.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Ömer Cide
Yezîd, Muâviye’nin Şam valiliği esnasında Kelb kabilesine mensup Meysûn bint Bahdel ile evliliğinden dünyaya gelmiştir.[1] Gerek fasih Arapçayı öğrenmesi gerekse bir bedevî olan annesinin saray hayatına alışamaması gibi nedenlerle çocukluğu dayılarının yanında badiyede geçmiştir. Burada kendisini geliştirdiği gibi bazı nahoş huylar da edinmişti. Özellikle eğlenceye düşkün olması, içki içmesi ve ibadetlere ilgisizliği toplumun dikkatinden kaçmamıştır.[2] Babası daha sonra iyi bir eğitim alması için çaba sarf etmişse de o, badiyede edinmiş olduğu huylarını terk etmemiştir. Yezîd bu huylara sahip olduğu hâlde hilafet makamına geçmesi Medine’de bulunan sahabe çocuklarının önde gelenlerinin tepkisine sebep olmuştur. Nitekim Muâviye’nin ikna etmeye çalıştığı sahabe çocuklarından gelen uyarı Allah’tan korkması yönünde olmuştur.
Kanaatimize göre Hicaz’ın kendi açısından en tutarlı itiraz konusu Yezîd’in kötü huylarıydı. Muâviye, kendisinden sonra çocuğunu veliaht tayin etmek istediği zaman Yezîd’ten başka erkek çocuğu bulunmamaktaydı. Şunu da belirtelim ki bu gerekçe Hicaz’a has olarak değerlendirilmelidir. Hz. Peygamber’in vefatıyla Müslümanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmıştır. Ebû Bekir’in halife seçilmesinden sonra en büyük sıkıntı ridde hadisesiydi. Küçük şehir devletlerinin hâkim olduğu Hicaz ve çevresinde yaşayan kabileler Müslümanların güçlenip burada merkezi bir güç oluşturmaları neticesinde onların egemenliğini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Varlıklarını sürdürme adına İslâm devletinin egemenliğine giren kabileler tam anlamıyla iman edip onu içselleştirmemişlerdir. İstemsiz bir şekilde boyun eğen kabileler[3] Hz. Peygamber’in vefatıyla eski inanç ve bağımsız durumlarına dönmek istemişlerdir. Halife Ebû Bekir ve Müslümanların dirayetiyle ridde olayları bastırılmıştır. Ridde hadisesi bölgede meydana gelen merkeziyetçi sisteme başkaldırı olarak da değerlendirilebilir. Ancak Müslümanlar bölgenin yeniden bölünmüş şehir devletleri sistemine dönüşüne izin vermemişlerdir.
Ridde hadiseleri önlendikten sonra birlik sağlanmış ve yeni fetih dalgası başlamıştı. Ebû Bekir döneminde Bizans ve Sâsânî topraklarına dönük gerçekleştirilen fetihler sayesinde yeni bölgeler Müslümanların egemenliğine girmişti. II. Halife Ömer döneminde ivme kazanan fetih hareketleri büyük toprak parçalarının ve fazlaca sayıda insanın yeni devletin bir parçası hâline gelmesini sağlamıştır. Bu durum çok ciddi anlamda ganimetin elde edilmesine vesile olmuş, ganimetlerden pay almak için fethedilen topraklarda meskûn olan birçok insan fetihlere iştirak etmiştir. Dolayısıyla fetih hareketleriyle Müslüman olanların yeni din ile bağlantısı ekonomik çıkar üzerinden gerçekleşmiştir. Bu durumda olan kitleler için ekonomik refah sağlayacak bir kişinin dini hassasiyetinin eksik olması fazlaca önemli gözükmemiş olmalıdır. Bundan ötürü fetihler kanalıyla Müslüman olanlar açısından kendilerine iyi ekonomik şartlar sunacak olan Yezîd’in din ile bağdaşmayan bazı huyları çok da irdelenmemiş olmalıdır.[4] Kûfe ve Basra’nın muhalefeti de yine dini hassasiyetten değil ekonomik saikler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Çünkü onlar Hz. Ali döneminde elde etmiş oldukları avantajları yeniden kazanmak istiyorlardı. Hz. Ali devletin merkezini Kûfe’ye taşımış, onlar devletin merkezinde yer alarak birçok olanağa sahip olmuşlardı. Muâviye’nin hilafeti esnasında Kûfe ve Basralıların maruz kaldığı ekonomik baskı onların Hz. Ali evladını destekleyerek eski imkânlarına nail olmaya matuf bir girişim olarak değerlendirilmelidir.[5] Temelde bakıldığında Irak muhalefetinin çıkış noktasının ekonomik olduğu söylenebilir.
Genel olarak Hicaz özel olarak da Medine’nin dine olan bağlılığı farklı bir boyutta olduğu söylenebilir. Her ne kadar sahabe ve çocukları arasında değişim meydana gelmişse de dinin ana eksenini korudukları kabul edilebilir. İslâmiyet’in hâkim olması adına her türlü eziyete katlanan ashâbtan sonra gelen çocukları dini ilkelerin hayatta uygulanması konusunda hassasiyet sahibiydiler. Onlara göre İslâm devletinin başkanı olacak kişi dinin ilkeleriyle hareket etmeli ve temsiliyet konusunda bariz eksiklerinin olmaması gerekmekteydi. Dolayısıyla Yezîd gibi dini hassasiyeti olmayan birinin Müslümanları idare etmemesi gerekiyordu. Muâviye’nin Yezîd’e biat etmesi için gönderdiği mektuba cevaben Hz. Hüseyin: “İçki içen, köpeklerle oynayan bir çocuğa biat alarak, kendi kendini günah çukuruna düşürdüğünü, dinini yok ettiğini ve halkı zayıf düşürdüğünü görüyorum.” diye yazmıştır. Muâviye’nin Yezîd’i Kur’an’ı iyi okuyan ve sünneti bilen, hilme sahip biri olarak sunması üzerine Hz. Hüseyin: “İnsanları Yezîd için kandırmaya çalışıyorsun. Sanki görünmeyen birini anlatıyorsun…. Yezîd’in yaptığını sen de yap. Yezîd’i olduğu gibi anlat. Köpekleri boğuşturmasını, adımlarını saymasını, yarışmada eşlerini geçen güvercinlerini, çalgıcı ve eğlenceci kızlara olan ilgisini anlat.” diyerek karşılık vermiştir.[6] Nitekim bu durumun farkında olan Muâviye, oğlu Yezîd’e halk nazarında itibar kazandırma adına İstanbul’u kuşatan orduya yardımcı olarak gönderilen askerlerin kumandanı olarak tayin etmişti.[7] Yine bu amaca matuf olarak Yezîd’i hac emiri olarak görevlendirmiştir.[8]
Eleştirilerin daha çok Yezîd’in İslâm diniyle bağdaşmayan huyları olduğu bariz bir şekilde görülmektedir. Medine ehlinin dini ilkeleri daha çok önemsediğini gösteren olaylardan diğer bir tanesi ise Yezîd’in daveti üzerine Şam’a giden heyetin tutumunda görülmektedir. Kerbela Olayı’ndan sonra Yezîd gerek tepkileri dindirmek gerekse Abdullah b. Zübeyr’e karşı Medine’nin desteğini sağlamak, bunun mümkün olmaması durumunda ise onların tarafsız kalmasını sağlamak amacıyla Medine valisinden şehrin ileri gelenlerinin Şam’a gönderilmesini talep etmişti. O, gelen misafirlere iltifatta bulunmuş ve maddi anlamda onlara yüklü miktarda mal vermişti. Medine’ye dönen heyet Yezîd’in yaşam biçimine şahit olmuş, onun halife olamayacağına kanaat getirerek Abdullah b. Hanzale’ye biat etmişlerdir.[9] Şam’a giden heyetin Yezîd’in kendilerine dünyalık ikramlarda bulunmasına karşılık onu halifeliğe layık biri olarak görmemeleri Medine ehlinin önceliğinin dini ilkeler olduğu tezini desteklemektedir.
Bütün değerlendirmelerden sonra Hicaz muhalefetinin en geçerli itirazının Yezîd’in İslâm’la uyuşmayan huyları olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hicaz merkezli din anlayışında İslâm’ın ilkelerinin yaşanması yer alırken, Hicaz dışındaki bölgelerde ekonomi daha fazla baskın gözükmektedir.
Yezîd’in veliaht olarak tayin edilmesine itiraz edenler sahabeden olup toplum tarafından itibar gören insanlardır. Aynı zaman da Abdullah b. Ömer, Hüseyin b. Ali ve Abdurrahman b. Ebi Bekir’in babaları halifelik yapmışlardı. Aynı tavra sahip olan Abdullah b. Zübeyr’in de iktidara dair hesapları olduğu aşikârdır. Nitekim Muâviye her ne kadar itiraz eden bu kişilerden biat almışsa da Yezîd halife olduğunda biat sorununun yine ortaya çıkacağının farkındaydı. Oğluna verdiği nasihatte söz konusu kişilere karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini söylemiştir.[10]
Ümeyyeoğullarına mensup olup Yezîd’in veliahtlığına itiraz eden iki kişinin de halifelik beklentisi içinde olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. III. Halifenin Osman’ın oğlu Said,[11] halifelik beklentisini dillendirmiş, Mervan ise bu işin çoluk çocuğa bırakılmaması gerektiğini belirtmiştir. Nitekim Muâviye, Mervan’ı Medine valiliğinden almıştır.[12]
Yukarıdaki bütün değerlendirmeler ve İslâm tarihinde yaşanan nahoş olaylar göz önünde bulundurulduğunda halife seçme işinin bir sisteme bağlanması olumlu olarak değerlendirilebilir. Nitekim Muâviye kendisinden sonra birini halife bırakmak istediğini dillendirdiği zaman insanlar memnun olmuşlardır. Medineliler bu fikre olumlu bakmakla birlikte ısrarla adayın kim olacağını bilmek istemişlerdir. Yezîd isminin telaffuz edilmesiyle itirazlar yükselmiştir. Ancak sistem, bu yolla başa geçen ilk kişinin gerisinde kaldığından dolayı hak ettiği biçimde değerlendirilmediği kanaatindeyiz. Veliahtlık gündeme geldiği ilk zamanlarda Yezîd’in kötü huyları sistemin önüne geçmiştir. Tartışmanın odak noktası onun İslâm’la uyuşmayan yaşam biçimi olmuştur. Veliahtlık için Yezîd’in ismi telaffuz edilince tartışmalar onun kötü huyları çerçevesinde cereyan etmiştir. Halife olduktan ve sonraki dönemlerde ise sebep olduğu facialar ön plana çıkmıştır. Veliahtlık sistemi, Kerbela Olayı, Harre Vakıası[13] ve Kâbe’nin tahrip edilmesi olaylarıyla birlikte ele anılmıştır. İlk adaya dönük tartışmalar sisteme de mal edilmiştir. Dolayısıyla veliahtlık sistemi ilk adayın icraatlarına kurban gitmiş ve gereği gibi değerlendirilememiştir. Örneğin Ömer b. Abdülaziz de aynı sistemle halife seçilmiş ancak onun hilafete geçme şekli tartışılmamış, aksine beşinci halife olarak anılmış ve İslâm dünyasının büyük takdirini kazanmıştır.
- - - - - - - - - - - - - - - - - -