek, bilgi edinmek, ibret almak ve öğüt çıkarmak olduğunu buyurmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in bu alandaki ayetleri, hakikatleri tanımak ve kavramak için bilgi edinmek gerektiğine vurgu yapmaktadır. Kur’ân şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Göklerde ve yerde olanlara (Allah’ın ayetlerine ve tevhit nişanelerine) bakın!” (Yûnus, 101)

Göklerde ve yerde olan nişanelere doğru ve düşünerek bakmak, evrenin hüküm süren düzeninin baş döndürücü ve gizemli olduğunu ve ayrıca da yaratanın yüceliğini, kudretini, ilmini ve hikmetini kanıtlar.

Bir ayet-i şerife şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı; sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, her şeye güç yetirendir.”(Ankebût, 20)

Bu iki ayet, yaratılışın nasıl başladığını, sonunun ne olacağını, yaratıcının kim olduğunu anlamamız için yeryüzünde gezinmemizi emretmektedir. Bu gezinti, tevhit dersleri ve yaratıcının varlığını kanıtlayan deliller içermektedir.

İkinci ayette altı çizilerek belirtilen bir diğer husus ise, ölüm sonrası hayatın varlığıdır. Farklı varlıkları, değişik ırk ve kavimleri yaratan Allah, ahiret âlemini yaratmaya da kadir ve güç yetirendir. Çünkü yüce Allah, ilk yaratışıyla gücünü kanıtlamıştır ve O, mutlak Kâdir’dir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayet vardır ki, yeryüzünde ve tarihte gezinerek olaylardan ders çıkarmaya ve ibret almaya çağırmaktadır insanları. Bu ayetlerden biri şöyledir:

“Sizden önce de yasalar uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın da (peygamberleri) yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu görün.” (Âl-i İmrân, 137)

Kur’ân-ı Kerim geçmişi bugünle ve bugünü de önceki milletlerin tarihiyle ilintilendirmekte ve gerçekleri algılama açısından bugünkü nesil ile geçmiş nesiller arasındaki düşünsel ve kültürel ilintilendirilişi gerekli ve kaçınılmaz kabul etmektedir. Çünkü bu iki zaman dilimi (geçmiş ve bugün) arasındaki irtibat ve bağlılık, gelecek nesillerin sorumluluk ve yükümlülüğünü aydınlatır.

Yukarıdaki ayet şöyle buyurmaktadır: “Sizden önce de yasalar uygulanmıştır. Yeryüzünde dolaşın...”

Yüce Allah, geçmiş kavimler üzerinde belli birtakım yasalar uygulamıştır ve bu yasalar, hem geçmiş ve hem de gelecek nesiller için geçerli olan hayatî yasalar dizisi olarak uygulanmıştır. Önceki kavimler üzerinde uygulanan yasalarda hem muvahhit, imanlı, Allah yolunda faaliyet gösteren ve uyanık insanların gelişim ve yücelişleri ve hem de bölük pörçük olmuş, imandan yoksun ve günaha bulaşmış insanların yenilgi ve hezimete uğrayışları ön görülmüştür ki bunlar, insanlık tarihinde kayda geçmiştir.

Tarih her kavim ve millet için hayatî önem taşımaktadır. Tarih, geçmiş kavim ve milletlerin ahlâkî özelliklerini, iyi ve kötü davranışlarını ve düşünce tarzlarını yansıtmaktadır; farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan değişik toplumların saadet ve izmihlâl nedenlerini, başarı ve başarısızlıklarını göstermektedir.

Özetle tanımlamak gerekirse geçmiş kavimlerin tarihi, insan toplumlarının ruhî ve manevî yaşamlarının aynasıdır ve aynı zamanda da sonraki nesiller için bir uyarıcı ve öğüt vericidir.

“Ayaklarının hakkına gelince; sana helâl olmayan yolda onları yürütmemen ve yürüyenlerini küçük düşüren yerde onları kullanmamandır. Çünkü ayakların seni taşıyan, din yoluna götüren ve ilerleten vesiledir. Kuvvet ancak Allah’tandır.”

İmam Zeynelâbidin (a.s) “Hukuk Risalesi’nin” bu pasajında, altıncı hak olarak ayağın hakkını ve sorumluluklarını beyan etmektedir.

İmam’ın (a.s) buyruğunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle şunu belirtmeliyim ki:

1- Yüce Allah, yeryüzünde hareket etmekte olan farklı türlerde canlılar yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Allah her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye güç yetirendir.”(Nahl, 78)

Yüce Allah, insanı diğer canlılar arasından seçerek ona iki ayak, dik ve ölçülü bir boy vermiş ve aynı zamanda da olanca dayanıklı ve güçlü kılmıştır.

İnsanın boyunun dik olması, iki ayak üstünde durması ve iki ayağı üzerinde hareket etmesi, bazılarının yanılmasına ve insanı diğer canlılardan ayıran özelliğinin bunlar olduğunu sanmasına neden olmuştur.

İnsanın bu özelliklere sahip olması, her ne kadar yaşam alanında birçok işleri başarmasına olanak sağlıyor ve birçok nimetlerden rahatlıkla yararlanmasına neden oluyor ise de sırf bu vasıflar, insanı diğer canlılardan ayıran özellik olarak algılanamaz.

2- Ayak, insana hareket etme ve dilediği yer veya yöne gitme gücü veren bir organdır. Hakikatte ayak, insanın yaşantısındaki hareket, çalışma ve gayretinin simgesidir. Hem insanın ilerleme ve yücelme kaydetmesine neden olan seyr-u sülûku ve hem de korkunç uçurumlara yuvarlanmasına neden olan hareketi, ayakları vesilesiyle gerçekleşmektedir.

Buna binaen, insan vücudunun bu denli hassas bir organı olan ayak, insanın akıl ve imanının emrinde olmalıdır ki, insanın insanlığına yakışır bir yolda hareket edebilsin. İşte bundan ötürü İmam Zeynelâbidin (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Ayaklarının hakkına gelince; sana helâl olmayan yolda onları yürütmemen...”

İnsan, akıl ve imanından yardım alarak insanlığına yakışan veya yakışmayan, diğer tabiriyle helâl veya haram olan yerleri belirler. İmam Seccad’ın (a.s) bu buyruğundan anlaşılan şu ki, imanlı insanın, gitmek de dahil olmak üzere bütün işleri, dinî yükümlülük ve sorumluluğu doğrultusunda olmalıdır.

Bu sebeple insan, gitmek istediği yeri önceden düşünmeli, genel anlamıyla orada olup bitecek şeyleri gözden geçirmeli, oradan kazanacağı şeyin ne olduğunu hesaplamalı ve daha sonra oraya gitmek veya gitmemek yönünde karar vermelidir.

Müminler Emiri Ali (a.s), Kumeyl b. Ziyad’a şöyle buyurmaktadır:

“Ey Kumeyl, hiçbir hareket yoktur ki sen, o hareket hakkında bilgi ve bilince ihtiyaç duymayasın.”

İmam’ın bu buyruğu gösteriyor ki, imanlı insan bilgi ve bilince muhtaçtır; hatta din açısından nerelere gitmenin helâl veya haram olduğunu bilmek zorundadır.

İnsanın, iki ayağının yardımıyla hareket etme gücüne sahip olması, her canı istediği yere uğrayabilir ve orada kalabilir anlamına gelmez.

İmam Zeynelâbidin (a.s), “Hukuk Risalesi”nden aktardığım buyruğunun devamında şöyle buyurmaktadır:

“Ayaklarının hakkına gelince; ... yürüyenlerini küçük düşüren yerde onları kullanmamandır...”

İmam’ın bu buyruğuna dikkat ettiğimizde, dinî önderlerimizin, imanlı insanların insanî kişiliklerini eğitme alanında ne kadar titiz davrandıklarını ve en ince ayrıntılara bile dikkat ettiklerini anlamış olacağız.

Haram ve günahın işlenmediği, ancak kişilikli insanın kişiliği ile uyuşmayan bir yere gitmekten ve orada bulunmaktan dahi nehyedilmiştir. Bu husustaki bir rivayet şöyledir:

“Töhmet uyandıran yerlerde (bulunmaktan) sakının.”

Kur’ân-ı Kerim, insanî kişiliğin eğitimi bağlamında insanın yürüyüş tarzına bile değinmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin!”(İsrâ, 37)

Bu ayet-i şerife, gurur ve kibir karşısında mücadele dersi vermekte ve yeryüzünde kibir ve gururla yürünmemesini istemektedir.

Kendini büyük gören mağrur insanlar yol yürüdükleri zaman, insanları geliş-gidişlerinden haberdar etmek için genellikle ayaklarını sertçe yere vurur ve varsaydıkları ululuklarının göstergesi olarak da başlarını dik tutarak yürürler. Kur’ân diyor ki, ayaklarını sertçe yere vurmakla yeri yaramazsın ve başını dik tutmakla da boyca dağlara ulaşamazsın; öyleyse kendini büyük görmekten ve ululamaktan vazgeç de alçakgönüllülük öğren!

Şunu bir kez daha yinelemekte yarar vardır ki bahis konusu olan ayet, bir yandan kibirlenmeye karşı mücadele dersi verirken, bir diğer yandan da ayakların hareket tarzının, insanın içine yerleşmiş olan vasıflar üzerinde etkili olduğundan ötürü böbürlenerek yürümekten nehyetmektedir.

Kendini büyük görenlerin gurur ve kibirle yürümesi çok çirkin bir davranıştır. Bunun tam karşıt noktasında ise, Allah’ın özel kullarının yürüyüş tarzı yer almaktadır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de, bu kullarının ilk özelliğinin vakar dolu ve gururdan uzak yürüyüş tarzları olduğunu şöyle buyurmaktadır:

 Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler.”(Furkan, 63)

Allah’ın özel kulları o kadar mütevazı ve alçakgönüllüdürler ki, yürüyüşlerinde dahi alçakgönüllülükleri gözlemlenmektedir. İşte bunlar, akıl ve inançlarının gereğine uyarak ayaklarının hareket ve yönetimini kontrol altında tutan insanlardır.

Yüce İslâm Peygamberi’nden (s.a.a) rivayet edilen bir hadis şöyledir:

Bir gün Peygamberimiz (s.a.a) bir sokaktan geçerken, insanların bir köşede toplandığını görür ve bunun nedenini sorar.

Derler: “Bir delinin komik ve aptalca hareketleri, bu insanları bir araya toplamıştır.”

Peygamberimiz (s.a.a) onları yanına çağırır ve şöyle buyurur: “Gerçek deliyi tanımak ve kim olduğunu bilmek ister misiniz?”

Herkes sessizliğe gömülmüş ve kulak kesilmiştir. Yüce İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurur:

“Ululanarak yürüyen, sürekli olarak iki yanını gözüyle süzen, böğürlerini de iki omzuyla birlikte hareket ettiren (kendisinden başkasını görmeyen ve düşüncesi de kendinden öteye taşmayan), insanların hayır ummadığı ve şerrinden de güvende olmadığı kimsedir, gerçek deli. Bu gördüğünüz insan ise sadece bir hastadır.”

Bunlar, insan bedeninin bir parçası olan ayağın yapmaması gerekenlerdir ki, İmam Seccad (a.s) bunu şöyle özetlemektedir:

“Ayaklarının hakkına gelince; sana helâl olmayan yolda onları yürütmemen ve yürüyenlerini küçük düşüren yerde onları kullanmamandır.”

İmam Seccad (a.s) buyruğunun devamında, ayak aracılığıyla yapılması gerekenlere yer vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü ayakların seni taşıyan, din yoluna götüren ve ilerleten vesiledir.”

Ayak, din yoluna götürmelidir insanı. Her ne kadar dinin yolu dosdoğru ise de, çok hassas ve meşhur olduğu gibi “Kıldan ince ve kılıçtan keskin” bir yoldur.

Ancak şuna da dikkat etmek gerekir ki, güç ve kudretin tek sahibi yüce Allah’tan yardım dilemeksizin böyle bir yolda hareket edebilmek mümkün olmayacaktır.

Nereye gitmenin ne gibi faydalar doğuracağını, Müminler Emiri Ali’den (a.s) rivayet edilen bir hadisle örneklendirmek mümkün.

Müminler Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Mescide gidip-gelen herkes şu sekiz şeyden (en az) birine ulaşır: Allah yolunda yararlandığı bir kardeş, yeni bir bilgi, sağlam bir nişane/ayet, umulan bir rahmet, kendisini helâk olmaktan kurtaracak veya hidayete götürecek bir söz, Allah korkusuyla veya insanlardan utanarak bir günahı terk etmek.”

Bu hadis bir yandan, en üstün yerlerden biri olan mescide gitmenin, ayak vesilesiyle gerçekleşen hareketlerin bir örneği olduğuna dikkat çekerken, öte yandan da toplumun ilmî ve amelî gelişimine ortam hazırlayan yerin camiler olması gerektiğini beyan etmektedir. Camilere giden müminler, orada hem kardeşlik bağlarını geliştirir, hem yeni ve yararlı bilgilere ulaşır, hem maneviyatlarını yüceltir ve hem de imanlarını güçlendirirler...

Yüce Allah’tan diliyorum ki, bizleri doğru yoluna hidayet etsin ve o yolda hareket etme tevfikini bizlere de inayet buyursun.

“Kuvvet ancak Allah’tandır.”

“Elin (senin üzerinde olan) hakkı, onu helâl olmayan şeylere doğru uzatmamandır; uzattığın takdirde ahirette Allah’ın azabına uğrar ve dünyada ise halkın kınamasına maruz kalırsın. Allah’ın ona farz kıldığı şeylerde de onun önünü almamalısın. Aksine, helâl şeylerin çoğundan onu alıkoymak ve ona farz olmayan şeylerin (müstahapların) tarafına uzatmakla onu aziz kılmalısın. Çünkü bu dünyada elini akıllıca ve üstünlükle kullanacak olsan, ahirette ona güzel mükâfat verilir.”

İmam Zeynelâbidin (a.s) “Hukuk Risalesi’nin” bu pasajında, yedinci hak olarak insan bedeninin bir parçası olan “el”in hakkını ve sorumluluklarını beyan etmektedir.

İmam’ın (a.s) bu buyruğunun yorum ve izahı bağlamında aşağıdaki konulara dikkat etmemiz gerekir:

1- El, insan bedeninin hassas organlarından olup bedenin iki yanında ve omuzdan aşağıya sarkıtılmıştır. İnsan bu organı ile çok önemli işler yapar; bir şeyi vermek veya almak ise bunların başında gelir.

2- El, güç ve kudretin sembolüdür ki insan, eli aracılığıyla çok önemli işler yapar. İnsanî uygarlığı ortaya çıkaran ve kalıcı kılan etken de eller olmuştur. İnsan elinin bu alandaki katkısı özetle ve başlıklar hâlinde şöyle sıralanabilir: İnşa etmek, yazmak, pişirmek, dikmek, savunmak ve farklı sanat dallarının örnekleri...

3- El sözcüğü, Arapça ve Farsça’da olduğu gibi kullanılmakta olan diğer dillerde de bazen istiare şeklinde kullanmıştır. Bu gerçek şöyle örneklendirilebilir: Sevgi eli, insanlık eli, feleğin eli, kölelik eli, dilek eli, dua eli, iyilik eli, okşama eli, vefa eli, yetki eli, dostluk eli... Bunun bir diğer örneği ise, Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın eli” olarak kendini göstermektedir. Kuşkusuz marifetullah (Allah’ı bilme) ve tevhidî inanç gereği bu tabir (elin Allah’a isnat edilişi), mecazî (kinayî) bir deyim olup, yerine göre yüce Allah’ın lütuf ve rahmetini veya kuvvet ve kudretini ifade etmektedir. Çünkü cisim olmayan bir varlığın eli olması söz konusu olamaz.

İmam (a.s), “Hukuk Risalesi” olarak bilinen buyruğunun bu diliminde, hem insan bedeninin bir parçası ve hem de insanın kudret ve kuvvet sembolü olan “el”in her iki boyutuna değinmekte ve aynı zamanda da görev ve sorumluluklarını belirtmektedir. İmam Zeynelâbidin (a.s), bu organın ilk vazife ve sorumluluğunu şöyle beyan etmektedir:

“Elin (senin üzerinde olan) hakkı, onu helâl olmayan şeylere doğru uzatmamandır.”

İnsan, eli aracılığıyla birçok şeyler yapar; ki bunların bazısı uygun, helâl ve yakışan vasfı taşımaktadır ve diğer bazısı ise uygun olmayan, haram ve yakışmayan niteliği taşımaktadır. Bunu bazı örneklerle somut olarak açıklamakta yarar var:

Bir insanın günah edilsin diye inşa ettiği bir bina düşünün ki bu binada insanlar fesada davet edilmekte, günah işlenmekte ve Allah’ın yoluna set çekilmektedir.

Kuşkusuz ki hem bu binanın plân ve projesini çizen mühendisin eli hem binayı inşa eden mimarın eli ve hem de binanın yapımı için zahmet çeken işçinin eli, harama ve uygun olmayan bir işe uzanan ellerin en bariz örnekleridir.

Belli bir konuda, kendi veya başkalarının inanç ve düşüncelerini kağıda aktararak düşünce bağlamında insanların yozlaşmasına ve dalalete düşmesine neden olan yazarın eli de günaha uzanan elin bir diğer  örneğidir.

İnsanların mal ve servetini çalan, gasp eden veya yağmalayan bir el de günah işleyen ellerin bir diğer türüdür.

Bir silâhın tetiğine dokunarak masum bir insanı öldüren el de harama bulaşan, cinayet işleyen, zulüm ve haksızlık eden ellerin bir başka türüdür.

Bütün bu olumsuzluklara vakıf olan imanlı insan, bir işe girişmeden ve elini kullanmadan önce yapmak istediği işin doğuracağı etki ve sonuçlar hakkında iyice düşünür. Allah’ın emrine ters düştüğünü ve aykırı olduğunu anladığı bir işe katiyetle el uzatmaz.

Allah’ın rızasına uygun düştüğünü anladığı bir işten de kesinlikle kaçmaz ve böylece de sorumluluğunun gereğini yerine getirir.

İmam Zeynelâbidin (a.s) buyruğuna şöyle devam etmektedir:

“(Haram olan şeylere elini) uzattığın takdirde ahirette Allah’ın azabına uğrar ve dünyada ise halkın kınamasına maruz kalırsın. Allah’ın ona farz kıldığı şeylerde de onun önünü almamalısın. Aksine, helâl şeylerin çoğundan onu alıkoymak ve ona farz olmayan şeylerin (müstahapların) tarafına uzatmakla onu aziz kılmalısın. Çünkü bu dünyada elini akıllıca ve üstünlükle kullanacak olsan, ahirette ona güzel mükâfat verilir.”

İnsanın bu dünyada eliyle gerçekleştirebileceği o kadar güzel şeyler vardır ki onları yapacak olsa, hem bu dünyada elini üstün ve değerli kılmış olacaktır, hem de ahiret yurdunda sevaba ulaşacaktır.

Bir bilim veya bilgiyi yazarak insanları bilgisizlikten ve cahillikten kurtaran bir el, şüphesiz ki Allah katında değerli ve üstün bir eldir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Nûn, andolsun kâleme ve yazdıklarına.” (Kalem, 1)

Yüce Allah, bu ayet-i şerifede kaleme; bilim ve düşünce gelişiminin, hidayetin ve de bütün uygarlıkların kaynağına yemin etmektedir. İşte bütün bunlar, kalem tutan elin ürünüdür; çünkü kalemi tutan el olmazsa, binlerce kalem bir kelimeyi bile yazamaz. Demek ki bu tür hizmetleri insanlığa sunan, yazarlardır; kalem tutan elleriyle.

Kur’ân-ı Kerim’in bir diğer ayeti şöyle buyurmaktadır:

“Mallarınızı Allah yolunda harcayın; kendinizi, ellerinizle tehlikeye atmayın, iyilik edin. Şüphe yok ki Allah, iyilik edenleri sever.” (Bakara,195)

Bu ayet-i kerime buyurmaktadır ki, Allah yolunda çalışan ihlâslı erlere ve onların usta ellerine ihtiyaç duyulduğu kadar, maddî dayanağa da ihtiyaç vardır.

Savaşın kaderini belirleyen en önemli ve hayatî etken, bir yandan sarsılmaz ve çelik iradeli savaşçıların varlığı ve diğer yandan da savaşın ağır bütçesini üstlenen fedakâr ve cömert insanların el açıklığıdır.

İşte bundan ötürüdür ki bahis konusu olan ayet, Allah yolunda yapılan cihada maddî yardımda bulunmamanın, insanın kendi eliyle hem kendisini ve hem de diğer Müslümanları tehlikeye düşürmek olduğunu buyurmaktadır.

Buna binaen, Allah yolundaki cihada maddî katkıda bulunmak, elin gerçekleştirmesi gereken bir husustur. İnsanın bu uğurdaki yardımı, hem dünyada eli üstün kılma ve hem de ahiret yurdunda sevap kazanma vesilesidir.

Açık elin en bariz örneklerinden biri, Allah yolunda infak etmek ve bu yolla da başkalarının hakkını eda etmektir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Elini boynuna bağlama (Allah yolunda infak etmeyi ve bağışta bulunmayı terk etme).“ (İsrâ, 29)

Allah yolunda bağışlayıcı olan el, ilâhî rahmeti beraberinde getiren ve bu rahmetten pay alan eldir. Müminler Emiri Ali (a.s), Asbağ adındaki bir dostuna şöyle buyurmaktadır:

“Ey Asbağ! Eğer sabit kadem, velâyet ve dostluğunda kâmil ve de eli açık olsan, bu durumda Allah sana, kendinden daha şefkatli olacaktır.”

Yüce Allah’tan diliyorum ki bizleri, ellerini günaha ve harama uzatmayan kullarından kılsın!

Allah’ım, ellerimizin hayır ve iyiliklere uzanması için ellerimizden tut!

Ellerimizi bu dünyada üstün ve ahirette de sevap kazanan ellerden kıl!

“Karnın (senin üzerinde olan) hakkı, onu haramın azına da, çoğuna da  kap yapmaman, helâlde ifrat ve tefritten sakındırman, gevşekliği giderecek miktarda güçlendirmen ve haysiyetini yok edecek ölçüde yemekten kaçınmandır, açlık ve susuzluğu hissettiğinde de ona hâkim olmandır. Çünkü ağırlığa sebep olacak derecede doymak gevşetici, tembelleştirici ve her hayır ve erdemden uzaklaştırıcıdır. İnsanı sarhoş eden, aklını etkisi altına alan, cahilleştiren ve mürüvvetini yok eden içecekten sakın!”

İmam Zeynelâbidin (a.s) “Hukuk Risalesi’nin” bu pasajında, sekizinci hak olarak “karın”ın hakkını ve sorumluluklarını beyan etmektedir.

İmam’ın (a.s) bu buyruğunun yorum ve izahı bağlamında öncelikle aşağıdaki nüktelere dikkat çekmeliyim:

1- İnsan da diğer canlılar ve hatta bitkiler gibi beslenmeye muhtaç bir varlıktır. Bundan dolayı da yüce Allah, bu yaratılışsal gereksinime uygun olarak insanın bedeninde sindirim sistemi yaratmıştır. Bu sindirim sistemi, insanın karın kısmında bulunmaktadır. İnsanın karnı, yediği türlü türlü yiyeceklerin kabıdır.

2- İnsan, yaşayabilmesi ve aynı zamanda da beden olarak gelişebilmesi için beslenmek zorundadır ve bundan kaçınamaz.

3- Fıtrî din olan, insanın yaratılışını göz önünde bulunduran ve insanın güdülerine saygı gösteren İslâm dini, insanın beslenmesine engel olmamış ve hatta Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerinde defalarca insanı “yiyin” emrine muhatap kılmıştır.

4- İslâm dini, insanın beslenmeye olan yaratılışsal ihtiyacı karşısında uygulanması zorunlu bazı yasalar getirmiş ve bunları helâl veya haram olarak tanımlamıştır. Bunlara ilâve olarak, insanın insanlığını eğitme yönünde etkili olan diğer bazı kurallar da getirmiştir; ki bunlar da mustahap (sünnet) ve mekruh olarak bilinmektedir.

Dört maddeden oluşan bu giriş bölümünden sonra asıl konumuza dönüyorum.

İmam Zeynelâbidin (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Karnın (senin üzerinde olan) hakkı, onu haramın azına da, çoğuna da zarf ve kap yapmamandır.”

İmam (a.s) buyruğunun bu bölümünde, karnın ilk sorumluluğunun haram yiyeceklerden sakınmak olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu, Müslüman'ın önemli görevlerinden biridir. Bu sorumluluğunu yerine getirilebilmesi için öncelikle yasaklanan yiyeceklerin neler olduğu bilinmelidir. Şanı yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

Haram edilmiştir size ölü, kan, domuz eti, Allah’tan gayrı putlar adına kesilen hayvanlar, boğulmuş, vurulmuş, yüksek bir yerden düşüp ölmüş, başka bir hayvan tarafından  öldürülmüş, canavar tarafından parçalanmış olanlar; ancak ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna; ve taştan yapılmış ve dikilmiş putlar adına kesilenler ve fal için çekilen oklarla rızık arayışı. Bunlar, kötülüktür.(Mâide, 3)

Bu ayet-i şerife, haram olan yiyeceklerin bir bölümüne değinmektedir. Bu alandaki bir diğer ayet de şöyledir.

“Allah’ın adı anılarak kesilmeyen hayvanları yemeyin ve şüphe yok ki kötülüktür bu.”(En’âm, 121)

Bu ayetin yorumu bağlamında denebilir ki: İmanın hakikati, insan yaşamının farklı alanlarında farklı şekillerde kendini gösterir. İmanlı insanın, Allah’ın yüce adı anılmadan kesilen hayvanın etinden sakınması, imanın gereklerinden ve tezahürlerindendir aynı zamanda.

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’in bir başka ayetinde bu gerçeğe şöyle vurgu yapmaktadır:

“Eğer O’nun ayetlerine iman etmişseniz, Allah’ın adı anılarak kesilenlerden yiyin.”(En’âm, 118)

Burada hemen belirtmemiz gerekir ki, haram maldan elde edilen yiyecekten de sakınmak gerekir. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeğe de ışık tutmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Ey inananlar, aranızda, mallarınızı haksız yere yemeyin!”(Nisâ, 29)

Her ne kadar bu ayet, direkt olarak malların kullanımından bahsediyor ise de, haram mal ile temin edilen yiyecekten sakınmak gerektiğine de dolaylı olarak değinmektedir. Her halükârda yemek ve beslenmek, insan yaşamının en önemli konularından biridir. Mukaddes İslâm dininin yüce öğretileri uyarınca hareket etmek isteyen imanlı insan, yiyeceği hususunda titiz davranmalıdır; helâl ve haram, uygun olan ve olmayan yiyecekler hususunda gerektiği şekilde dikkat etmeli ve daha sonra onlara el uzatmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’in bu bağlamdaki hitabı şöyledir:

“Ey insanlar, yeryüzünde helâl ve temiz olan şeylerden yiyin!”(Bakara, 168)

Bu alandaki bir başka ayet ise şöyle buyurmaktadır:

“Yiyin Rabbinizin rızkından ve şükredin ona!...”(Sebe’, 15)

Kur’ân-ı Kerim’den aktardığım bu ve benzeri ayetler, yüce Allah’ın nimetlerinden ve nasip ettiği rızktan yararlanmayı ve yasaklanan yiyecek türlerinden ise sakınmayı bize öğretmektedir.

İmam Zeynelâbidin (a.s) de kendi tabiriyle, haram olan yiyeceklerin azına da, çoğuna da karnımızda yer vermememiz gerektiğine dikkat çekmektedir.

İmam Zeynelâbidin (a.s), buyruğunun ikinci cümlesinde şöyle buyurmaktadır:

“Karnının hakkı, onu helâlde ifrat ve tefritten sakındırman, gevşekliği giderecek miktarda güçlendirmen ve haysiyetini yok edecek ölçüde yemekten kaçınmandır

İmam (a.s), imanlı insanın eğitimi bağlamında bazı noktalara dikkat çekmekte ve yeme hususundaki aşırılıktan sakındırmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, insanın harîs ve sabırsız yaratıldığını buyurmaktadır. İnsanın harîs oluşu, yemek yeme esnasında da kendini gösterir. İşte bu harîsliğin engellenebilmesi için insan yemek yemedeki aşırılıktan sakındırılmaktadır. İmanlı insan her zaman için dengeyi sağlamalı, orta yolu korumalıdır; ne bitkin ve güçsüz duruma düşecek kadar yemekten sakınmalı ve ne de aşırı şekilde yiyerek mürüvvetini yok etmeli ve israfçı olmalıdır.

İmam Zeynelâbidin (a.s) bu sözüyle, yüce Allah’ın buyruğunu hatırlatmaktadır. Şanı yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Yiyin, için; israf etmeyin; şüphe yok ki O, müsrifleri sevmez.”(A’râf, 31)

Yüce Allah bu buyruğunda, ilâhî nimetlerden yararlanmamız, yememiz ve içmemiz gerektiğini buyurmaktadır. Ancak insan, azla yetinmeyen ve sahip olduğundan daha fazlasını isteyen bir varlık olduğundan Allah’ın bu emrini kötüye kullanabileceği, makul ve dengeli beslenmesi gerekirken aşırılığa yönelebileceğinden ötürü yüce Allah hemen şöyle buyurmaktadır: “İsraf etmeyin; şüphe yok ki O, müsrifleri sevmez.”

Ayette geçen “israf”, kapsamlı bir kelime olup zayi etmek, nitelik veya nicelik bakımından denge sınırını aşmak anlamına gelmektedir.

İşte bundan ötürü İmam Zeynelâbidin (a.s), yemek yerken ihtiyaç sınırının aşılarak aşırılığa gidilmemesini buyurmaktadır. Çünkü yemedeki aşırılık, bedene zarar vermekle kalmaz, insanın kalbini de etkiler. Yüce İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Çok yemek ve içmekle kalplerinizi öldürmeyin.”

Aşırı yemekten sakındıran İmam Zeynelâbidin (a.s), bunun nedenlerini de şöyle sıralamaktadır:

“Çünkü ağırlığa sebep olacak derecede doymak gevşetici, tembelleştirici ve her hayır ve değerden uzaklaştırıcıdır.”

İslâm dininin yüce eğiti ve öğretileri, mide düşkünlüğünü kınamış ve çok yemekten de nehyetmiştir. Çünkü çok yemek kalbi katılaştırır, cinsel dürtüleri tahrik eder, ibadet hususunda tembellik ve ihmale neden olur, Allah’ı anmaya engel olur, kalplerdeki ilâhî marifet nurunu söndürür, gönül gözünün kör olmasına sebep olur, zekâyı köreltir, bedene zarar verir ve sağlık sorunları doğurur.

İmam Zeynelâbidin (a.s) buyruğunun son bölümünde ise şöyle buyurmaktadır:

“İnsanı sarhoş eden, aklını etkileyen, şuursuzlaştıran ve mürüvvetini yok eden içecekten sakın!”

Kuşkusuz ki İmam (a.s) alkollü içkileri kastetmektedir bununla. Çünkü insan onları içtikten sonra İmam’ın (a.s) sıraladığı hâllere düşer.

Olgunluk yolunda yürümek ve kâmilleşmek isteyen, tekâmülün ise Allah’a teslimiyet sunmakla ve kulluk etmekle kazanılabileceğini bilen bir insan, bütün azalarını ve imkânlarını Allah’a kulluk yönünde seferber etmelidir. Çünkü ancak bu durumda kendini eğitmiş ve nefsini arındırmış olabilir.