.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İbadet davranışları çok çeşitlidir. Oruç gibi bazı ibadetler kimi işleri yapmaktan kaçınmaktır. Mesela namazı gibi diğer ibadetler de bedensel ibadetlerdir ve rükû, secde kabilinden bedenle yapılan bedensel fiilleri ve yüce içerikli zikirleri kapsar. İbadetlerin başta türleri de vardır. Mesela zekât veya hums ve sadaka gibi mali ibadetler. İslami ibadetler genellikle bu amellerin birkaç çeşidinden oluşmaktadır. Hac, bedensel bir ibadet olmasının ve meşru bile olsa birçok maddi hazzı terketmeyi içermesinin yanısıra mali bir ibadettir de. Çünkü hacı adayı, ameli için, hayvan kurban etmenin de içinde bulunduğu epey bir harcama yapmalıdır. Bu çeşitlilik, bireylerin, bu ibadetlerin ayrı ayrı kendine özgü sonuçlarından yararlanmasını ve daha az yorgunluk hissetmesini sağlar. Zira mesela namazdan yorulursa Kur’an kıraatine yönelebilir. Her ikisinden de yorulursa Allah’ın dergâhında dua edebilir.

1. Namaz

Namaz, en önemli İslami ibadettir. Bu ibadet, ruh ve onun hakikatine odaklanıldığı takdirde insanın ruh sağlığını temin edebilir. Namaz, anlamlarına vakıf olunduğu vakit Allah’ı zikretmeyi kalpte diri tutar ve insan için ruh dinginliğini sağlar. Namaz, gerçek namaz olduğunda ve hakikati taşıdığında bireyi anormal davranışlarda bulunmaktan ve ruhsal hijyene halel getirecek günahlardan alıkoyar. Kur’an, insana, ne söylediğini anlayabilmesi için sarhoşken namaza yaklaşmaması talimatını verir.[1]

Namazın başlangıcından sonuna dek mana ve fiillerine dikkat etmeyen kişi, namazın ve Allah’la irtibatın faydalarından yararlanamaz.

Neraki -diğer ahlak ulemasını izleyerek- namaz için yedi batıni anlam saymıştır:

Bir: İhlas. Yakınlaşma kastı, riyaya bulaşmaktan uzak olması.

İki: Kalbin huzuru. Namaz kılanın, ne yaptığını ve ne söylediğini bilmesi için, düşüncesi başka bir yere gitmeksizin namazın dışındaki şeyleri kalpten çıkarmak.

Üç: Söylenenin manasını anlamak. Bu, kalbin hazır bulunmasından başka bir şeydir. Çünkü kişinin kalbi hazırdır ama lafzın manasını anlayamayabilir. O halde anlamaktan murat, lafzın manasını bilmesidir.

Dört: Yüceltmek. Bu, kalbin hazır bulunması ve anlamaktan başka bir şeydir. Çünkü çoğu insan kendisinden başkasını muhatap alır, oysa kalbi hazırdır ve lafzın manasını da anlar ama onu yüceltmez.

Beş: Huşu. Bu, yüceltmeye ilaveten, azametten meydana gelen korkudan ibarettir. Çünkü korku ve endişesi olmayan kişi korkak olarak adlandırılamaz. Her korkuya huşu ve ürperti denmez. Bilakis korku, büyütme sebebiyle ortaya çıkar.

Altı: Umutlanmak. Nice insan bir kralı yüceltir, ondan korkar ve huşu duyar ama onun iyilik ve ihsanından umudu yoktur. Halbuki kulun, namaz aracılığıyla Allah’ın sevap vereceğine umudu vardır. Tıpkı kusuru sebebiyle ceza göreceğinden korkması gibi.

Yedi: Hayâ. Bunun sebebi, kabahatinin farkında olmak ve günahını hatırlamaktır.[2]

2. Oruç

Oruçun, zâhiri forma münhasır kalmadığı takdirde bireyin ruh sağlığına takdire şayan yardımı dokunabilir. Yalnızca yemekten ve diğer birtakım günlük alışkanlıklardan kaçınmakla orucun gizli sırlarına erişilemez. Orucun bu mertebesi fıkhi ödevi düşürür. Fakat orucun gerçek faydalarına ulaşabilmek için bu mertebenin ötesine geçmez lazımdır. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Orucunuzu tutarken kulak, göz, saç, deri ve diğer organlar da oruç tutmalıdır. Oruçlu olduğun gün, asla sıradan günlere denk olmamalıdır. Oruçlu olduğun sırada faydasız mücadeleyi ve elinin altındakilere eziyeti terket. Orucun metaneti bütün varlığında zâhir olsun. Çünkü Allah Rasülü, oruçlu bir kadının hizmetçisine yakışık almayan sözler söylediğini işittiğinde yemek istedi ve ona yemesini söyledi. Kadın oruçlu olduğunu söyleyince buyurdu ki: ‘Sövüp kötü sözler söylerken nasıl oruç tutuyorsun?’ Orucun yüksek mertebesi, oruçlunun kalbini Allah’tan başkasından temizlemesidir.”[3]

Elbette oruç tutmanın aşağı mertebesinin de birçok sonucu vardır. Orucun en bariz rüknü olan açlık çekmek, Allah yolunun yolcusu için çokça ve sayısız faydalar taşımaktadır. Bunların bir bölümünü sayalım:

Bir: Kalp temizliği ve keskin anlayış. Tıka basa yemek ve tokluk insana sarhoşumsu bir hal verir ve bunun sonucunda anlayış ağırlaşır, yavaşlar, intikal hızı ve çabuk kavrama kabiliyetini kaybeder. Buna mukabil açlık zihni keskinleştirir, insanın gönlüne temyiz gücü verir ve kalbini marifeti kabul etmek için hazırlar. Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) şöyle nakledilmiştir: “Midesini aç tutan kimsenin fikri zirveye ulaşır ve düşüncesi kuvvetlenir.”

İki: Alçakgönüllülük. Az yemek yemenin diğer sonuçları arasında tevazu ve kibirden kurtuluş da vardır.

Üç: Şehvetleri durdurmak. Az yemenin sonuçlarından biri de şehvetlerin ve insanı günaha sürükleyen ve uygunsuz işler yapmaya çağıran diğer motivasyonların şiddetini düşürmek ve aşağı çekmektir.

Dört: İbadet için daha fazla fırsat. Az yemenin başka bir sonucu da az uyumaktır. Açlık çekmek uykuyu azaltır ve her iyiliğin aslı olan geceyi ayakta geçirmeye zemin hazırlar.

Beş: İbadeti kolaylaştırmak. Açlığın bir diğer sonucu da ibadet ve kulluğu kolaylaştırmaktır. Az yiyerek ibadet eden kimse, gıdanın yolaçtığı zorluklara maruz kalmaz. Yani daha fazla fırsat ve asayiş imkanı vardır.

Oruç, yıl boyunca mali serveti nedeniyle açlığı tatmamış kişilerin, oruç tutmanın farz olduğu günlerde bu duyguyu bütün benliklerinde hissedip tecrübe etmelerini ve fakirleri hatırlamalarını sağlamaktadır. Bu, bir yönden bireyin ruhsal hijyenine, diğer yönden de toplumun ruh sağlığına yardımcı olmaktadır. Zengin, bu acı tecrübenin elde edilmesiyle ötekilerle dertdaş olur ve kendi malından onlara infakta bulunur. Bu amel, beraberinde iç dünyasının cimrilikten ve diğer anormalliklerden arınmasını getirir. Öte yandan toplumun mahzunları bu infaklar sayesinde nispeten refaha ulaşır ve muhtaç olmaktan kurtulur. Gayet açıktır ki toplumda fakirliğin kaldırılması ve yaşam düzeylerinin birbirine yaklaştırılması toplumun ruh sağlığını güvence altına almış olacaktır.İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur:

“Allah orucu, fakir ve zengin eşit olsun diye vacip kıldı. Çünkü zengin açlık hissini yaşayamaz ve dolayısıyla da fakire merhamet gösteremez. Herşeyi isteyebildiğinden bunu yapmaya da gücü vardır. Allah, yarattıkları arasında oruçla eşitlik kurmayı dilemiş; zenginin, zayıflar için içinin yanması ve açlara merhametli davranmasını sağlamak üzere açlık hissini ve onun çilesini tatmasını dilemiştir.”[4]

3. İtikâf

İtikâf; namaz, dua, oruç ve Kur’an kıraatını aynı yerde biraraya getirmiş bir ibadettir. Bu amel, kalp evinde bahar temizliği olarak adlandırılabilir. Ev her ne kadar günde bir kez temizlense de bununla yetinilmez. Yılda bir kere de esaslı biçimde temizlenmek üzere ev ayağa kaldırılır. İtikâf da kalp evi için aynı rolü oynar. Mümin her gün birkaç kez namaz kılarak iç dünyasını temizler ve yılda en az bir ay oruç tutar. Aynı şekilde gündelik hayatında Kur’an kıraatı ve Allah’a dua da vardır. Bunlar, yılda üç gün günlük işlerden uzaklaşıp bütün vaktini günahların tortusundan ve ahlaki anormalliklerden varlığını arındırmak üzere bahar temizliğine tahsis etmesini sağlayamaz. Rasulullah (s.a.a) , bütün o toplumsal meşguliyetlerine rağmen mübarek Ramazan ayının üçüncü on gününde yatağını toplar, mescidde itikâfa çekilirdi.

4. Hac ve Ziyaret

Hac ve ziyaretten hasıl olan manevi enerji ve ruhsal hijyen belki hiçbir ibadette bulunamaz. Hac; vatanı terketme, bedensel meşakkat, malları infak, arzuları kesme, güçlüklere tahammül, Allah’a ahit ve sözü yenileme, meş’arlarda bulunma, şiarları görme, amel ve menasiklerde Allah’ı zikrin süreklilik kazanması, itaat ve ibadetin çeşitli şekilleriyle O’na yönelme gibi şeylerden oluşan bir ibadettir. Üstelik hac amelleri, insanların pek alışık olmadığı, akılların gizli mana ve sırlarını kavrayamadığı şeylerdir. Mesela küçük taşları atmak, Safa ve Merve arasında birkaç kez koşmak gibi. Bu tür amellerle kulluğun kemali ve ubudiyet ortaya çıkar. Çünkü diğer ibadetler, sebebini ve izahını aklın anlayabileceği, nefsin eğilim duyacağı, insan tabiatının alışkanlık kazanacağı ameller ve fiillerdir. Fakat haccın, taş atmak ve koşmak gibi bazı amellerinde nefis için bir haz ve insan doğası için aşinalık hissi yoktur. Akıl bunların mana ve sırlarını anlamayı başaramamaktadır.

Dolayısıyla onları yerine getirmek, buyruğa boyun eğmenin vacip olduğu bir şey, salt itaattir. Böyle bir yerde toplanmanın, hiç kuşku yok sahip olduğu faydalara ilaveten, insanlarla yakınlık ve muhabbet, büyük zevatın ve diğer şehir ve ülkelerden gelmiş iyi insanların çevresinde bulunma, düşünce ve yardım alışverişi, isteklere hızlıca icabet olabilmesi için dua, yakarış ve yalvarışlarda nefislerin ahengi ve yardımlaşması, Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) yadetme ve onu, ona inen vahyi, dinin hükümlerini yaymak için gösterdiği çaba ve özeni saygıyla anmadan hasıl olan hal, kalbin yumuşamasına, mutluluğa ve nefsin parlatılmasına sebep olacaktır. Hac bu ümmet için en büyük ilahi ödev olduğundan geçmiş dinlerin ruhbanlığıyla aynı konuma yerleştirilebilir.

Haccın her bir ameline gizlenmiş sırlar ve anlamlar gözönünde bulundurulması, bu amelden ruhsal hijyen için daha fazla yararlanmada etkili olabilecektir. Açık olan şudur ki, bu amelleri sırf ibadet maksadıyla yerine getiren kişi, onların bâtıni sırlarına vakıf olan kişiyle bir değildir. Tam da bu nedenle Masumların (a.s) hadislerinde ve irfani kitaplarda, aralarında haccın da bulunduğu ibadet amellerinin her biri için birtakım sırlar zikredilmiştir.

5. Dua ve Yakarış

Dua, İslami öğretilerde çok önemli ibadetler arasındadır.

“Rabbiniz şöyle dedi: Beni çağırın ki icabet edeyim. Bana ibadet etmeye sırt çevirenler çok yakında zillet içinde cehenneme sokulacaklardır.”[5]

Dua, bu ayette bir ibadet türü olarak belirtilmiştir. Gururu nedeniyle bu önemli ibadete önem vermeyen kimseler cehennem azabıyla tehdit edilmişlerdir.

“De ki: Dua etmezseniz Allah size değer vermeyecektir.”[6]

Yakarış, Allah’la irtibat için en kolay vesiledir ve onu tüm durumlarda, zamanlarda ve mekanlarda icra etmek mümkündür. Dua, “Daha aşağıda olanın, en yukarıda olandan muhtaç biçimde ve alçakgönüllülükle talep etmesi”dir. Bu tarif üzerinde düşünüldüğünde şu noktalar anlaşılmaktadır:

1. Duanın hakikati, içten ve kalpten gelen istek ve talep olmasıdır. Yürekten yükselmeyen dua, aslında dua değildir.

2. İhtiyaç ve acziyet içermeyen istek ve talep, duanın hakikatinden uzaktır.

3. Umutlu olmak, duanın şartlarındandır. O halde umut taşımayan dua gerçek dua olmayacaktır.

4. Dua eden, dua ile ihtiyacını huzuruna ilettiği Allah’ın ilim ve kudretine inanmalıdır.

5. Dua, yani Allah karşısında tevazu ve acziyet belirtmek, insanın hiçbir saygı gösterme şekliyle karşılaştırılamaz.

6. Dua eden kişinin, dua sırasında iyilik ve güzellikten başkasını dile getirmemesi, Allah’tan hayırlı olandan başkasını istememesi, duasında zarara yolaçacak bir şeye yer vermemesi, duası cevapsız kalırsa ve yakarışı karşılık bulmazsa asla umutsuzluğa kapılmaması gerekir.[7]

Bütün dualar Allah’la kalpten irtibat gerçekleştirse de birbirinden farklı çok sayıda motivasyonu vardır. Bazen dua edenin ilk maksadı, sadece Allah’a içini dökmektir ve hiçbir maddi, hatta manevi ihtiyaç için ondan talepte bulunulmaz. Bu tür bir ilişki, ruhsal hijyen için oldukça etkili olan duygusal dışavurum biçimindedir. Esas itibariyle dostlar, aile bireyleri ve iş arkadaşlarıyla toplumsal ilişkilerin faydalarından biri işte bu dışavurumdur. Bu, Allah’la irtibatta çok daha etkilidir. Çünkü bu ilişkide kul, sorun ve rahatsızlıklarını herşeye kadir olan birisine açmaktadır.

Kimi zaman da dua ihtiyaçlarının giderilmesini isteme şeklindedir. Dua eden, maddi veya manevi ihtiyacının karşılanması motivasyonuyla rabbine dua ve yakarışta bulunur. Bu ihtiyaç ister karşılansın ister birtakım nedenlerle Allah nezdinde kabul görmesin dua eden, onun faydalarından yararlanır. Zira ihtiyacın giderilmemesi durumunda dahi dua edenin, bu işin kendisinin iyiliğine olduğuna tam güveni vardır. Allah onun bu amelini dünyada veya ahirette telafi edecektir.

- - - - - - - - -

[1]     “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقْرَبُواْ الصَّلاَةَ وَأَنتُمْ سُكَارَى حَتَّىَ تَعْلَمُواْ مَا تَقُولُونَ” (Nisa 43).

[2]     Neraki, İlm-i Ahlak-i İslami, c. 3, s. 403 ve 404.

[3]     Feyz Kaşani, el-Mehaccetu’l-Beyda, c. 2, s. 130-132.

[4]     Feyz Kaşani, el-Mehaccetu’l-Beyda, c. 2, s. 124.

[5]     “وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ” (Gafir 60).

[6]     “قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ” (Furkan 77).

[7]     Meleki Tebrizi, Süluk-i Arifan, s. 182-184.