.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Ali Ekber Karagöz

Şair şöyle demiş;

“Hatasız kul zaten yok,

Bize mahcubiyet gerek.”

Dua çağrı demektir. Çağrılan Allah’tır. Yardıma, imdada çağrılır. Çağıran; Allah'ın yarattığı ve yaratıcısına başvurma bilinci verdiği insandır.[1] Dua kelimesi, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek, niyaz etmek” manalarını içermektedir. Ayrıca Allah’a yöneltilen talepleri sözlü veya yazılı olarak dile getiren metinlere de dua denilir. İslâm literatüründe ise Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesini, sevgi ve tâzim duyguları içinde lutuf ve yardımını dilemesini ifade eder.[2]

Duanın temelde hedefi insan ile Allah-u Telanın konuşması ve insanın Allah-u Teâlâ’ya arzuhalde bulunması olduğuna göre dua kul ile Allah arasındaki en önemli iletişim aracı olma anlamını taşır.

Dua, insan fıtratının bir gerekliliğidir. Yaradılış, bir sevgi tecellisidir. İnsan aciz bir varlıktır ve ilahi bir lütuf olmaksızın yaşaması mümkün değildir. Dua, bu anlamda ilahi lütfun anahtarıdır. Aciz olan biz insanların şeytanın ümitsizlik şerrinden uzak durabilmemizi sağlayan en önemli ilaçtır. Umutsuz olarak yaşamak mümkün olmadığı gibi duasız da yaşayamayız. Dua her daim umuttur ve ümittir. İnsanı zinde tutanda budur. Allah mutlak, sonsuz /sınırsız nûr, sonsuz ve sınırsız iyidir. Müslüman bir insanın Tevhid inancı gereğince ümitsiz ve/veya umutsuz olarak hayatını idame ettirmesi mümkün değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ dua kapısını gerçek varlık âleminin anahtarı olarak bizlere açık bırakmıştır. Nitekim Araf Suresi 205. ayet-i kerimesinde Rabbimiz şöyle buyuruyor;

“Sabah ve akşam çağları, yalvarıp yakararak ve O'ndan korkarak, fakat fazla bağırmamak şartıyla ve içinden gelerek Rabbini an ve gaflet edenlerden olma.”[3]

“Yüce Allah bu ayette zikri insanın içinden yapacağı gizli olan ile yüksek sesle olmayan olarak ikiye ayırıyor ve arkasından her ikisini de emrediyor. Yüksek sesle zikre ise hiç değinmiyor. Bunun sebebi, yüksek sesli zikrin zikirden sayılmaması değil, bunun kulluk edebine aykırı olmasıdır. Bunu destekleyen şöyle bir rivayet vardır:

Peygamberimiz (s.a.a) gazvelerinin birinde ashabıyla birlikte ilerlerken karanlık bir gecede ıssız bir vadiye girdiler. Bu sırada ashaptan biri yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Fakat Peygamberimiz (s.a.a) buna engel oldu ve "Siz gaip ve uzakta olan birine seslenmiyorsunuz." dedi.

Ayette geçen ve "zaraat" kökünden gelen "tazarru'" kelimesi, bir tür huşu ve huzudan gelen yakarma anlamındadır. Yine ayette yer alan "hıyfe" kelimesi, bir tür korku demektir ki, bu kelimeden yüce Allah'ın şanına uygun bir çeşit korku kastediliyor. "Tazarru'"da kendisine yakarılana eğilim göstermek, rağbet etmek ve yaklaşma arzusu vardır. Buna karşılık "hıyfe"de kendisine yakarılandan çekinme, korkma, uzak durma anlamı gizlidir.

Buna göre zikri "tazarru'" ve "hıyfe" ile nitelemenin gereği, zikrin kendisine yakarılana doğru yaklaşan ve aynı zamanda ondan uzaklaşan bir iç hareketle yapılmasını gerektirir. Tıpkı bir şeyi seven, fakat aynı zamanda ondan çekinen kimse gibi. Böyle bir kimse, o şeyi sevdiği için ona yaklaşır, fakat çekindiği için ondan uzak durur. Gerçi yüce Allah katıksız hayırdır, O'nda hiç şer yoktur ve bize dokunan şer sadece bizden kaynaklanmaktadır; fakat O, celâl ve ikram sahibidir. O'nun cemal içerikli isimleri vardır. Bu isimler, her şeyi kendine çağırır ve kendine doğru çeker.

Bunların yanında O'nun her şeyi kahreden ve kendinden uzaklaştıran celâl içerikli isimleri de vardır. Buna göre bütün en güzel isimlerin sahibi olan Allah'ı zikretmenin hakkı, bu zikrin O'nun cemal ve celâl içerikli bütün isimlerinin gerektirdiği şekilde olmasıdır. Bu da, bu zikrin yakarma, çekinme, arzu ve korku duyguları içinde yapılması demektir.

"Sabah-akşam" ifadesine gelince, bu ifadeden "yüksek olmayan bir sesle" ifadesini kayıtlandırdığı anlaşılıyor. O zaman bundan, sözlü zikrin sabah ve akşam vakitlerine bölündüğü anlaşılır ve bu da gündelik bazı farzlarla örtüşür.

"ve gafillerden olma." ifadesi, ayetin başındaki zikir emrini pekiştirme amacı taşır. Bu ifadede yüce Allah gafleti temelden yasaklamıyor, gafiller arasına girmeyi yasaklıyor ki, bu zümre gafleti sıfat olarak üzerlerinde taşıyan ve bu sıfatın içlerine yerleşmesine, kök salmasına meydan veren kimselerdir.

Bundan ortaya çıkıyor ki, Allah'ın emrettiği makbul zikir, insanın her an Rabbini hatırda tutması, eğer unutturucu bir gaflet ortaya girerse bu hatırlamaya yeniden girişilmesi ve gafletin kalpte yer tutmasına meydan verilmemesidir. Aşağıda görüleceği üzere bir sonraki ayet de bu gerçeğe delâlet ediyor.

Ayetten elde edilen sonuç, yüce Allah'ı yalvararak ve ürpererek sürekli içten anma ve sabah-akşam yüksek olmayan sesle O'nu zikretme ile ilgili emirdir.”[4]

Sabah ve akşam yani her an Allah’ı zikretmekten gafil olmamalıyız. Peki, bir an olsun Allah’tan istemek yerine ilahi hiçbir sıfatı olmayan bir beşeri vasıta kılarak bir işimizin olurunu o şahıstan istersek? İşte o zaman Hz. Yusuf’un (as) şu kıssası akla gelmez mi?;

“Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm." dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuşlar da ondan yemekteydi" dedi. "Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz."[5]



İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: "Efendinin katında beni hatırla." Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (7 yıl) zindanda kaldı.[6]


O iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra hatırladı ve: "Ben bunun yorumunu size haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin" dedi. (Zindana gidip:) "Yusuf, ey doğru (sözlü insan). Yedi besili ineği yedi zayıf (ineğin) yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (rüya) konusunda bize fetva ver. Umarım ki insanlara da (senin söylediklerinle) dönerim, belki onlar (bunun anlamını) öğrenmiş olurlar."[7]

Hz. Yusuf (as)’ın burada Allah-u Teâla yerine ve babasının Peygamberlik makamına tevessül etmeden bir insandan yardım istemesi Allah’ın o azim Peygamberinin zindan hayatının ve babasına olan özleminin daha da uzamasına neden olmuştur. Çünkü O’nu kuyuya düştüğünde kurtaran, kölelikten alıp saraya getiren ve büyük günahtan koruyan Allah-u Teâla idi.

“Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakub, ben size Allah tarafından sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi? dedi.”[8]

Dua, umut ve tevessül yalnızca Allah’a ve O’nun salih kullarına olmalıdır. Değişmeyeceğini düşündüğümüz her şeyi Allah-u Teala değiştirir. Başka varlıklardan medet umularak yapılacak her iş boşa çıkacaktır. Tek hakikat ve mutlak kemal sahibi Allah-u Teâla’dır. Mutlak kemale teslim olan masum Peygamberlere ve pak Ehl-i Beyt (as)’a tevessül dışında kimseden medet ummamak ümidi ile…

“Allah'ım! ben, rahmet peygamberi Muhammed’i (saa) huzuruna vasıta ederek niyaz ediyor ve Sana yöneliyorum.

Ya Ebe'l-Kasım, Ey Allah'ın resulü, Ey rahmet önderi, Ey efendimiz ve Mevla’mız!

Gerçekten biz seni vasıta ederek Allah'a yöneldik, şefaat diledik ve Allah'a yakınlaştık ve hacetlerimizin verilmesi için seni önümüze aldık;

Ey Allah katında şerefli olan, bize Allah indinde şefaat eyle.”[9]

Hamd Allah'a Mahsustur.

                                                                                                        

[1] Duanın Anlamı, Kevser Yayıncılık, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi

[2] TDV İslam ansiklopedisi

[3] Abdülbaki Gölpınarlı Meali

[4] el-Mîzân Fî Tefsîr-İl Kur'ân ,Allame Tabatabai

[5] Yusuf / 36

[6] Yusuf / 42

[7] Yusuf / 45-46

[8] Yusuf / 96

[9] Tevessül Duası