.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Ahlâk ve Mertebeleri

Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerine göre ahlâkî gelişimin mertebeleri ve dereceleri vardır. Konunun aydınlanması için önce Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde ahlâk mertebelerinin sayısı, sonra ahlâkî mertebelerin sırasını beyan edeceğiz.

Ahlâk Mertebeleri ve Derecelerinin Sayısı

Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde ahlâk mertebeleri ve derecelerinin sayısına ulaşabilmek için aşağıdaki noktalara teveccüh etmek zaruridir:

Birinci nokta:

Peygamber’in (s.a.a) siyerinde, onların nazarında beğenilen ahlâkî davranışların gösterilmesinin –hatta Müslüman olmayanlar yapsa ve dinî olmayan sebeplere dayansa bile- değerli olduğuna dair örnekler vardır. Örnek olarak aşağıdaki siyerlere dikkat ediniz:

- İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyuruyor:

Yemen’den bir grup Peygamber’in (s.a.a) huzuruna geldi. Aralarında sert konuşan ve Peygamber’le (s.a.a) sıkı mücadele eden biri vardı. Peygamber (s.a.a) öyle sinirlendi ki damarları şişti, çehresinin rengi değişti ve başını öne eğdi. Bu sırada Cebrail nazil olarak şöyle dedi: Rabbin sana selam yolluyor ve diyor ki “Bu adam ihsanda bulunan ve başkalarına ikram eden birisidir.” Peygamber’in (s.a.a) öfkesi dindi ve başını kaldırarak şöyle buyurdu: “Eğer Cebrail Allah tarafından nazil olup bana senin ihsanda bulunan ve başkalarına ikram eden biri olduğunu haber vermeseydi seni kovacak ve seni insanların sohbet konusu edecektim.” Adam dedi ki: Senin Rabbin ihsan edilmesini seviyor mu? “Evet” diye buyurunca adam: Şehadet ediyorum Allah’tan başka ilah yoktur ve sen de onun elçisisin. Seni gönderene andolsun ki ben kimseyi malımdan eli boş göndermedim.[1][2]

- Emiru’l-Muminin Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

“Eğer cennete gitme ve mükâfat ümidi olmasaydı ve cehennem azabından korkmasaydık dahi, yine de doğrusu güzel ahlâkın peşine düşmemiz olurdu. Çünkü insanı kurtuluşa hidayet eder.” Bir adam kalktı ve dedi ki: Fedan olayım, Peygamber’den (s.a.a) mi duydun? Buyurdu: “Evet, bundan iyisini de duydum. Tay kabilesinin esirlerini Peygamber’in (s.a.a) huzuruna getirdiklerinde aralarında bir kadın vardı. Dedi ki: Ey Muhammed, eğer salah görürsen beni azad et ve kabileler arasında başımı öne eğme. Çünkü ben kendi kavmimizin reisinin kızıyım. Babam esirleri azad, sığınanları himayet ederdi, misafirleri ağırlar, açları doyururdu. Çıplakları giydirir, çaresizlerin elinden tutardı. Ben Hatem Tayi’nin kızıyım. Peygamber (s.a.a) buyurdu: “Onu özgür bırakın, babası güzel ahlâkı severmiş.”[3]

Bu siyerlerin hepsi beğenilen ahlâkî davranışları İlâhî sebeplere dayanmadan, insanî sebeplerle göstermenin de Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s) tarafından kabul gördüğüne dair açık delillerdir. Elbette bu İslâm’a ve Masumlar’a (a.s) mahsus değildir. Diğer İlâhî dinlerde de bu konu teyit edilmiştir. İmam Sâdık’tan (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Musa (a.s) bir Samiri’yi öldürmeye kast etti. Allah ona vahiyle şöyle buyurdu: Ey Musa onu öldürme çünkü o cömerttir.”[4]

Bununla birlikte Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’ten (a.s) rivayet edilen birçok hadiste (ki bazıları ikinci temelde beyan edildi) Allah’ın rızasını kazanma dışında bir niyetle yapılanlar değersiz sayılmaktadır. Şimdi, bu rivayetlere bakarak yine de sadece insanî sebeplerle gösterilen ahlâkî davranışlar da makbul ve değerlidir diyebilir miyiz? Cevabında şöyle söylemeliyiz: Nakledilen siyerler, Allah’ın emirlerine uyma sebebi haricindeki beğenilen amellerin hiç değeri olmadığı anlamına gelmemektedir. Çünkü bu davranışlar bazı olumsuz sonuçlardan kaçınmak ve başkalarıyla iyi ilişkiler, başkaları tarafından övülme gibi dünyevî bazı saadetlere ulaşmakta etkilidirler. Üstelik müspet ahlâkî sıfatlar ve davranışlar, insanın hidayeti ve saadeti için zemin hazırlamaktadır. Bu sözleri, Allah’ın cömertliğinden ötürü öldürülmemesini emrettiği ve bu sebeple Müslüman olan esir hakkında Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurması teyit etmektedir:

“Cömertliği onu cennete yöneltti.”[5]

Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın emirlerine itaat etmekten başka bir sebeple gösterilen ahlâkî davranışlar, insanı saadete ve gerçek mutluluğa, yani ahiret saadetine ulaştıramaz. Aynı şekilde insanı Allah’ın muhabbetine ve Ona yakınlığa ki İslâmî ahlâkın zirvesidir, ulaştıramaz. Çünkü ahlâkî davranışlar insanı iki asli hedefi olan ahiret saadeti ve Allah’a yakınlık ve muhabbet makamlarına ancak hüsn-i fiili (davranışın güzelliği), hüsn-i fâili (fâilin, yapanın güzelliği) ile birlikte olursa ulaştırabilir.[6]

Bununla birlikte insanî sebeplerle ahlâkî davranış göstermeye değer veren siyerler ile böyle davranışları değersiz sayan rivayetleri şu şekilde bir araya getirebiliriz. İlk kısım evvela, o davranışların dünyevî etkilerini ummaktadırlar, ikinci olarak bu davranışların insanı saadete ve hidayete yönelten bir zemin oluşturduğunu beyan etmektedirler. İkinci kısım ise bu davranışların insanı gerçek saadete ve Allah’a yakınlık makamına ulaştıramayacağı konusunu beyan etmektedir.

İkinci nokta:

Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde Müslümanların ahlâkî davranışlara rağbet etmesi için ahlâkî kaidelere uymanın ve uymamanın sonucu olan dünyevî ve uhrevî mükâfat ve cezalar üzerinde durmuşlardır. Örnek olarak bazılarını nakledelim. İmam Sâdık (a.s) buyuruyor:

“İhtiyaçsızlık ve izzet hareket halindedir. Tevekkül mahalline ulaştığında oraya yerleşir.”[7]

Bu rivayette İmam Sâdık (a.s) bu konuyu anlatarak tevekkülün sonuçlarından olan ihtiyaçsızlık ve izzet ile müminleri bu sıfata rağbet ettirmektedir. Diğer bir rivayette şöyle buyuruyor:

“Kim Allah’tan korkarsa Allah herkesi ondan korkutur ve kim Allah’tan korkmazsa Allah onu herkesten korkutur.”[8]

Bu rivayette Allah’tan korkmak (ki ahlâk merhalelerinden biridir) beğenilmekle kalmamış, Allah’tan korkmanın dünyevî etkisi beyan edilerek halk, bu sıfata teşvik edilmiştir. Diğer bir rivayette İmam Sâdık (a.s) açıkça bu konuyu anlatmıştır:

“İbadetlerden biri de Allah’tan şiddetle korkmaktır. Allah şöyle buyuruyor: “Kullarım arasında yalnız âlimler Allah’tan korkarlar.” Ve yine buyuruyor: “Halktan korkmayın, benden korkun.”[9]

Bu rivayete göre Masumlar’ın (a.s) nazarında İlâhî azaptan korunmak için Allah’tan korkmak ve beğenilen ahlâkî davranışlardan sayılan davranışları göstermek doğrudur. Yine dünyevî ve uhrevî faydalara erişmek için beğenilen davranışları göstermek de doğrudur. İmam Bâkır’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir:

“Peygamber (s.a.a) Veda Haccında hutbe okudu ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar, Allah’a and olsun, sizi cennete yakınlaştıran ve cehennemden uzaklaştıran hiçbir şey yok ki size emretmemiş olayım ve yine sizi cennetten uzaklaştıran ve cehenneme yaklaştıran hiçbir şey yok ki size yasaklamamış olayım.”[10]

Bu rivayet açıklıkla İlâhî emir ve yasakların ölçüsünün onların müspet ve menfi sonuçları olduğunu beyan etmektedir. Bununla birlikte eğer bir kimse menfi sonuçlarından kaçınmak ve müspet sonuçlarına ulaşmak için İlâhî emir ve yasaklara uyarsa, doğru bir iş yapmış olur.

Üçüncü nokta:

Eğer bir kimse Allah’ın emirlerini, içinde de ahlâkî emirleri, sevap ve cennete gitmek için ya da azap görmemek için değil de sadece Allah’a verdiği nimetlerin şükrünü eda etmek için yaparsa bu sadece istenilen değil, önceki davranışlardan daha da değerli bir iştir. İmam Bâkır’dan (a.s) bir rivayette şöyle buyurduğunu okuyoruz:

“Peygamber (s.a.a) bir gece Ayşe’nin yanındaydı. Ayşe dedi ki: Ey Allah’ın resulü, Allah senin tüm geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamışken neden kendini bu kadar sıkıntıya sokuyorsun (ve Allah’a bu şekilde ibadet ediyorsun?)Peygamber (s.a.a) cevabında şöyle buyurdu: Şükreden bir kul olmayayım mı? Sonra İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: Peygamber (s.a.a) geceleri öyle ibadet ederek geçiriyordu ki Allah şu ayetleri nazil etti: “Taha, biz Kur’ân’ı sana, güçlük çekesin diye indirmedik.”[11]

Bu rivayete göre Peygamber’in (s.a.a) ibadeti ne cehennem korkusundandı ne de cennete ulaşmak içindi. Sadece Allah’ın ona verdiği nimetlerin şükrünü eda edebilmek içindi. Bu tür amelin daha değerli olmasının delili ilerde beyan edilecektir.

Dördüncü nokta:

Aynı şekilde eğer bir kimse Allah’ın emirlerini, içinde de ahlâkî emirleri, sevap ve cennete gitmek için veya azap görmemek için değil de Allah’a duyduğu alakadan dolayı yaparsa bu istenilen bir davranıştır ve diğer davranışlarla kıyaslandığında daha fazla değere sahiptir. İmam Sâdık (a.s) Peygamber’den (s.a.a) rivayetle şöyle buyuruyor:

“Halkın en iyisi ibadeti aşkla yapan, ona sarılan, kalpten seven, tüm bedeninde hisseden ve kendini diğer her şeyden ayıran kimsedir. Böyle bir kimse için dünyanın kolay ya da zor, nasıl geçtiğinin bir önemi yoktur.”[12]

Bu rivayetten anlaşılıyor ki bazı kişiler Allah’a ne cennete gitmek, ne de cehennem azabından kaçmak için ibadet ederler. Onlar Allah’a duydukları alâka ve muhabbetten dolayı ibadet ederler ve Peygamber’e (s.a.a) göre halkın en iyileri bu kişilerdir.

Peygamber’den (s.a.a) rivayet edilen bir başka hadis şöyledir:

“Şuayb (a.s) Allah aşkından öyle ağladı ki gözleri kör oldu. Allah gözlerini ona geri verdi ve Şuayb (a.s) yine gözleri kör olana kadar ağladı. Aynı şey dördüncü kez olunca Allah ona vahyederek “Daha ne zamana kadar bu duruma devam edeceksin? Eğer ağlayışın cehennem azabından korktuğun içinse seni azaptan kurtardım. Eğer cennet arzusuysa cenneti senin emrine verdim.” buyurdu. Şuayb (a.s) “Allah’ım, biliyorsun ki benim ağlamam ne cehennem korkusundan ne de cennet iştiyakındandır. Sadece senin aşkından ağlıyorum çünkü senden uzaklığa tahammül edemiyorum.”[13]

Bu rivayet de Şuayb’ı (a.s) ağlatanın azaptan korkusu ya da cennet iştiyakı değil, Allah’a olan alakası ve Allah’tan uzaklığı olduğu konusunu beyan etmektedir. Bunun bir benzerini Emiru’l-Muminin’in (a.s) Kumeyl’e öğrettiği duada görüyoruz: “Allah’ım, azabına sabretsem bile ayrılığına nasıl dayanayım.”[14]

Söylediklerimizden şu konular açıklığa kavuşuyor: Evvela Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde beğenilen ahlâkî davranışlar, Allah’ın emirlerini yerine getirmek için olmasa ve mesela kendi türüne hizmet etme amaçlı insanî sebeplerle gösterilse dahi değerlidir. İkincisi, cehenneme gitmemek için, cennet ve İlâhî nimetlere ulaşmak için, Allah’a şükretmek veya Allah aşkından dolayı Allah’ın emirlerine uyulması da kabul edilmektedir. Üçüncüsü, Allah’a şükrünü eda etmek için veya Allah aşkıyla ahlâkî kaidelere uyanlar diğerlerinden üstündürler.

Bununla beraber Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyeri esasınca ahlâk ve ahlâkî eğitimin dört merhalesi vardır:

1- İnsanî sebeplerle beğenilen ahlâkî davranışlarda bulunma.

2- İlâhî cezaya uğramamak ve İlâhî mükâfat elde etmek için ahlâkî davranışlarda bulunma.

3- İlâhî nimetlerin şükrü için ahlâkî davranışlarda bulunma.

4- Allah aşkı sebebiyle ahlâkî davranışlarda bulunma.

Şöyle söylenmesi mümkündür: Peygamber’in (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde olan ve daha önce ahlâk dereceleri ve mertebelerini elde ettiğimiz siyere dayalı deliller âmilin sebebine bağlıdır. Yani nakledilen siyerlerin içeriğine göre insanlar ahlâkî davranışlarına göre dört kısımdırlar: Bir kısım insanî sebeplere, bir kısmı İlâhî cezalardan kurtulma ve İlâhî mükâfatlara erişmeye, diğer bir kısmı İlâhî nimetlere şükre ve dördüncü kısım da Allah aşkına dayanarak ahlâkî emirlere uymaktadırlar. Oysa çağdaş Batılı psikologlar, ahlâkî gelişim mertebelerini kişinin ahlâk ve ahlâkî mefhumları anlayış tipine dayandırarak açıklamışlardır. Bunun için bu siyerlere dayanarak ahlâkî gelişim ve ahlâk dereceleri ve mertebeleri keşfedilemez.

Cevabında şöyle söylememiz gerekir: Evvela çağdaş Batılı psikologların teorilerinde sıralama ölçüsü kişilerin ahlâkî anlayış tipine ve ahlâkî davranış sebeplerine göre belirlenir. Nitekim Kohlberg ve Piaget’nin teorilerinde bu konu açıktır ve biz daha önce onların teorilerini beyan ettik. İkincisi, özel bir tür ahlâkî davranışı yapma sebebi, özel bir anlayış türüne sahip olmayı gerektirmektedir. Bu açıdan bir kimsenin tüm ahlâkî davranışlarını hem Allah aşkı ve muhabbetinden dolayı gerçekleştireceği hem de ahlâkî anlayışı -türdeşine yardım etme yoluyla sevgisini kazanmak gibi- insanî sebeplere dayandığı için ahlâkî emirlere bağlı kalan bir kimse gibi olacağı düşünülemez. Bu yüzden daha önce anlatılan siyerlere dayanarak ahlâk ve ahlâkî gelişim dereceleri ve mertebeleri keşfedilebilir.

Yine şöyle söylenmesi mümkündür: Psikologların ahlâkî gelişim dereceleri olarak niteledikleri, gerçek ve tanımlayıcı önermeler türündendir. Ancak geçmiş siyerlerde olanlar, olması gerekeni anlatmaktadır, hali hazırda olan durumu değil. Diğer bir deyişle siyerlerin önermeleri kuralcıdır, tanımlayıcı değil. Bu yüzden ikisini birbiriyle kıyaslamak ve doğru bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.

Cevabında şöyle söylenebilir: Görünüşe göre siyerlerin içeriğinde, gerçekte insanların kaç kısma ayrıldıkları vardır. Örneğin Emiru’l-Muminin Ali’nin (a.s) meşhur hadisinin içeriğine göre Allah’ın kulları üç kısımdır. Üç kısım olabilirler anlamını kesinlikle taşımamaktadır. Ayrıca bazı siyerlerde, Hatem Tayi’nin kızı gibi, belirginlikleri ve mevcut durumları gözetilenler ve özel sebeplerle ahlâkî davranışlara bağlı olan kimseler de vardır.

Ahlâk Dereceleri ve Mertebelerinin Sırası

Acaba merhalelerin sıralanışı daha önce söylenildiği gibi midir? Cevabında ahlâkî emirleri İlâhî sebeplerle yapanlar, bu sebebe sahip olmayanlardan önce gelirler ve bu konunun tartışılmasına ihtiyaç yoktur, diyebiliriz. Çünkü Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde bu merhaleyle ilgili tartışma konusu, onun değerli olup olmadığı esasıyla ilgiliydi, diğer merhalelerden önce geldiğiyle ilgili değil. Ama diğer üç merhaleyle – korkanların ve ümit edenlerin, şükredenlerin ve sevenlerin makamıyla- ilgili olarak ne söylenilebilir? İmam Sâdık’tan (a.s) gelen bir rivayette ibadet edenler üç kısma ayrılır:

“Kullar üç kısımdır: Korkudan dolayı Allah’a ibadet edenler ki bu ibadet kölelerin ibadetidir; mükâfat ümidiyle ibadet edenler ki bu ibadet işçilerin ibadetidir ve Allah’ı sevdikleri için ibadet edenler ki bu ibadet hürlerin ibadetidir ve en üstün ibadettir.”[15]

Bu rivayete göre sevenlerin ibadeti, kölelerin ve tacirlerin ibadetinden üstündür. Bu konunun benzeri az bir farkla Emiru’l-Muminin Ali’den (a.s) de nakledilmiştir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:

“Bir kısım, Allah’a (sevaba ve mükâfata) meyillerinden dolayı ibadet ettiler. Bu tüccarların ibadetidir. Bir kısım, Allah’a (azaptan) korkularından ibadet ettiler. Bu da kölelerin ibadetidir. Bir kısım ise Allah’a şükürlerinden ibadet ettiler ki bu hürlerin ibadetidir.”[16]

Tuhefu’l-Ukul’da bu rivayetin devamı şöyledir: “Ve bu en üstün ibadettir.”[17]Bu rivayete göre şükredenlerin makamı, tüccarların ve kölelerin makamından üstündür.

Yukarıdaki iki rivayete dikkat edilirse ikisinde de azap korkusundan dolayı Allah’a ibadet edenlerin makamının, kölelerle eşdeğer olduğu görülmektedir. İkisinin arasındaki fark, İlâhî mükâfata ulaşmak için Allah’ın emirlerine uyanların İmam Ali’nin (a.s) sözlerinde tüccar olarak, İmam Sâdık’ın (a.s) sözlerinde ise işçi olarak nitelendirilmesidir. Bir de İmam Sâdık’ın (a.s) sözlerinde hür kimseler, İlâhî şükrü eda etmek için Allah’ın emirlerine itaat eden kimselerdir. İmam Ali’nin (a.s) sözlerinde ise hür kimseler, Allah aşkından Allah’ın emirlerine itaat eden kimselerdir. Her halükarda iki rivayetten, şükredenlerin ve âşıkların makamının kölelerden, işçilerden ve tüccarlardan daha üstün olduğu anlaşılıyor.

Burada başka bir soru ortaya çıkıyor. Acaba âşıklar ve şükredenler aynı makamda olan tek bir kısım mı yoksa ayrı makamlarda olan iki ayrı kısım mı?

Belki şükrün makamının, muhabbetin makamından farklı olduğu söylenilebilir. Şükreden, İlâhî lütuf ve nimetlere, Allah’a itaat ve ibadetle karşılık vermeye çalışmaktadır. Sanki bu merhalede şükreden henüz, Allah karşısında kendisine bir kişilik atfetmektedir. Oysa âşık, Allah karşısında kendisine bir kişilik atfetmez ve yaşamının anlamını sadece Allah’la olan irtibatında arar. İmam Sâdık’tan (a.s) nakledilen bir rivayette şöyle okuyoruz:

“Mümin dünyadan (sevgisinden) boş olursa yükselir ve Allah aşkının tadına varır. Dünya ehliyle kıyaslandıklarında sanki delirmişler ve akıllarını kaybetmişlerdir. Oysa böyle değildir. Sadece Allah aşkı onunla kaynaşmış ve onu Allah’tan gayrısıyla ilgilenmekten alıkoymuştur.”[18]

Mazenderanî bu rivayetin şerhinde şöyle diyor: Bu makama ulaşan kimse başkalarının varlığını görmemektedir, kaldı ki onlarla meşgul olsun. Bu Allah’ta fena olma makamıdır.[19]Bu anlatılanlara göre şükreden ve âşığın iki ayrı kısımda olduğunu, makamlarının da birbirinden ayrı olduğunu ve şükredenin makamının, âşığınkinden daha aşağıda olduğunu söyleyebiliriz.

Şimdiye kadar Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde en düşük ahlâk derecesinin, ahlâkî davranışları (İlâhî olmayan) insanî sebeplerden ötürü gösterenlerin makamı olduğu anlaşıldı. Sonrakinde ahlâkî kaidelere İlahi sebeplerle riayet edenlerin makamı gelmektedir. Ama onların sebepleri yalnızca Allah’ın azabına uğramamak ve İlâhî nimetlerle nimetlenmektir. Üçüncü derecede sadece ve sadece İlâhî şükürlerini eda etmek için ahlâkî kaidelere bağlı olan kimseler vardır. Dördüncü ve en yüce ahlâkî derece, sadece Allah aşkından dolayı ahlâkî emirlere uyan kimselere aittir.

Şimdi şu soru gündeme gelmektedir: Acaba tüccarların veya işçilerin makamı, kölelerin makamından üstün müdür? Cevabında şöyle söylememiz gerekir: Önceki rivayetlerde tacirlerin ve işçilerin makamının, kölelerin makamından üstün olduğu hakkında açık bir konu beyan edilmemiştir. Bir taraftan tüccar ve işçinin toplumsal konumunun köleden yukarda olduğu, bu yüzden ibadet ve amellerinin daha değerli olacağı söylenebilir. Üstelik kölenin kendi irade ve isteğinin amelleri üzerinde hiç rolü yoktur. Kölenin vazifesi, sahibinin isteği ve iradesi doğrultusunda amel etmek ve davranmaktır, kendi iradesine uysun veya uymasın. Buna karşın her ne kadar sebepleri ve amaçları kâr ve ücret elde etmek olsa da tüccar ve işçi kendi iradeleriyle amel ederler. Diğer taraftan kölenin, tüccarın ve işçinin amel ve davranışlarının değerleri birbirinden farklı değildir. Çünkü hepsinin ortak noktası yaptıklarını Allah için yapmıyor olmalarıdır. Onlar için önemli olan mükâfat elde etmek ve azaptan korunmaktır, Allah’ın kendisi veya emirleri değil. Bu yüzden eğer bu amaç, Allah’a itaatten daha kolay bir yolla mümkün olsaydı, o yolu seçerlerdi. Belki de bu yüzden bu rivayetlerde sadece şükredenlerin ve âşıkların, tüccarlara, işçilere ve kölelere olan üstünlüğü beyan edilmiş ve tacirlerin, işçilerin ve kölelerin makamlarının öncelik sırasından bahsedilmemiştir.

Konuyu toparlayacak olursak Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerinde ahlâk için dört derece ve mertebe beyan edilmiştir ve şöyledir:

1- Beğenilen ahlâkî davranışları dinî sebeplerle değil, insanî sebeplerle gösteren kimseler. Bu kimseler ahlâkî eğitimin en alt mertebesindedirler.

2- Ahlâkî emirleri İlâhî azaba uğramamak veya İlâhî mükâfatları elde etmek için yerine getiren kimseler. Bunlar ahlâkın ikinci mertebesinde yer alırlar.

3- Azaptan kaçmak veya mükâfat ve sevap kazanmak için değil, sadece İlâhî nimetlere şükürlerini eda etmek için ahlâk emirlerine uyan kimseler. Bunlar ahlâkın üçüncü mertebesinde yer alırlar.

4- Mükâfat, ceza veya şükür için değil, sadece Allah’a olan aşklarından dolayı ahlâkî emirlere uyan kimseler. Bu kişiler en yüce ve yüksek ahlâkî merhalede yer alırlar.

Kohlberg’in teorisiyle sünnetteki ahlâk merhalelerinin arasında kısa bir kıyaslama yapıldığında, psikologlara göre ahlâk mertebelerinin, Masumlar’ın (a.s) siyerindeki ilk ahlâk, yani ahlâkî davranışların insanî sebeplerle gösterilmesi düzeyinden öteye geçemediği görülmektedir. Kohlberg’e göre ahlâkî gelişimin ilk aşaması, kendisinin açıkladığı gibi ahlâk sınırı içinde değildir. Çünkü çocuğun ahlâk anlayışı yoktur. İkinci ve üçüncü aşamada çocukta ahlâkî anlayış oluşmakta ve gelişmektedir. Ancak bu anlayış dünya faydası ve zararından öteye geçmemektedir. İkinci aşamada sadece kendisinin, yakınlarının ve yerel çevresinin fayda ve zararıyla ilgilenmektedir. Üçüncü aşamada ise millî ve evrensel boyutta fayda ve zararlarla ilgilenmektedir. Oysa Masumlar’ın (a.s) siyerinde ahlâk dereceleri ve mertebeleri bu aşamalarla sınırlı değildir. Bu yüzden ahlâkî açıdan insan, kendisini dünyanın kuşatmasından kurtarabilir, dünyadan daha geniş bir sahaya geçebilir ve Allah aşkından başka her şeyin gözünde değersiz ve alçak olduğu bir yere varabilir. Diğer şeylere ulaşmak için harekete geçme gücü hissetmez.

Bu şekilde psikologlara göre ahlâk merhaleleri, Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) siyerindeki ahlâk merhaleleriyle kıyaslandığında oldukça sınırlıdır. Bu farkın sebebi de Kohlberg gibi bilim adamlarının insanı ve ahlâkı sadece maddî ve bu dünyalık olarak görmeleridir. Oysa Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s), insanı bu maddî dünyayla sınırlı görmemekte, meleklerin bile ulaşamayacağı kemal ve rüşd mertebelerine ulaşabilecek, yeryüzündeki Allah’ın halifesi ve meleklerden üstün varlıklar olarak kabul etmektedir.

[1]     Bu rivayetin aslı daha önce nakledilmişti.

[2]     Kuleynî; Kâfî, C. 4, s. 208.

[3]     Muhaddis Nurî; Mustedreku’l-Vesâil, C. 11, s. 193.

[4]     Meclisî; Bihâru’l-Envâr, C. 31, s. 208.

[5]     Muhaddis Nurî; Mustedreku’l-Vesâil, C. 7, s. 14.

[6]     Üstad Misbah, Ahlâk Felsefesi adlı kitabında şöyle söylüyor: Şeriat sahibinin beyanlarından anlaşılan genel olarak şudur: Ahlâkî değerlerin de bir nisab haddi vardır ve daha azına İslâm nazarında itibar edilmez. Ahlâkî davranışlar kaynağını Allah’a ve kıyamete imandan almalıdır ve şer’i mükellefiyetler çerçevesinde olmalıdır. Eğer bir işi yaparken Allah’a imanın hiç rolü olmazsa nefis için bir kemal de oluşturmayacaktır. Eğer kaynağını imandan alırsa ama şer’i kanunlara uygun olmazsa yine nefis için bir kemal etkisi olmayacaktır. Bununla birlikte eğer bir kimse bu özelliklere sahip olmayan işler yapar, bunlar şer’i kalıplara muhalif de olmazsa, fâilin de bunu yaparken menfi bir sebebi olmazsa, Hatem-i Taî’nin yaptığı gibi, bu davranışlar nisab haddine yakın bir değere sahiptir. Yani kişiden azabı kaldırır ancak cennete girmesini sağlamaz. (Ahlâk felsefesi, s. 171- 172.)

[7]     Kuleynî; Kâfî, C. 2, s. 65.

[8]     a.g.e., s. 68.

[9]     a.g.e., s. 69.

[10]    Kuleynî; Kâfî, C. 2, s. 74.

[11]    a.g.e., s. 95.

[12]    Kuleynî; Kâfî, C. 2, s. 83.

[13]    Sadûk; İlelu’ş-Şerayi, s. 57.

[14]    Kummî; Mefâtihu’l-Cinân, Kumeyl duası.

[15]    Kuleynî; Kâfî, C. 2, s. 84.

[16]    Nehcü’l-Belağa, Hikmet, s. 510.

[17]    Harrânî; Tuhefu’l-Ukul; s. 264.

[18]    Kuleynî; Kâfî, C. 2, s. 130.

[19]    Mazenderanî, Şerh-i Usul-i Kafi, c. 8, s. 369.