.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İslam Dininde İlim ve İlim Öğrenmenin Yeri

Giriş olarak İslam öğretilerinden ilim ve ilim öğrenmenin özel önemine işaret etmemiz uygun olacaktır. Zira İslam dinini mevcut Yahudilik ve Hıristiyanlık karşısında seçkin kılan en önemli özelliklerinden biri de bu konudur. Mevcut Tevrat’ta nakledilen kıssaya göre Âdem ve Havva’nın yeryüzüne inişlerine yol açan asıl günahları, ilim ve marifet peşinde olmalarıdır[1].

Oysaki Kur’anî öğretilere göre Yüce Allah Âdem’i yarattıktan sonra tüm meleklerden ona secde etmelerini istedi. Onlar bu işin hikmetini sorduklarında Allah Âdem’in âlemin hakikatlerinden haberdar olduğunu ve üstünlüğünün bu sebebe dayandığını beyan etti:

“Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.” dedi. (Melekler,) “Biz seni överek sürekli tenzih ve takdis ederken, orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah,) “Şüphesiz ben, sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” dedi. Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları (o isimlerle anılan şeyleri) meleklere gösterip, “Eğer doğru söylüyorsanız, bunların isimlerini bana haber verin.” dedi. (Melekler:) “Münezzehsin sen! Bizim, senin öğrettiklerinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hikmet sahibisin.” dediler. (Allah:) “Ey Âdem! Meleklere bunların isimlerini bildir.” dedi. (Âdem) bunların isimlerini onlara bildirince, (Allah:) “Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim, sizin açığa vurduğunuzu da, gizlemekte olduğunuzu da bilirim.” demedim mi?” dedi.” [2]

Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının (a.s) sünnetini incelediğimizde Müslümanlar arasında ilmin yaygınlaştırılması konusunda bir sürü tavsiyeleri olduğunu görmekteyiz[3]. Bu konuda sözü uzatmamak için Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayet zikretmekle yetineceğiz:

Peygamberimize (s.a.a) Hira mağarasında nazil olan ilk ayetlerin konusu ilim ve okumaktır. Yüce Allah bu ayetlerde kendisini insanın öğretmeni olarak tanıtmıştır:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku! Rabbin, en üstün kerem (ve bağış) sahibidir. O, kalemle (okumayı ve yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” [4

Kur’an’ın bazı ayetlerinde öğretmenlik, peygamberlerin özel işlerinden biri olarak tanımlanmıştır:

“Okuma ve yazma bilmeyenler içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındıran, kitap ve hikmeti onlara öğreten bir elçi gönderen O’dur. Oysa onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” [5]

Kur’an’ın bir başka ayetinde ise âlimlerin, âlim olmayanlardan üstün olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?”[6]

Başka ayetlerde ise âlimlerin mertebesine ve onların ahirette derecelerle üstün kılındığına çekilmiştir:

“Allah içinizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” [7]

İlim Öğrenmede İslamî Örnek

İslam açısından ilim ve bilgi, kutsal ve ulvi bir hakikattir. İslam dini ilme verdiği değerle Müslümanlarda ilim öğrenme ve bilgi edinme idealini oluşturmuştur. Bazı rivayetlerde ilim ibadetten daha üstün sayılmış ve bu nükte çeşitli tabirlerle beyan edilmiştir. Örneğin;

Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Allah katında ilmin üstünlüğü ibadetin üstünlüğünden daha sevgilidir.” [8]

Bazı rivayetlerde ilim benzeri olmayan bir servet olarak tanımlanmıştır. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“İlimden daha faydalı bir hazine yoktur.” [9]

Konunun devamında ilim taliplerinin İslamî açıdan dikkat etmeleri gereken en önemli edebi ve ahlaki hususlardan bir bölümüne değineceğiz.

İlim Öğrenmek Kapsayıcı Bir Vazifedir

Bir Müslümanın ilme yaklaşımındaki birinci nükte, ilim öğrenmenin kendisi için bir vazife ve fariza olduğunu bilmesidir. İlim ve bilgi öğrenme gücüne sahip olan her Müslüman ahlaki olarak ilmin peşine düşmelidir. Allah Resulü (s.a.a) meşhur hadisinde şöyle buyurmuştur:

“İlim Çin’de de olsa onun peşine düşün; zira ilim peşinde olmak her Müslümanın üzerine bir farizadır.” [10]

Bu rivayetten ilim öğrenmenin hem mekân hem de bireyler açısından mutlak olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimizin (s.a.a) bir diğer hadisinde ilim öğrenmenin kapsayıcı özelliği zaman sınırlamasını da kaldırmıştır. O hazret şöyle buyurmuştur:

“Beşikten mezara kadar ilim peşinde olun.” [11]

Ayrıca ilim öğrenmede muallim açısından da hiçbir sınırlama getirilmemiştir. Bu hususta gelen bazı rivayetlerde ilmi, münafıklardan olsa bile öğrenmek gerektiği vurgulanmıştır.

“Hikmet müminin yitiğidir; nifak ehlinden de olsa hikmeti al.” [12]

İlim Arayışı ve Manevi Yükseliş

Her ne kadar ilim varlığı tanıma açısından mutlak bir değer olsa da ahlaki açıdan böyle değildir. Bu yüzden sihirbazlık, büyü vb. gizli ilimleri (ulum-u garaib) öğrenmek normal koşullarda haram sayılmıştır. İlim öğrenmek ancak değerli bir niyet taşıdığı zaman ihtiyari bir fiil olarak değer kazanmış olur. İslamî değer sisteminde tüm fiiller ve kazanılan sıfatların değeri, İslamî ahlakın nihai hedefine, yani “Allah’a yakınlaşmaya” bağlıdır. Binaenaleyh ilim öğrenmek ve bilgi edinmek ancak doğrudan veya dolaylı olarak Allah’ın hoşnutluğuna hizmet etmesi durumunda ruh ve maneviyatın yükselişine ve insanoğlunun gerçek tekâmülüne vesile olur.

Bugün birçok kimse maddiyat için ve sırf geçimini temin etmek amacıyla ilim öğrenmektedir. Bu tür kimseler için üniversiteye kabul edilmek ve ilim tahsil etmek, sadece sosyal bir konum ve uygun bir iş sahibi olabilmek için bir fırsattan ibarettir. Eğer birinin ilim öğrenmedeki nihai hedefi bu olursa doğal olarak böyle birinin varlık derecesini mümin bir insanın varlık derecesinden üstün sayamayız. Yani “Allah içinizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir”[13]ayeti bu tür ilim sahiplerini kastetmiyor. Elbette burada nihai hedeften söz etmekteyiz, ara ve fer’i hedeflerden değil. Başka bir ifadeyle bu tür hedefler eğer ilim öğrenmedeki ara hedefleri oluşturursa bunun bir sakıncası yoktur. Yani şerefli bir iş sahibi olmak için ilim öğrenen biri, gayri İslamî ve gayri ahlaki bir iş yapmamıştır.

İlim ve Sosyal Sorumluluk

İlim ve bilgi konusundaki temel nüktelerden biri de ilmin sorumluluk getirdiği gerçeğidir. İnsan gerçeklerden haberdar olduğu ölçüde yaşadığı topluma karşı ahlaki sorumluluk taşımaktadır. İlim öğrenme yolunda adım atmış olan birisi, şunu kabullenmelidir ki o artık, bilgisini kullanması için zemin hazırlayan bir topluma karşı ilgisiz kalamaz. Bir taraftan kendi uzmanlık alanına giren konularda toplumun ihtiyaçlarını giderme noktasında sorumluluk hissi taşıması gerekirken öte yandan toplumum cehaletini gidermede duyarlı olmalıdır. Ayrıca toplumunun hukukunu savunma hususunda da zalim ve zorbalara karşı tepkisini ortaya koymalıdır. Bu nüktelerin çoğu müteaddit rivayetlerde beyan edilmiştir. Bu rivayetlerin genel mefhumundan, ilim adamı olmanın topluma karşı toplumsal mesuliyet duygusu getirdiğini anlıyoruz. Burada bu mesuliyetlerden bazılarına işaret edeceğiz.

1- Bidatlere karşı mücadele, düşünceleri uyandırmak ve toplumsal uyarı:

Yüce İslam Peygamberi (s.a.a) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim arasında bidatler ortaya çıkınca âlim ilmini aşikâr etmelidir. Kim bunu yapmazsa Allah’ın laneti onun üzerine olsun!” [14]

2- Ümitsizliği gidermek ve insanlara ümit telkin etmek:

Bu konuda İmam Ali’den (a.s) şu rivayet nakledilmiştir:

“Acaba gerçek âlimin kim olduğunu size haber vereyim mi? [Gerçek âlim] insanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen kimsedir.” [15]

3- Zayıf ve mahrumların maddi-manevi haklarını savunmak:

İmam Ali (a.s), meşhur Şıkşıkiye hutbesinde üçüncü halifenin öldürülmesinin ardından halkın benzeri görülmemiş bir şekilde kendisine biat için ısrarla geldiklerine işaret etmiş ve hükümeti kabul etmesinin sebebinin beyanında şöyle buyurmuştur:

“… Allah, zalimlerin çatlasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim. Hilafetin sonunu ilk kâsesiyle suvarırdım. (Daha önce bıraktığım gibi terk ederdim).” [16]

İslam Dininde Muallim ve Üstadın Önemi

Üstadın öğrencinin tahsil hayatındaki rolü, sadece öğrenim ve bilgi akışı konusuyla sınırlı değildir. Üstad insanın hayatının tüm yönlerine etkide bulunmaktadır. Direkt veya dolaylı şekilde eğitilmiş olanlar en fazla tesiri eğitmenlerden almaktadırlar. Dolayısıyla üstadın sadece ilim ve bilgisi değil inançları, değerleri, görüşleri ve davranışları da ister-istemez öğrencilere sirayet etmektedir. Tecrübeyle de sabit olmuştur ki öğrenci ne kadar direnirse dirensin yaşantısında öğretmenin aşikâr ve gizli etkisinden kurtulamamaktadır. Sonuçta öğrenci üstad seçerken onun ilmini ve birikimini nasıl dikkate alıyorsa aynı ölçüde ahlaki özellikleri ve görüşlerini de dikkate almalıdır. Yüce İslam Peygamberi (s.a.a) bir hadiste liyakatli bir üstad için şu özellikleri saymıştır:

“Ancak sizi üç şeyden üç şeye: kibirden tevazua, dalkavukluktan nasihat ehli olmaya ve cehaletten ilme çağıran âlimin yanında oturun. “[17]

Üstad ve Öğrenci Teamülünde İslamî Örnek

İmam Zeynulabidin (a.s), hukuk risalesinde öğrenci ile üstad arasındaki teamül konusunda İslamî adaptan genel bir manzarayı şöyle beyan etmiştir:

“İlmiyle seni eğiten üstadın senin üzerindeki hakkı: Ona tazim etmen, meclisini muhterem (ve ganimet) sayman, sözlerini iyice dinleyip ona dikkat etmen, kendi cehaletini gidermekte ve öğrenmeye muhtaç olduğun ilmi elde etmede hocana yardımda bulunmandır. Şöyle ki, ondan istifade etmek için aklını her türlü meşguliyetten arındırarak zihnini toparlamalısın ve lezzetleri terkedip şehvetleri azaltmakla kalbini temizleyip gözünü cilalandırmalısın. Şunu da bilmelisin ki, sana öğrettiği şeylerde, karşılaştığın her cahile, üstadın mesajını iyice ulaştırmak için onun elçisisin. Öyleyse bu risaleti üstlendiğinde, bu vazifeyi yerine getirmekte ona hıyanet etmemen gerekir.” [18]

“Öğrenci”, “üstad” ve “ders metni” üniversite öğretim sistemindeki en önemli temel direklerdir. Bu meyanda en önemli rolü üstad ifa etmektedir. Eğitim ve öğretimde en temel rolün sahibi üstaddır. Sadece başarılı, müşfik ve birikimli üstadlardan istifade etmiş öğrenciler muvaffak öğrencilerdir. Eğer öğrencide tahsili sürdürme ve öğrenme isteği yoksa ve detay konularla ilgileniyorsa üstad bir şekilde onun ilgisini öğrenmeye yoğunlaştırabilir. Eğer ders metninde zafiyet varsa üstad onu telafi edebilir. Fakat üstadda bir zafiyet olursa ne öğrenci bunu giderebilir ne de ders metni. Öte yandan eğer üstad güçlü ve birikimli olur ama önemi fark edilmezse ve ilmine ehemmiyet verilmezse doğal olarak öğrenci ve üniversite bilimsel anlamda geriler, bu gerileme topluma da sirayet eder. Bu yüzden İslam öğretilerinde üstad ve muallime özel önem verilmiştir. Burada üstad ve muallime karşı davranış konusunda en önemli İslamî adap kurallarından bir kısmını hatırlatacağız.

Üstada Karşı Mütevazı Olmak

Öğrencinin üstadına karşı riayet etmesi gerekli en bariz davranış kuralları ve adabından biri tevazulu olmasıdır. Tevazu lügatte birinin karşısında kendini aşağı ve naçiz görmek, eğilmek, tazim gösterip baş eğmek anlamına gelir. Deve, sahibi ayağını üzerine koyarak binsin diye boynunu aşağı doğru getirdiğinde bu tabir kullanılır ve «إتّضعت البعيرُ»[19]denir. Eğer insan görünüşte veya gerçekte kendisini birinden aşağıda görerek hareket ederse “tevazu etti” denir.

İlim ehlinin en önemli özelliklerinden biri, mütevazı ve alçakgönüllü olmaları sayılmıştır. İlim talipleri ve gerçek ilim ehli olanlar tevazu ehli olurlar. İmam Ali (a.s) bir hadisinde ilmi insana benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: «رَأْسُ‏ الْعِلْمِ‏ التَّوَاضُع‏» İlmin başı tevazudur[20]. Yani tevazuu olmayan bir ilim, başsız bir beden gibidir, hiçbir değeri yoktur; aynen ruhsuz bir ceset gibidir.

İlim ehline karşı alçakgönüllü olmak, dindarların adap ve belirgin özelliklerindendir. Âlimleri dikkate almamak ve ilim ehli karşısında tevazu göstermemekse dünya ehlinin adabındandır. Miraç gecesinde Yüce Allah’ın Peygambere (s.a.a) beyan buyurduğu konulardan biri de dünya ehli ile ahiret ehlinin yaşamına hâkim olan genel durum olmuştur. Bu hadiste dünya ehlinin en önemli özelliklerinden ve adabından biri, âlimleri ve bilginleri dikkate almayışları, onların karşısında tevazu göstermeyişleri sayılmıştır:

“Ey Ahmed! Dünya ehlinin kusuru çoktur. Onlarda cehalet ve ahmaklık vardır; kendilerinden ilim öğrendikleri kimselere karşı tevazu göstermezler. Bununla birlikte kendilerini akıllı sayarlar. Oysaki onlar marifet ehli nezdinde ahmaktırlar.” [21]

Tevazu ve ilim ehline karşı mütevazı olmak konusunda gelen genel tavsiyelere ilave olarak, dini metinlerde özellikle ilim taliplerinin üstadları karşısında alçakgönüllü olmalarının yanı sıra üstadların da öğrencilerine karşı mütevazı olmalarının tavsiye edildiğini görmekteyiz. Birçok rivayette ilim öğrenmedeki İslamî edebin, üstadla öğrenci arasında karşılıklı tevazuu gerekli kıldığı görülmektedir. İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen bir rivayette şunu okuyoruz:

“İlmin peşinde olun; onun yanında hilim ve vakarla kendinizi süsleyin. İlim öğrettiğiniz kişiye tevazu gösterin ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kişiye karşı alçakgönüllü olun.” [22]

Bu hadislerin toplamından şu sonuca varılabilir: İslam açısından öğrenci ile üstad arasındaki teamüle hâkim olan ahlaki edep tevazudur. Elbette şu nükteye dikkat etmek zaruridir: Üstad karşısında tevazulu olmak, onun anlattığı konuları eleştirmek ve soru sorarak izahat istemek, istidlali olmayan sözünü kabul etmemekle çelişmez. Tevazu, insanın tüm teamüllerini gölgesinde bırakacak bir davranış kalıbıdır. Sonuçta üstadı eleştirmek, ona soru sormak ve sözünü kabul etmemek mümkündür. Ancak bunların tümü son derece saygılı ve alçakgönüllü bir şekilde yapılabilir. Dolayısıyla tevazu, eleştiride bulunmamak ve soru sormamak anlamına gelmez.

Üstadla öğrenci arasında tevazua dayalı samimi bir iletişim öğretim açısından şu sonuçları getirebilir:

1. Üstadla öğrenci arasındaki iyi bir iletişim, öğrencinin derse istekli bir şekilde katılımını artırır. Böyle bir iletişimin olmayışı ise öğrencilerin derse katılım için fazla da istekli olmamalarına yol açar.

2. Üstadla öğrenci arasındaki samimi irtibat öğrenim aşamalarını da kolaylaştırır. Zira müşahedeye dayalı öğrenim teorileri esasına göre rol modelleriyle bireyler arasındaki bağlar ne kadar duygusal olur, ilgi ve muhabbet ne kadar fazla olursa örnek alma olgusu o kadar kolaylaşmış, üstadın öğrenciler üzerindeki nüfuz ve etkisi bir o kadar artmış olur. Doğal olarak insan ilgi duyduğu kimselerin sözünü başkalarının sözünden daha çok kabul etmektedir.

Aktif Şekilde Dinlemek

Öğrenim ortamlarının en temel aktivitesi, kelam ve konuşma teamülüdür. Yani üstad ders anlatır, öğrenci ise dinler. Şöyle tasavvur edilebilir: Üstad etkin bir iş yapmaktadır; zira ders anlatma faaliyetini yürütmektedir. Tabi ki bunun da kendi yerinde birtakım zorlukları vardır. Öte yandan çoğunlukla şöyle tasavvur edilmektedir: Öğrencinin işi edilgin ve pasiftir. Yani öğrenci saatlerce üstadın sözlerini dinlemelidir. Dinlemek dışında hiçbir faaliyet yapmamaktadır. Fakat bu tasavvur doğru değildir. Dinlemek en azından iki şekilde gerçekleşir. Biri pasif dinleyici olmak, diğeri ise aktif dinleyici olmaktır. Bazen insan pasif dinleyicidir. Bu tür insanların durumu “Bedenim burada ama ruhum başka yerdedir” kabilindendir. Bu tür dinlemek sadece vakit öldürmekten ibaret olmanın ötesinde derse ve üstada karşı da saygısızlıktır. Fakat aktif şekilde dinlemek şu şekilde gerçekleşir: Birincisi, üstadın sözlerine iyice dikkat eder. Başka bir ifadeyle derk etmeye çalışır. İkincisi, sabırlı davranır ve yorgunluk hissine kapılmaz. Üçüncüsü, üstadın anlattığı asıl nüktelerle detayları birbirinden ayırt eder. Örnek verecek olursak; misalde münakaşa etmez ve konunun özüne yoğunlaşır.

Yüce Peygamberimiz (s.a.a), ashabından birinin sorusunu cevaplarken ilim öğrenme edebi hakkında birkaç güzel nükteye dikkat çekmiştir:

“Bir kişi Peygamberin (s.a.a) yanına gelip: Ey Allah’ın Resulü! İlmin hakkı nedir? Diye sordu. Hz. Resulullah (s.a.a) şu cevabı verdi: Onun karşısında sükût etmek. Adam sordu: Sonra? Peygamber buyurdu: Onu dinlemek. Adam sordu: Sonra? Peygamber buyurdu: Onu hıfzetmek ve korumak. Adam sordu: Sonra? Peygamber buyurdu: Ona amel etmek. Adam sordu: Sonra? Peygamber buyurdu: Onu yaymak.” [23]

İmam Ali (a.s), dinlemenin adabına ilişkin şöyle buyurmuştur:

“Âlimin yanında oturduğunda dinlemeye konuşmaktan daha düşkün ol; söz söylemenin güzelliğini öğrendiğin gibi dinlemenin de güzelliğini öğren ve onun sözünü kesme[24].”

İmam Ali (a.s), İbn Abbas’a hitaben buyurduğu sözünde ilim taliplerinin üstadlarına karşı sorumluluklarını çok güzel şekilde ifade etmiştir:

“Üstadının senin üzerindeki hakkı [şunlardır]; ona tazim etmeli ve konumuna saygı göstermelisin. Sözünü iyice dinlemeli, [konuştuğunda] ona doğru yönelmelisin. Karşısında sesini yükseltmemeli, birisi soru sorduğunda ondan önce cevap vermemelisin. Onun huzurunda başkasıyla konuşmamalı, yanında birinin gıybetini etmemelisin. Gıyabında onun hakkında kötü bir söz söylendiğinde kendisini savunmalısın. Kusurlarını gizlemeli, iyiliklerini izhar etmelisin; düşmanlarıyla oturmamalı ve dostlarına düşmanlık etmemelisin.” [25]

Sonuçta üstadın öğrenci üzerindeki haklarından biri, onun sözlerini aktif şekilde dinlemesidir. Aktif dinleme bir yönüyle öğrenciyi etkiler; zira o, bu şekilde dersi daha iyi anlar. Ancak diğer yönüyle de üstadı etkiler; zira iyi bir şekilde dinlendiğini hisseden üstad, dersi anlatmaya daha iyi motive olur. Böylece hem dersin içeriği hem de anlatım tarzını daha verimli hale getirmek için çaba sarf eder. “İyi bir dinleyici konuşmacıya zevk verir.”

Sormak ve Sorgulamak

Sormak ve sorgulamak eğer hakikat ve gerçeği keşfetmek için olursa, ahlaki faziletlerden sayılmanın da ötesinde, bazen şer’i açıdan vacip olur. Kendi şer’i meselelerini bilmeyen birinin, bunları öğrenmesi vaciptir. Eğer şer’i bir meselenin hükmü ancak sormak yoluyla öğrenilecekse, sormak vacip olur. Yüce Peygamberimiz (s.a.a), soru sormayı ilim hazinelerinin anahtarı olarak tanımlamıştır; insanları soru sormaya teşvik etmekle de yetinmemiş, bilakis soru soran kişiye uhrevi mükâfat vaadinde bulunmuştur:

“İlim hazinedir ve onun anahtarı sormaktır. Sorun – Allah size rahmet etsin – [soruda] dört kişi mükâfatlandırılır: Soran, cevap veren, dinleyen ve onları seven.” [26]

İmam Sadık (a.s), soru sormaktan kaçınılmasını halkın helak olma sebebi saymıştır:

“İnsanlar sormadıkları için helak olurlar.” [27]

Elbette sormak ve sorgulamanın değeri zati değildir. Yani her koşulda sormak istenen bir şey değildir. Sormak, ancak bir hakikat ve gerçeğin keşfedilmesi maksadıyla gerçekleşirse ahlaki bir değer olur. Aksi halde; kendi üstünlüğünü göstermek veya karşı tarafı sıkıştırmak gibi amaçlarla sorulan soru çok çirkin ve beğenilmeyen bir davranıştır. İmam Ali (a.s), kendi üstünlüğünü göstermek veya karşı tarafı zahmete düşürmek için soran birine şöyle buyurdu:

“Anlamak için sor, zahmet vermek için değil. Zira öğrenen cahil âlim, insafsız âlim de cahil gibidir[28].”

Aynı şekilde sorularımız kendi işimizde veya başkalarının işindeki bir düğümü çözecek konulara matuf olmalıdır. Bilmemiz veya bilmememizin maddi-manevi hayatımızda bir etkisi olmayacağı türden sorular olmamalıdır.

Üstad asla öğrencilerin sorularından yorulup usanmamalı; öğrencilerin dini, ahlaki ve ilmi sorularına cevap vermenin pek büyük sevabı olduğunu unutmamalıdır. [29]

Öğrenciler de tüm soruların cevabını üstadtan beklememelidirler. Böyle bir beklenti yersizdir ve makul değildir. Üstad her soruya cevap vermek için kendisini zorlamamalıdır. Cevabını bilmediği bir mesele olduğunda açık ve cesur bir şekilde “Bilmiyorum” demelidir. Üstadın “Bilmiyorum” demesi onun değerini azaltmayacağı gibi öğrenciler karşısındaki sorumluluk farkındalığını, gerçeğe olan hassasiyetini ve hakikatin peşinde olduğunu gösterir. Ne yazıktır ki birçok insan, birinin bilmediği bir konuda “Bilmiyorum” demesinden onun hiçbir şey bilmediği zehabına kapılır ve kanaat sahibi birinden hangi konuda sorulsa hemen cevap vermesi gerektiğini düşünür[30]. Derler ki: Vaktiyle bir âlim minberde konuşma yapıyordu. Dinleyicilerden birisi bir soru sordu. Âlim; “bu meselenin cevabını bilmiyorum” dedi. Soruyu soran adam rahatsız oldu ve şöyle dedi: Eğer bilmiyorsan minbere niçin çıktın? Âlim ona şu hikmetli cevabı verdi: “Ben sadece bildiklerimin ölçüsünde şu minberin basamaklarını çıktım. Eğer bilmediklerim ölçüsünde yukarı çıkmam icap etseydi göklerden daha yukarı gitmem gerekirdi!”

Bilgisizce verilen cevapların yerilmesi hakkında birçok rivayet gelmiştir[31]. Yüce Allah’ın kulları üzerindeki haklarından biri, onların bildikleri şeyi söylemeleri ve bilmedikleri şeyi ise söylememeleridir[32]. İhtilaf ve tefrika faktörlerinden biri cahillerin gevezeliği ve bilmeyenlerin çok konuşmasıdır. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Bilmeyenler susarsa ihtilaf [gündemden] düşmüş olur.” [33]

İmam Sadık (a.s), hiçbir soruyu cevapsız bırakmak istemeyen ve asla “bilmiyorum” cümlesini dile getirmeye yanaşmayanları şu sözüyle kınamıştır:

“Kendisine sorulan her konuda cevap veren kimse delidir. “[34]

Bu işin çirkinliği özellikle dini sorularda kat-kat daha fazladır. Rivayetlerde bilmediği halde insanların dini sorularını yanıtlayan ve cahilce fetva veren kimsenin tüm meleklerin lanetine uğrayacağından söz edilmiştir[35]. Hatta bu işin dinin inkârına, Allah’a ve ayetlerine karşı küfre bile varması mümkündür[36].

Üstadın Sözlerini Not Almak

Üstadın yanında bulunmanın ahlaki adabından biri de onun anlattıklarını ve sözlerini not etmektir. Bu, dersi aktif şekilde dinlemeyi sağladığı gibi, üstadın anlattığı konuları daha iyi anlamaya da vesile olur. Ayrıca kalem tutma ve yazma yeteneğini de güçlendirir. Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen bir rivayette o hazret şöyle buyurmuştur:

“قَيِّدُوا الْعِلْمَ” İlmi bağlayın! “Ey Allah’ın Resulü! İlmin bağlanması nasıl mümkün olabilir?” diye sorulduğunda ise şöyle buyurdu: “كِتَابَتُه” Yazarak onu bağlayabilir ve koruyabilirsiniz[37]. O hazret Resulullah’ın (s.a.a) hikmetli sözlerini unutacağından endişe eden bir sahabesine parmağı ile yazmayı işaret ederek şöyle buyurmuştur: “إستَعِن بِيَمينِكَ” Elinden yardım al.” [38]

[1]     Ahd-i Atik kitabında “Yaratılış Sefri”nin ikinci ve üçüncü bablarında Âdem’in yeryüzüne inişi şu ekilde anlatılmıştır:

Allah, doğuda bulunan Adn topraklarında bir bağ meydana getirmiş, yarattığı Âdem’i de o bağa yerleştirmişti… O, bağın ortasına “hayat ağacı” ve aynı şekilde “iyi ve kötüyü tanıma ağacı” yerleştirmişti… Allah Âdem’i Adn bağına yerleştirdi… ona şöyle dedi: “Bağdaki “iyi ve kötüyü tanıma ağacı” hariç tüm ağaçların meyvelerinden yiyebilirsin. Zira onun meyvesinden yiyecek olursan kesinlikle ölürsün.” Hikâye Havva’nın Âdem’in kaburgasından yaratılmasıyla devam ediyor… Derken bir gün Şeytan bir yılan suretinde Havva’nın yanına gelip ona şöyle diyor: “Allah’ın sizi cennetteki tüm ağaçların meyvelerinden yasakladığı doğru mudur?” Havva dedi: “Fakat biz, bağın ortasında bulunan ağaç dışında tüm ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz. Allah sadece o ağacın meyvesinden yemememizi, hatta ona dokunmamamızı emretti; aksi halde öleceğimizi buyurdu.” Yılan dedi: “Emin ol ki ölmeyeceksiniz. Aksine Allah biliyor ki o ağacın meyvesinden yediğiniz takdirde gözleriniz açılacak ve Allah gibi olacaksınız, iyiyi kötüden ayırt edebileceksiniz.” Bu vesileyle önce Havva’yı sonra da onun vesilesiyle Âdem’i marifet ağacının meyvesinden yemeye teşvik etti. Ondan yedikleri anda tüm planlarının suya düştüğünü gören Allah, öngördüğü bir tedbirle Âdem’le Havva hayat ağacına ulaşmadan önce onları Adn cennetinden çıkararak yeryüzüne gönderdi!

[2]     Bakara ,30-33.

[3]     Örnek olarak bkz. El-Kâfi, c. 1; el-Mehasin, c. 1; Bihar’ul Envar, c. 4 vs.

[4]     Alak ,1-5.

[5]     Cuma, 2.

[6]     Zümer, 9.

[7]     Mücadele, 11.

[8]     Bihar’ul Envar, c. 1, s. 167.

[9]     A.g.e, s. 165.

[10]    A.g.e, s.180.

[11]    Nehc’ül Fesahe (Peygamberimizin (s.a.a) kısa cümlelerini ihtiva eden mecmua), Ebul Kasım Payende, s. 218, h. 327.

[12]    Nehc’ül Belaga, 80. Hikmetli Söz, s. 373.

[13]    Mücadele, 11.

[14]    el-Kâfi, c. 1, s. 54.

[15]    A.g.e, s. 36.

[16]    Nehc’ül Belaga, 3. Hutbe, s. 11.

[17]    Mecmueyi Veram, Veram b. Ebi Faris, c. 2, s. 233.

[18]    Tuheful Ukul, Hasan b. Ali b. Şube Harrani, s. 260.

[19]    et-Tahkik li Kelimati’l-Kur’ani’l-Kerim, Hasan Mustafavi, c. 13, s. 130.

[20]    Bihar’ul Envar, c. 75, s. 6.

[21]    İrşadu’l-Kulub ile’s-Sevab, Hasan b. Muhammed Deylemi, c. 1, s. 201.

[22]    el-Kâfi, c. 1, s. 36.

[23]    Bihar’ul Envar, c. 2, s. 28.

[24]    Müstedreku’l-Vesail ve Müstenbetu’l-Mesail, c. 9, s. 92.

[25]    İ’lamu’d-Din fi Sıfati’l-Muminin, Hasan b. Ahmet Deylemi, s. 92.

[26]    el-Mecazatu’n-Nebeviyye, Şerif Razi, Tashih-i Mehdi Huşmend, s. 200.

[27]    el-Kâfi, c. 1, Kitab-ı Fazlı’l-İlm, Bab 9, h. 2.

[28]    Nehc’ül Belaga, 320. Hikmetli Söz.

[29]    Bkz. Bihar’ul Envar, c. 2, Bab 8, h. 3.

[30]    Derk Kerden ve Red Kerden, Muhammed İsfendiyari der Ayiney-i Pejuheş, Sal-i Pencom, Şomareyi Evvel, s. 7.

[31]    Allahme Meclisi, Bihar’ul Envar, c. 2, “babu en-nahyu anil-kavli biğayri ilmin vel-İfta bir’rey ve beyanu şeraitih”, Kurân-ı Kerim’den müteaddit ayetleri içeren bu babda konuya ilişkin elli rivayet vardır.

[32]    İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

حَقُّ اللّٰهِ على خَلقِهِ ان يَقُولُوا ما يَعلَمُون و يَكُفُّوا عَمّا لا يَعلَمُون فاذا فَعَلُوا ذلك فقد واللّٰهِ اَدُّوا اليه حَقَّه

[33]    Bihar’ul Envar, c. 2, s. 122.

[34]    A.g.e, s. 117.

[35]    A.g.e, s. 118, h. 23

 مَن اَفتى الناسَ بغير علم و لا هُدىً من اللّٰهِ لَعَنَتْهُ ملائكة الرحمةِ و ملائكةُ العذابِ و لَحِقَه وِزرُ مَن عَمِل بِفُتياه

[36]    A.g.e, s. 120, h. 31

لو اَنَّ العبادَ اذا جَهِلُوا وَقَفُوا لَم يَجْحَدُوا و لم يَكْفُرُوا

[37]    Munyetu’l-Murid, Şehid-i Sani, s. 267.

[38]    A.g.e, s. 268.