.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Günümüzde irfân ve irfânî hakikatlerden bahseden birçok farklı grupla karşılaşıyoruz ve bu grupların her birinin kendisine has birtakım geleneklere sahip olduğunu görüyoruz. Bugün karşı karşıya olduğumuz bu tablo aslında İslam’ın ilk yıllarında başlamış olup, tüm bu inişli çıkışlı yıllar içinde farklı renklere bürünerek günümüzdeki şekli almış tarihi bir akımdır. İslam’ın ilk yıllarında “zahitler” ve benzeri unvanlarla tanınan insanlar günümüzdeki bu akımın ilk çekirdeklerini oluşturmuşlardır. Taşıdıkları unvandan da anlaşıldığı üzere bu insanların başlıca özelliği maddiyat ve maddî zevklerden uzak durmaktı. Ancak zamanla bu akıma yeni birtakım özellikler ve gelenekler eklendi ve bu özellikler zahitlik ve tasavvufun olmazsa olmaz bir parçası olarak sonraki nesillere intikal etti. Bu özellik ve geleneklerin gayri Müslimlerden alınmış olma ihtimali ise çok güçlü bir olasıdır. Ayrıca İslam dininde bu yönde çok açık bir komut olmadığı için birileri bu yönde kendilerince gerekli gördükleri birtakım işleri gelenek haline getirip bir sonraki nesle bu işin olmazsa olmaz bir parçası olarak tanıtmışlardır. Buna ilaveten gayri Müslimlerden alınmış olan gelenekleri doğru göstermek için bazı Kur’an ayetleri ve hadisler amaca uygun bir şekilde yorumlanmıştır. Ancak diğer kavimlerle olan temaslar da bu yönde etkili olmuştur. Sonuç olarak bu etkenler bir bütün olarak el ele verip, Müslümanlar arasında irfân ve tasavvuf adı taşıyan birçok farklı gruplaşma ve bölünmenin meydana gelmesine sebep olmuştur.

Gayri Müslimlerin bu yöndeki genel yöntemi vücudun gücünü azaltmak ve maddiyata yönelmesini tamamen önlemektir. Günümüzdeki Hindu fırkaları, başta Cukiler olmak üzere bu yöntemi uyguluyor ve oldukça ağır fizikî sıkıntılara katlanarak ruhlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Örneğin yemeklerini oldukça azaltıyorlar. Hatta birkaç gün peş peşe sadece birkaç badem yemekle yetiniyorlar. Bu yönde yaptıkları diğer bir riyazet ise nefes sayısını zamanla azaltmaktır. Bunu yaparak uzun bir süre nefessiz kalabilmeyi hedefliyorlar. Bu insanlara göre bu tür işler insanın ruhunu güçlendiriyor. Gerçek şu ki bu Hint saduları bu işleri yaparak birtakım güçler elde ediyorlar ve bu işin sonunda belirli bir güce sahip oluyorlar.

Müslümanlar içindeki irfânlara baktığımızda, bu tabloyu örnek alıp da marifete ulaşmanın bir yolu olarak insanlara sunan gruplara rastlıyoruz. Açıklama olarak da “İslam’da bu tür tavsiyeler olmayabilir ancak bu daha çok havarilerin seçip de daha sonra yüce Allah tarafından kabul gören ruhbaniyet gibidir” açıklamasını yapıyorlar. Kimileri ise Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) hadislerini farklı şekillerde yorumlayarak bu konunun İslam’da belli başlı bir yeri olduğunu ispatlamaya çalışıyor.

Acaba değerlerin en büyüğü olarak marifetullahı gösteren ve en önemli mesele olarak yine bu konuya işaret eden İslam dini bu hedef için herhangi bir yol belirlememiş olabilir mi? Acaba İslam dini bu kadar önemli ve değerli bir konuda insanları başıboş ve kendi hallerine bırakmış olabilir mi? Acaba İslam dini bu hedef için bir yol belirlemeyip, bütün insanları kendi başlarına bir yol çizmeleri için veya başka birisinin çizmiş olduğu yoldan yürümeleri için serbest mi bırakmıştır? Kesinlikle bu görüşü kabul edemeyiz.

Acaba yemek ve içmek gibi en küçük konulara kadar insanlara detaylı bilgi sunan böylesi eksiksiz bir din, en önemli konuların başında gelen böylesi önemli bir konu için sessiz kalmış olabilir mi? En cüz’î konularda bile insanları doğruya yönlendiren bu din en önemli meselede insanları kendi hallerine bırakıp da ‘diğer insanların çizmiş olduğu yoldan gidin’ demiş olabilir mi? Acaba bu din bunca önemli ve hassas bir meselede insanları, kendi uydurdukları yoldan ilerlemek üzere serbest bırakmış olabilir mi? Kesinlikle bu görüş doğru değildir.

Aynı zamanda böyle önemli bir konu sadece bazı insanlara dile getirilmemesi gereken bir sır olarak söylenip halktan saklanmış da olamaz. Tasavvufçuların birçoğu ve belki de tamamı seyr u sülûk yolunun bir sır olarak Allah Resulü (s.a.a) ve Ehlibeyt (a.s) tarafından birtakım özel kişilere söylendiğini ve bu sırrın sineden sineye kendilerine kadar geldiğini iddia ediyorlar. Benzetmek gibi olmasın; ama aynen bizim, “bir önceki imamın imamet emanetlerini bir sonraki imama intikal ettirdiği” inancımız gibi onlar da her kutbun seyr u sülûk yolunu bir önceki kutuptan aldığına inanıyorlar. Bu inanç gereğince bu yolda ilerlemek isteyenler kaçınılmaz olarak kutbun izinden gitmelidirler ve başka bir seçeneğe sahip değildirler.

Birçok kişinin anlayamadığı ve taşımak için gerekli liyakate sahip olmadığı değerli ve yüce konuların varlığını inkâr etmiyoruz. Bu konular ancak sır olarak söylenebilir; ama bu sırlar bu yolun aslıyla ilgili değildir ve sadece birtakım manevî aşamalar ve irfânî kemaller için geçerlidir. Bütün sıradan insanların anlamayabildiği ve kelimelerle ifade edilemeyen birtakım manevî kemallerin varlığı inkâr edilemez elbet. Bu yüce konular kelimeler kalıbına sığmayacak kadar yücedir ve kelimelere sığdırılmaya çalışıldığında gerçek anlamını yitiriyor. Dolayısıyla sıradan insanlar bu kavramları algılayamıyor. Ancak daha yolun başındaki bir insanın birtakım konuları algılayamaması gerçeği bu yolun tamamen bir sır olarak ancak ve ancak kutup tarafından insanlara sunulması gerektiği iddiasından çok farklıdır. Nereden başlanılması gerektiği ve hangi yoldan ilerlenmesi gerektiği, herkesin bildiği bir konudur. Bu yolun bir sırdan ibaret olduğu ve bu yoldan ilerlemek için ancak ve ancak bir kutba başvurulması gerektiği görüşü kesinlikle kabul edilemez. “Kutup, beğendiği kişilere kendince layık oldukları kadar bu sırdan tattıracaktır” görüşü kesinlikle temelsiz bir görüştür. Hiç kuşkusuz hakiki seyr u sülûkun genel hatları elimizdeki Kur’an ve sünnette açıklanmıştır ve bu yolda daha önemli olan konular üzerinde tabii olarak daha fazla durulmuştur.

Ancak Müslümanların silik veya yoğun bir şekilde diğer inançlara yönelip de bu inançlardaki ayinleri almalarının sebebi daha çok, insanları İslam’daki maddiyata yönlendiren komutlardır. Kuşkusuz İslam’daki birçok yönlendirme ve hüküm ticaret, alışveriş, evlilik ve aile geçimi, seyahat ve benzeri dünyevî ve maddi olarak algılanan konular üzerinedir. İşte ilk bakışta dünyevî işler olarak algılanıp da irfânî konularla örtüşmediği düşünülen bu konularla ilgili hükümleri gören birtakım insanlar, bu hükümleri insanların geneli için inmiş olan hükümler olarak yorumlayıp İslam’ın özünün başka bir şeyden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre İslam’ın özünü oluşturan komutlar, insanların genel haliyle örtüşmediği için bir sır olarak özel insanlara verilmiştir ve günümüzde bu sır sadece sayın kutbun nezdindedir. Bu sırra ulaşmak isteyenlerin ise sayın kutba başvurmaktan başka bir seçeneği yoktur.

İşte bu bakış tarzı şeriat ve tarikat ayırımı görüşünün doğmasına sebep oldu ve zamanla birileri kalkıp İslam’ın, genel halka hitap eden “şeriat” adında bir dizi komutlara sahip olduğunu, bunun yanı sıra özel insanlara hitap eden ‘tarikat’ adında diğer bir komut dizisine sahip olduğu görüşünü ortaya attı. Bu görüşe dayanarak şöyle diyorlar: “Kabuk misali bu dış yüzeyi aşıp da dinin özüne vardığınızda artık dinin zahiri amellerine uyma zorunluluğunuz kalkmış oluyor ve namaz bile kılmayabilirsiniz.”

Bu tür yanlış ve mesnetsiz görüşler kesinlikle şeytanın apaçık tuzaklarından birisidir. Daha önce değindiğimiz gibi şeytan, insanı kulluk ve Allah yolundan alıkoymak için elinden gelen bütün çabayı gösterecektir. İşte bu tuzak, şeytanın kullandığı ve birçok insanı avlayıp felakete sürüklediği tuzaklardan birisidir.

Gerçek şu ki İslam, Allah’ı tanımayı ve marifetullahı en büyük değer olarak insanlara tanıtmıştır ve insanları bu gerçeğe götürecek bütün detayları cömertçe insanlara anlatmıştır. İslam dini insanı bu gerçeğe götürecek ana yolları ve bu yolda insanın daha çok önemsemesi gerektiği konular üzerinde daha çok durarak daha önemli konuları bu şekilde insanlara tanıtmıştır. Ayrıca bu komutlar kesinlikle özel bir gruba özgü değildir ve tüm insanların ulaşabileceği ve uygulayabileceği komutlardır. Ancak İslam dinini diğer dinlerden üstün kılan bir özellik bütün insanların kendi kapasitelerince bu dindeki bilgi kaynaklarından faydalanabilmesi ve manevî tekâmül yönünde hareket edebilmesidir.

Yüce Allah bizim kemalimizi bizden daha çok istiyor. Yüce Allah bizi, bize sevgi duyan bütün insanlardan daha çok seviyor ve kendimize duyduğumuz sevgiden daha çok sevgi duyuyor bize. Hadis kaynaklarımızda Yüce Allah’ın insanlara olan sevgisinin anne sevgisinden daha çok olduğu dile getirilmiştir. Evet, annenin evladına duyduğu sevgi yüce Allah’ın sonsuz sevgisinin yalnızca küçük bir yansımasıdır. Peygamberlerin (a.s) gönderilmesi ise bu sevginin bir göstergesidir ve yüce Allah insanları sevdiği için onları doğru yola iletmeleri için onlara peygamber ve elçiler göndermiştir. Yüce Allah bu sevgi gereği insanı kemaline götüren yolları en kısa ve en güzel şekilde insanlara tanıtmalıdır. Yüce Allah insanlara duyduğu sevgi gereği en sevdiği kullarını elçi olarak insanlara gönderip onca sıkıntıya, onca tehlikeye göğüs germelerine rıza gösterdiyse, yine aynı sevgi gereği kendisine gelmenin en kısa yollarını, insanın kemaline giden en kısa yolları bu elçiler aracılığıyla insanlara tanıtmalıdır.

Yüce Allah cimri olabilir mi? Peygamberler görevlerini eksik bir şekilde yerine getirmiş olabilirler mi? Acaba yüce Allah sonsuz rahmet ve sevgisine rağmen kendisine giden en kısa yolları insanlara tanıtmamış olabilir mi? Bunu engelleyecek bir sebep düşünülebilir mi? Yüce Allah’ın cimrilik yapıp da bu ‘söylenmez sırları’ insanlardan esirgemiş olması ve sadece birtakım özel insanlara söylemiş olması yüce Allah’la ilgili bir ihtimal olamaz. Yüce Allah doğru yolu insanlara tanıtmak konusunda cimrilik yapmış olamaz. Yüce Allah’a giden yolları insanlara tanıtmak üzere görevlendirilmiş olan peygamberlerin (a.s) bu yönde herhangi bir kusur yapmış olması da olası değildir. Zira peygamberler (a.s) masum ve hatasız insanlardı ve kendilerine verilen görevleri en ince detayına kadar itina ile yerine getirmişlerdir. Yüce Allah tarafından seçilip elçi olarak gönderilen insanların kesinlikle kendi akraba veya arkadaşlarını kayırıp da değerli bilgileri sadece bu insanlara verdikleri düşünülemez.

İnsanların farklı kapasitelere sahip olduğu gerçeğini inkâr etmiyoruz ve bütün insanların bütün bilgileri kavrayabileceğini iddia etmiyoruz. Ancak kemale doğru yol alabilecek durumda olan insanlara kendi kapasitelerince bilgi verilmelidir. Peygamberlerle (a.s) ilgili şöyle bir söz nakledilmiştir:

اِنّا مَعاشِرَ الاَْنْبِياءِ نُكَلِّمُ النّاسَ عَلى قَدْرِ عُقُولِهِمْ

“Biz peygamberler insanlarla akıllarının ölçüsünce konuşuruz.”[1]

Ancak bunun anlamı Allah’a giden yolları insanların genelinden saklı tutup da sadece birtakım özel insanlara söyledikleri değildir. Peygamberler bu konulara açıklık getirirken bütün insanların kendi kapasitelerince yararlanabileceği şekilde açıklamışlardır. Diğer bir deyimle bu yolu, insanlara tarif ederken herkesin kendi gayreti miktarınca ilerleyebileceği bir şekilde göstermişlerdir. Doğal olarak daha gayretli insanlar bu yolda daha başarılı olacaklardır ve daha ileri kemal düzeylerine ulaşabileceklerdir.

Burada Kur’an ayetleri ve hadislerin ‘muhkem’ ve ‘müteşabih’ olarak iki gruba ayrılma sebebini daha iyi anlıyoruz. Kur’an’ın niçin biri ‘zâhir’ ve diğeri ‘bâtın’ olmak üzere iki yönlü olduğunu daha iyi anlıyoruz. Bunun sebebi daha derin bir bakışa sahip olan insanların bu derin bilgilerden yararlanabilmesi ve bu derin bakıştan yoksun olan insanların ise muhkemat ve zevahir ile yetinmesidir.

Sonuç olarak kesinlikle yüce Allah veya peygamberlerin (a.s) cimrilik yapıp da Allah’a giden en kısa yolları insanlara tanıtmamış oldukları düşünülemez. Ayrıca insanların farklı seviyelerde olmasının sebebi ise yine kendilerinin çalışma ve gayret düzeyleriyle alakalıdır.

[1]     Biharu’l-Envar Cilt: 2, Sayfa: 242, 29’uncu bab, 35’inci hadis.