İrfanın hakikat ve mahiyetini kısaca “yüce Allah’ı şuhudî olarak tanımak” olarak açıklarsak doğal olarak gerçek ârif, bu marifete varmış olan insan anlamındadır. Bu sebeple tek bir cümlede ârifi ‘Kalbî ve ruhuyla yüce Allah’ı bulmuş olan insan’ olarak tanımlayabiliriz. Arif’in irfândaki kademesi de Allah’a yönelik sahip olduğu şuhudî marifet ve kalbî bulguya bağlıdır. Dolayısıyla ârif olabilmek için herhangi bir ayin yapılmak veya falanca unvana sahip olmak gerekmiyor. Zira irfânın hakikati ve özü olan şuhudî marifet ve kalbî bulgu gözle görülmeyen bir hakikattir ve kişinin kendisi dışında hiç kimse tarafından görülemez. Diğer insanlar ancak birtakım emare ve işaretlerden yola çıkarak bu insanın söz konusu makama varıp varmadığını tahmin edebilirler. Ancak bu durum diğer insanların bâtınî hallerine egemen olan insanlar için geçerli değildir. Fakat sıradan insanlar için geçerli olan bu emare ve işaretler insanlarda kesin bilgi oluşturamaz ve nihayetinde bu yönde bir zan oluşmasına sebep olabilir.

Bu nedenle birisinin ârif olup olmadığını öğrenmek için sahip olduğu ün ve makama bakılmaz. Buradaki belirleyici unsur, kişinin yüce Allah’a yönelik sahip olduğu şuhudî marifettir. Falanca şahsın ‘ârif’ unvanına sahip olduğunun söylenmesi veya irfân tarihinde ‘ârif’ birisi olarak anılması önemli değil. Önemli olan şey ve hakiki irfânın ruhunu oluşturan şey bu şahsın, kalp gözüyle yüce Allah’ı müşahede edip etmediğidir. Ayrıca şunu da söylemeliyiz ki gerçek irfân cevherini elde etmiş olan insanlar hiçbir zaman gösteriş peşinde olmamışlardır ve unvan için hiçbir çaba harcamamışlardır. Aksine kendi ruhânî halvetlerinde mabutlarıyla münacat etmenin hazzını yaşıyorlar ve bütün unvanların bağından kendilerini kurtarmışlardır.

Şia büyükleri içinde ister âlim kesimi ister diğer kesimlerde irfânî olarak çok büyük makamlara varmış olup da isimleri bile bilinmeyen birçok büyük zattan söz edebiliriz. Bu insanlara yönelik sahip olduğumuz iyimser bakış, herhangi bir şekilde halk içinde meşhur olmuş olan diğer âriflerden daha fazladır. Örneğin Seyyid Bahru’l-Ulum[1], Seyyid Bin Tavus[2], İbn Fahd Hillî[3] ve benzeri şahsiyetler, Şia’nın sahip olduğu büyük fakih ve muhaddislerdir. Bu büyük zatlar aynı zamanda çok büyük ve değerli manevî makamlara da ulaşmış insanlardır. Ancak kendi dönemlerinde kesinlikle ârif, sûfi ve benzeri unvanlarla tanınmamışlardır. Şia âlimleri içinde Mukaddes Erdebilî[4], Şeyh Ensarî[5], Şeyh Cafer Kaşifu’l-Ğita[6] ve benzeri büyük âlimleri yâd edebiliriz. Bu değerli zatlar her ne kadar keramet ve mükaşefelere bilinmeseler de birçok büyük âriften daha büyük bir manevî makama sahip olduklarını ve yüce Allah’a olan yakınlık yönüyle de birçok büyük âriften önde olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Bu sebeple birisinin kalkıp da olağanüstü işler yapması veya çok ince ve karmaşık irfânî konuları dile getirmesi bu şahsın ârif bir zat olduğunu ve irfânî makamlara sahip olduğunu göstermez. Burada önemli olan unsur kişinin yüce Allah’a yönelik sahip olduğu şuhudî marifettir ve bu da daha önce değindiğimiz üzere ancak ve ancak kişinin kendisinin fark edebileceği bir durumdur. Yani diğer insanlar bu durumu fark edemezler.

Bu yolda değerli olan şey kalptir, kelimeler ve kavramlar değil. İrfânî konuları açıklamak ise bu konuları bizzat yaşamış olan insanların yapabildiği bir iş olduğu gibi bu konuları irfân hocalarından öğrenmiş olup da bizzat yaşamamış olan insanların da yapabileceği bir iştir. Istılahî anlamıyla ‘irfân’, yani şuhûdî marifet, kesinlikle bu marifeti açıklayacak sözcükleri veya bu sözcüklerin anlamını bilmekle ilgili değildir. Bu sözcükleri bilen birisi irfânın kendisine sahip olmayabilir veya irfânın kendisine sahip olan birisi bu sözcükleri bilmeyebilir. Ama aynı zamanda insan irfânın kendisine sahip olup da sonrasında bu sözcükleri öğrenmiş de olabilir. Mantık ilmi deyimiyle bu ikili arasındaki bağ ‘umum ve husus min vecih’tir. Dolayısıyla kişinin irfânı terimleri çok iyi bilmesi ve çok ince irfânî konulara açıklık getirebilmesi bu kişinin ârif olduğunu göstermediği gibi aynı zamanda kişinin bu konuda yetersiz olması ârif olmadığını göstermez. Aynı şekilde kişinin kerametler göstermesi ve olağanüstü işler yapabilmesi onun irfân ehli birisi olduğunu göstermediği gibi herhangi bir olağanüstü durum kendisinden görülmeyen kişinin de irfân ehli olmadığı söylenemez.

İrfan, Felsefe ve Akıl

İrfanı ‘yüce Allah’ı huzurî ve şuhudî olarak tanımak’ şeklinde açıkladık. Bu açıklamadan yola çıkarak irfânî bulguların, aklî bulgular karşısında olduğunu söyleyebiliriz. Aklî bulgular, deliller, kavramlar, düşünceler ve kelimelerle ilintilidir. Oysa irfânî bulgular, şuhûd ve huzurî bulgular türündendir. Dolayısıyla bu iki tür bulgunun tamamen farklı olduğunu ve birbirinin karşısında yer aldığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Sonuçta tamamen aklî yöntemlerle problemlerine cevap bulmaya çalışan felsefe, irfânın karşısında yer almalıdır. Felsefenin işi gerçekleri bulmaktır ve bu iş için kullandığı araç ise akıl ve zihinsel kavramlardır. Felsefe hiçbir zaman aklî verilerin ötesine geçemez. Bu sebeple felsefeden beklenen şey Allah’ın varlığını kanıtlamaktır ve bizi Allah’a ulaştırması beklenemez. Akıl ve felsefe yoluyla ancak ve ancak Allah’ı tanıyabiliriz. Ancak onu müşahede etmek ve onu bulmak başka bir şeydir. Bu iş, ancak irfânın yapabileceği bir iştir.

Felsefe ve irfânın yolları farklıdır ve esasen mahiyetleri de farklıdır. Felsefe, zihinsel ve aklî bir yapıya sahipken irfân, huzurî ilim ve şuhûd türündendir. Ancak bu ikilinin hiçbirisi diğerinin yerini dolduramaz ve her biri kendi yerinde değerli ve gereklidir. Burada felsefe karşısında yer aldığını söylediğimiz irfân, ‘nazarî irfân’ değildir. Zira daha önce değindiğimiz üzere nazarî irfân, kavramlarla ilgili bir ilimdir. Bu sebeple nazarî irfân yapı ve mahiyet itibariyle felsefeye benziyor ve insana kavramlar dışında bir şey kazandırmıyor.

Konuyla ilgili buraya kadar söylediklerimiz herkesin kabul ettiği gerçeklerdir; ancak ihtilaf konusu olan ve irfânı kabul edenlerle etmeyenlerin temel ihtilaflarından birisi, keşif ve şuhûd ile elde edilebileceğini varsaydığımız irfânî verilerin akılla incelenebilir olması ve ‘şu doğrudur şu yanlıştır’ şeklinde değerlendirilmesidir. Bu sorunun cevabını bulmak önemlidir; zira birçok ârif bâtınî olarak elde ettiklerini iddia ettikleri akılla açıklanamayan bir takım iddialarda bulunuyor. Bu verilerin akıl tarafından algılanıyor olmaması doğal olarak onaylamak veya reddetmek hakkını da akıldan alacaktır.

Örneğin bu tür tartışmalara konu olan mevzulardan birisi ‘vahdet-i vücut’ meselesidir. Bu konuya farklı açıklamalar getirilmiştir.

Kimileri vahdet-i vücut meselesini, “Allah dışında hiçbir varlığın var olmaması ve diğer varlıklar olarak düşünülen şeylerin aslında yalnızca hayalden ibaret olduğu” şeklinde açıklamışlardır.

Kimileri ise bu meseleyi “Allah’ın ilmi dışında hiçbir varlığın var olmaması” şeklinde açıklamışlardır. Bu açıklamaya binaen vahdette bir tür kesret düşünülmüştür.

Bu meselenin daha çok dillerde dolaşan diğer bir açıklaması ise irfân yolunda ilerleyen sâlikin bu işin nihayetinde ‘fenafillah’ makamına varması ve kendisinden geriye ismi dışında hiçbir şeyin kalmamasıdır.

Bu meselenin daha ılımlı bir açıklaması ise sâlikin bu yolda ilerleyip de Allah dışında hiçbir varlık görmediği makama varmasıdır. Yani onun gözünde bütün varlıkların Allah’ta yitmesi. Daha doğru bir tabirle, tıpkı zayıf bir ışığın güneşin ışığında kaybolması gibi, her şeyin Allah’ta yittiğini görmesi.

Sonuç itibariyle irfânı savunan ve reddedenlerin tartışma konusu olan bu ve benzeri konularda reddeden kesim genellikle aklî deliller kullanarak ve aklî verileri esas alarak âriflerin iddia ettiği konuları reddetmeye çalışıyor. Buna karşın savunan kesim, işin nihayetinde bu tür konuların akıl ötesi konular olduğunu savunarak bu konulara aklî açıklama getirmekten kaçınıyor.

Bu sebeple bu tartışmalar sonucunda şöyle bir temel soru doğuyor: Acaba aklın değerlendiremediği gerçekler var mıdır?

Burada kısaca şunu söyleyebiliriz; aklın işi her ne kadar kavramlar olsa da, Allah’ın varlığı bir yana diğer varlıkların zatına varmak bile her ne kadar akıl alanının dışında olsa da aklın ‘selbî’ veya ‘icabî’ hükümleri çok açık olursa veya ‘bedihî’ bir hükme dayanırsa kesinlikle inkar edilemez hale geliyor ve kavramlar yoluyla dışarıdaki varlıklara tatbik ediliyor. Öyle ki bu hükümlerin yanlış olduğunu düşünmek kesinlikle çelişkiyle sonuçlanır. Felsefî anlatımla, aklın işi varlığın özüne varmak olmasa da aklın varabildiği yüzeysel varlık marifetinin itibarında hiçbir şüphe olamaz.

Vahdet-i vücut meselesine gelince, yüce Allah dışındaki varlıkların varlığını reddetmek ve kesreti hiçbir şekilde kabul etmemek, sadece aklî hükümleri reddetmekle kalmıyor; insanın sahip olabileceği bütün huzûrî ilimleri ve insanın bütün fiillerini ve eylemsizliklerini reddetmekle sonuçlanıyor. Bu durumda keşif ve şuhûd için herhangi bir itibar ve değer söz konusu olamaz; zira onun en büyük delili, huzûrî olmasıdır.

Dolayısıyla vahdet-i vücut meselesi bu tür bir açıklamayla kesinlikle kabul edilemez. Ancak bu mesele için Molla Sadra’nın Hikmet-i Mütealiye’de getirmiş olduğu açıklamayı kabul edebiliriz. Bu açıklamanın özeti şöyledir: Var edilmiş olan varlıkların varlığı, onu var edenin varlığıyla ilgili ve bağlantılıdır. Daha doğru bir ifadeyle bağlantı ve ilginin ta kendisidir. Yani kendi başına değildir ve hiçbir bağımsızlığı yoktur. Arif’in vardığı gerçek de budur zaten. İşte diğer varlıkların bu türden olan bağımsızlığının reddedilmesi, ‘hakiki vahdet-i vücudun reddedilmesi’ olarak adlandırılır.

Burada sorumuzu şu şekilde değiştirebiliriz: Acaba aklın hükmünü keşif ve huzûrî ilmin önüne geçirebilir miyiz? Diğer bir deyişle husûlî türden bir ilim olan aklî verilere dayanarak huzûrî türünden ilimlerin itibarını sorgulayabilir miyiz?

Bu sorunun cevabı olarak şöyle diyebiliriz; saf huzûrî ilimler, gerçekte gerçeğin ta kendisini bulmaktır. Dolayısıyla gerçekliliği sorgulanamaz. Ancak huzûrî ilim, genellikle husûlî ilim türünden olan zihinsel açıklamalarla birliktedir. Bu ikiliyi birbirinden ayırmak çok titizlik gerektiren bir iştir ve her birinin hükümlerinin diğerine isnat edilmemesi konusunda çok dikkat edilmelidir. Bu arada hata payı olan ve zaman zaman aklî delillerle reddedilen şey işte bu husûlî ilim türünden olup da söz konusu huzûrî ilmi anlatan zihinsel açıklamalardır. Bazen ârif, müşahede ettiği ve huzûrî olarak bulduğu gerçeğe yanlış bir zihinsel açıklamayla izah getirmeğe çalışıyor. İşte bu gibi durumlarda hata içeren şey, huzûrî olarak algılanan gerçek değil, o yöndeki husûlî verilerdir. Vahdet-i vücut konusunda ise ârif tarafından müşahede edilen şey bağımsız varlığın yalnızca yüce Allah’a mahsus olmasıdır. Ancak bir müsamaha ile bunun için ‘vücûd-i hakiki’ deniliyor ve buna dayanarak diğer varlıkların hakiki varlığı reddediliyor.

Ancak insan için gerçekleşebilen huzûrî ilim ve ‘mükaşefelere’ konusunda büyük ârifler bu tür olayların kimi durumlarda şeytanî ve itibardan yoksun olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu türden mükaşefelere birtakım karinelerle fark edilebilir ve nihayetinde kitap ve sünnetin kesin delilleriyle doğruluğu ölçülebilir.

 

[1]    Adı Seyyid Muhammed Mehdi’dir. Baba adı ise Seyyid Murtaza Tabatabaî Burucerdî’dir. Soy olarak İmam Hasan’ın evlatlarındandır. Seyyid Bahru’l- Ulum bir cuma akşamında şevval ayı 1155 hicri yılında ilim ehli temiz ve takva sahibi bir ailede Kerbela şehrinde gözlerini dünyaya açtı. Seyyid’in dünyaya geldiği gecede babası rüyasında İmam Rıza’nın (a.s) Muhammed bin İsmail bin Bezî’den (İmam Musa Kazım ve İmam Rıza’nın (a.s) dostlarındandır) onların evinin üzerinde bir mum yakmasını istediğini ve Muhammed bin İsmail’in yaktığı mumun ışığının göklere kadar her yeri aydınlattığını görür. Uykudan uyandığı anda ise kendisine yeni bir evlat sahibi olduğu müjdesi verilir. Seyyid Bahru’l- Ulum takva ve ahlak bakımından peygamberleri andıracak bir yapıya sahipti öyle ki o yüce zatın şahsiyetini anlamak bile birçok insan için çok çetindir. Seyyid Bahru’l- Ulum vaktini birkaç bölüme ayırıyordu. Necef şehrinde olduğu dönemde gecenin karanlık saatlerinde yarınki ders hazırlığı için ayırdığı vakit sonrasında Kûfe camisine gider sabah saatlerine kadar rabbiyle münacat eder dua ve Kur’an’la sabahlardı.
Seyyid Bahru’l- Ulum aynı zamanda öğrencilerinin manevî halleriyle yakından ilgilenir bu konuda herhangi bir kusur gördüğünde çok üzülürdü. Bir defasında birkaç gün ardı ardına ders vermedi. Bunun üzerine öğrenciler bir aracı göndererek ders olmamasının sebebini öğrenmek istediler. Seyyid cevap olarak şöyle buyurmuştur: Geceleri Necef sokaklarında onca yürümeme rağmen bunca öğrenci içinde hiçbir zaman Allah’a yalvarış sesi duymadım, bu tür öğrenciler ders almayı hak etmiyorlar. Bunu duyan öğrenciler derinden etkilenip kendilerini düzeltme yoluna gittiler. Bunun üzerine talebelerindeki bu ahlaki değişimi gören Seyyid, yeniden ders vermeğe başladı. Bahru’l- Ulum lakabını ilk olarak Aga Mirza Mehdi İsfahanî (1153 – 1218 hicri) kendisine vermiştir. Seyyid Bahru’l- Ulum 1186 yılında İmam Rıza’nın mezarını ziyaret etmek ve aynı zamanda İran’daki alimlerle görüşmek niyetiyle Meşhed şehrine gitti ve burada kaldığı altı veya yedi yıl boyunca alimlerle yaptığı ilmi müzakerelerin yanı sıra Aga Mirza Mehdi İsfihani’nin derslerine de katıldı. Seyyid, bu dönem zarfında felsefe, akaid ve kelam ilimlerini bu zattan öğrendi. Öğrencisinin üstün zeka ve derin bilgilerinden oldukça etkilenen üstat bir gün ders esnasında Seyyid’e dönüp şöyle dedi: Kardeşim sen ilim deryasısın. Bunun üzerine Seyyid, (Bahrul Ulum) lakabıyla anılmaya başlandı.
Seyyid Bahru’l- Ulum defalarca Hz Mehdi’nin yanına gitmekle şereflenmiştir ve bu görüşmelerle ilgili birçok olay dillerde dolaşıyor. Örneğin Mirza Hüseyin Lahici, Seyyid’in öğrencilerinden biri olan Şeyh Zeynel Abidin Salmasi’nin şöyle anlattığını naklediyor: Bir gün Seyyid Bahru’l Ulum Hz Ali’nin (a.s) türbesine girdiğinde şu şiirleri söylemeye başladı: Senin gibi kalpleri çalan birisinden Kur’an duymak ne güzel, senin yüzüne bakıp da rabbin sözünü dinlemek ne güzel. Seyyid Bahru’l- Ulum’a neden bu şiiri okuduğunu sorduğumda ise şöyle buyurdu: Hz Ali’nin (a.s) türbesine girdiğimde mevlam Hz Mehdi’yi (a.s) gördüm, mezarın başucunda yüksek sesle Kur’an okuyordu. O güzel sesi duyduğumda bu şiiri söyledim.
[2]    Reziyyuddin Seyyid bin Tavus lakabıyla bilinen Ali bin Sâduddin Ebu İbrahim, hicri 589 yılında Muharrem ayının on beşinci gününde Hille şehrinde gözlerini dünyaya açtı. On üç vasıta ile İmam Hasan’ın (a.s) evladıdır. Seyyid bin Tavus en büyük fakih seviyesine geldiğinde Hille şehrindeki alimler geçmişteki alimlerin geleneğine uygun olarak Seyyid’in fetva kürsüsüne oturmasını ve insanlara yol göstermesini istediler. Ancak Seyyid bin Tavus Hakka suresinin 44. Ayetini (Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı) hatırlatarak gerçek dışı sözler konusunda yüce Allah’ın, habibi Muhammed Mustafa’ya (s.a.a) karşı bile bunca sert olduğuna dikkat çekmişlerdir ve bu teklifi geri çevirmişlerdir. Ancak Hille halkı ikinci defa Seyyid’in kapısını çalıp en azından Hille’nin kadısı olmasını kabul etmesini istemişlerdir. Ama Seyyid bu öneriyi de geri çevirmiştir ve şöyle buyurmuştur: Yıllardır aklımla nefsim kavga halindeler ve ben bunca yıl boyunca bu ikisinin arasını bulamazken nasıl kalkıp da koskoca şehrin anlaşmazlıklarını gidereceğim. Gidin de kendisi ve nefsi arasında sulh yapabilmiş olan birisini bulun, gidin de şeytanını yenmiş olan birisini bulun.
Seyyid bin Tavus,yüce Allah’ın özel lütfuyla baktığı kullardan birisiydi. Seyyid Muhammed bin Muhammed Avi, Necef şehrine giderken yol arkadaşı Seyyid bin Tavus’la ilgili gördüğü sadık rüyasını Seyyid bin Tavus’un kendisine şöyle anlatıyor: Rüyamda seni gördüm Seyyid, elinde bir lokma yiyecek vardı ve “bu lokma mevlam Mehdi’dendir” diyordun. O lokmadan koparıp biraz da bana verdin.
Seyyid bin Tavus’un kendisi bir yolculukla ilgili yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor: Perşembe günü gündoğumuyla birlikte mevlam Ali’nin (a.s) türbesine girdim. Burada Hz Ali’nin teveccühü ve mukaşefe yığını beni sardı. Öyle ki ayaklarım ve bütün vücudum titremeğe başladı, kendimden geçip yere yığılacak gibi oldum ve neredeyse ruhumu teslim edecek hale geldim. İşte bu halde iken yüce Allah kendi ihsanıyla bana birtakım hakikatleri açtı.
Seyyid bin Tavus mevlası Hz Mehdi’yle (a.s) yakın irtibat halindeydi ve Hz Mehdi’nin (a.s) yakın ilgi gösterdiği ender insanlardan birisiydi, öyle ki Seyyid bin Tavus İmam Mehdi’nin (a.s) sesini tanıyordu. Bu gerçeğin göstergelerinden birisi yine Seyyid bin Tavus’un kendi anlattığı Samerra seferidir. Seyyid bu olayı şöyle anlatıyor: On üç Zilkade 638 yılı çarşamba akşamı Samerra’daydım. Fecir vaktinde mevlam Hz Mehdi’nin sesini duydum; dostları için şöyle dua ediyordu: Allah’ım onları bizim üstünlük kazanıp da hükümdarlık yaptığımız yıllarda hayata döndür.
Seyyid bin Tavus hicri 664 yılında bir pazartesi sabahı hayata veda etti ve mübarek na’şı Necef şehrinde kendisinin önceden hazırlamış olduğu mezarda toprağa verildi.
[3]    İbn Fahd El-Hilli (757 – 841 hicri) Şia’nın önde gelen büyük alim ve fakihlerinden birisidir. İbn Fahd ilmi eğitimi yanı sıra büyük ahlak üstatlarından yararlanarak aynı zamanda ahlaki olarak kendini geliştirdi ve bu alanda da büyük makamlara ulaştı. Allame Tabatabai’nin irfân üstadı kamil ârif Seyyid Ali Gazi, İbn Fahd’le ilgili şöyle buyuruyor: İrfan tarihi boyunca üç kişi ‘Tevhitte temekkün’ makamına varmışlardır; Seyyid bin Tavus, Ahmed bin Fahd Hilli ve Seyyid Mehdi Bahru’l- Ulum. Bu büyük ârifin buradaki buyruğu aynı zamanda Seyyid bin Tavus ve Seyyid Bahru’l- Ulum’un yüce makamını da bize gösteriyor.
İbn Fahd’ın seçkin eserlerinden birisi ‘Uddetu’d- Dai’ kitabıdır. Bu kitap aynı zamanda dua ve ahlak kitapları içinde en önemli eserlerden birisidir.
İbn Fahd ile ilgili şöyle anlatılıyor: Mâna ehli, takvalı bir alim rüyasında bütün alimlerin bir araya geldiği çok görkemli bir toplantı yapıldığını; ancak İbn Fahd’ın bu toplantıya katılmadığını, “İbn Fahd nerede?” diye sorduğunda ise “O, peygamberlerin toplantısına katıldı” cevabını aldığını görür. Bu şahıs bir süre sonra İbn Fahd’ın yanına gidip “Siz ne yaptınız da peygamberlerle oturup kalkma şerefine vardınız?” sorusunu sorar. İbn Fahd bu soruya şöyle yanıt verir: Ben fakirdim ve sadaka verecek durumda değildim; ancak konumumu ve saygınlığımı kullanarak insanların sorunlarını çözmeğe çalışırdım. Bu yüzden bana bu makam verilmiş olabilir.
[4]    İsmi Ahmed olan Mukaddes Erdebilî, hicri dokuzuncu yüzyılda Erdebil şehrinde gözlerini dünyaya açtı. Mukaddes Erdebilî hazırlık derslerini Erdebil’de aldıktan sonra eğitimini tamamlamak için Necef şehrine gitti. Mukaddes Erdebilî burada sadece ilim almakla yetinmeyip ilim ve ameli birleştirdi. Ahmed ismiyle Necef’e giriş yapan Mukaddes Erdebilî zahitlik ve takva bakımından çok ilerlemiş olsa gerek ki ‘Mukaddes’ lakabını aldı ve bu adla tanınmaya başlandı. Aynı zamanda ilmi olarak çok yüce makamlara varan Mukaddes Erdebilî, ilmi camiada ‘muhakkik’ lakabını aldı. Mukaddes Erdebilî’yle aynı dönemde yaşamış olan Seyyid Mustafa Tefrişî kendisiyle ilgili şöyle yazıyor: Yücelik, güvenirlik ve doğruluk konusunda kelimeler onu anlatamaz. Kendisi büyük bir fakih ve büyük bir kelam alimidir. Çok yüce bir insandır. Döneminin en takvalı ve en âbid insanıdır.
Allame Meclisî, kendisiyle ilgili şöyle yazıyor: Muhakkik Erdebilî, takva, züht ve fazilet bakımından çok yüce bir makama vardı ve son dönemde yaşayan alimler içinde onun bir benzerini bulamıyorum. Yazmış olduğu kitaplarda onun araştırmacı ve titiz ruhunu görebilirsiniz.
Mukaddes Erdebilî’nin manevî ve ahlakî yapısıyla ilgili birçok olay naklediliyor. Ancak bu anlatımlar içinde dersleriyle ilgili olanlar daha çok ilgi çekicidir. Bu konuyla ilgili şöyle anlatılıyor: Bir gün ders esnasında öğrencilerden birisi (Molla Abdullah Şuşterî) Mukaddes Erdebilî’ye, anlattığı konuyla ilgili bir soru sordu; ancak Mukaddes Erdebilî’nin verdiği cevapla ikna olmadı ve sorusunu farklı bir şekilde tekrarladı. Üstat ve öğrenci arasındaki bu tartışma uzun sürünce üstat kısa bir duraklama yaptıktan sonra “Bu konu burada kalsın dersimize devam edelim, ders sonrasında sizinle özel olarak konuşuruz” dedi ve derse devam etti. Ders sonrasında Mukaddes Erdebilî, öğrencisine çok açık ve anlaşılır bir açıklama yaparak aklındaki bütün sorulara cevap verdi. Üstadın dedikleriyle ikna olan Molla Abdullah Şuşterî üstadına “Neden bu açıklamayı ders esnasında yapmadınız?” diye sordu. Bunun üzerine Mukaddes Erdebilî şöyle buyurdu: Ders esnasında diğer insanlar da vardı, oradaki tartışma, üstünlük kazanma çabası şüphesi taşıyor olabilirdi; ancak burada böyle bir ihtimal söz konusu olamaz zira sadece yüce Allah söylediklerimize şahittir.
Mukaddes Erdebilî, hicri 993 yılının recep ayında hakkın rahmetine kavuştu ve mübarek na’şı Hz Ali’nin türbesine yakın bir yerde toprağa verildi.
[5]    Şeyh Murtaza Ensarî (1214 – 1281 hicri) Şia dünyasının son dönem en büyük fakih ve alimlerin birisidir. Öyle ki kendisi için ‘son fakih ve son müçtehit’ lakabı bile kullanılmıştır. Şeyh Ensarî, Sahib-i Cevahir’den sonra hicri 1266 – 1281 yılları arasında on beş yıl boyunca Şia dünyasının taklit mercii ve havza-yı ilmiyenin baş idarecisi idi. Şeyh Ensarî’nin iki önemli eseri ‘Resail’ ve ‘Mekasib’ son yaklaşık bir buçuk asır boyunca Şia’ya ait havza-yı ilmiyede ders kitabı olarak okutuluyor. Şeyh Ensarî sahip olduğu büyük ilmî seviyenin yanı sıra büyük manevî makamlara da sahipti. Öğrencisi Allame Hac Mirza Habibullah Reştî üstadıyla ilgili şöyle yazıyor: İlim ve amelde ismet makamının hemen ardındaki kişidir.
Şeyh Ensarî elindeki onca vucuhati şer’iyye’ye rağmen çok fakirce bir hayata sahipti. Hatta kendisine getirilen hediyeleri bile öğrencilerine ve ihtiyaç sahiplerine verirlerdi. Konuyla ilgili şöyle anlatılıyor: Bağdat tacirleri kendi aralarında yüklü bir para toplayarak bir notla birlikte Şeyh Ensarî’ye gönderiyorlar. Notta şöyle yazıyor: Bu para kendi aramızda topladığımız bir meblağdır ve kesinlikle vucuhat-ı Şer’iye değildir, bunu sizin için topladık, en azından yaşlılık yıllarınızı zorluklarla değil de genişlik içinde geçirmeniz için. Ancak Şeyh Ensarî bu parayı kabul etmedi ve şöyle buyurdu: Bir ömür boyunca fakirlikle yaşadım, yazık değil mi şu son dönem için fakirler listesindeki ismimi sildireyim ve bu büyük uhrevî faziletten kendimi mahrum bırakayım.
Şeyh Ensarî’yle ilgili birçok keramet nakledilmiştir. Örneğin öğrencilerinden birisi şöyle anlatıyor: Necef’e ilk gittiğimde Şeyh Ensarî’nin derslerine katılıyordum; ancak dersten hiçbir şey anlamıyordum ve bu durum beni çok rahatsız ediyordu. Bu durumdan kurtulmak için birtakım hatimler yaptım; ama hiçbir faydası olmadı. Nihayetinde kırgın bir kalple Hz Ali’den yardım istedim. Aynı gece rüyamda Hz Ali’yi gördüm. Kulağıma “Bismillahirrahmanirrahim” dedi ve gitti. Sabahında derse katıldığımda üstadın bütün anlattıklarını anlıyordum. Zamanla ön sıralara doğru ilerledim ve artık üstada zor sorular sormaya başladım. Bir gün ders esnasında sorularımla üstadı çok yordum. Ders sonrasında Şeyh Ensarî beni çağırdı ve sessizce kulağıma “Senin kulağına bismillah diyen kişi bana veleddalline kadar söyledi” dedi ve gitti. Bunu duyunca olduğum yerde donup kaldım. Ben bu rüyayı o güne kadar hiç kimseye anlatmamıştım. İşte orada Şeyh Ensarî’nin büyük keramet sahibi birisi olduğunu anladım.
Hac Aga Seyyid Tacuddin Dezfulî, Ahvaz şehrinin saygın imamlarındandır. Kendisi birkaç aracıyla Seyyid Muhammed Ali ismindeki büyük babasının şöyle anlattığını naklediyor: Hz Ali’nin türbesini ziyaret etmek için Necef şehrine gittiğimde yanımdaki bütün para bitti ve para isteyecek hiç kimseyi de tanımıyordum. Gidip tanımadığım birisine istemekten de çekindim. Bunu üzerine akşam namazı için Hz Ali’nin türbesine gittim ve Hz Ali’den yardım istedim. Ancak içimden şöyle dedim: Bana yardım etmezsen nasıl olursa olsun senin altınlarının bir bölümünü alıp harcayacağım. O geceyi aç bir şekilde geçirdim. Sabah olduğunda baktım birisi yüksek sesle benim ismimi söylüyor. Yakına gittim ve “benim” dedim. O adam şöyle dedi: Ben Molla Rahmetullah, Şeyhin hizmetkarıyım. Şeyh seni burada bulabileceğimi söyledi ve yanına istedi. Şeyh Ensarî’nin yanına gittiğimde bana bir para kesesi verdi ve şöyle dedi: Burada otuz İran tümeni var. Bunları ceddim sana vermiştir. Parayı alıp bir iki adım uzaklaşınca şeyh beni çağırdı ve sessizce şöyle dedi: Hz Ali’nin (a.s) altınlarına dokunmayacaksın. Bunu duyunca çok şaşırdım. Zira bunu sadece aklımdan geçirmiştim. Ben bu olayı o büyük âlimin kerametlerinden birisi olarak biliyorum.
[6]    Şeyh Cafer-i Kebir, Şeyhü’l- Meşayıh ve Kaşifu’l- Ğıta isimleriyle tanınan Şeyh Cafer Necefî, hicri on iki ve on üç yıllarında Iraklı Şiilerin taklit mercii ve büyük Şii alimlerden birisidir. Hicri 1156 yılında Necef şehrinde dünyaya geldi. Ön hazırlık kitaplarını babasının yanında okudu ve ileri düzey fıkıh ve usul derslerini Vahid Behbehanî ve Seyyid Bahru’l- Ulum gibi seçkin alimlerin yanında okudu. ‘Kaşfu’l- Ğıta’ ismindeki kitabı bu şahsiyetin içtihat ve fıkıh yönüyle ne denli başarılı olduğunu açıkça gösteriyor. Kendisi bu kitabı hicri 1222 yılında İran’a yaptığı yolculukta yanında bir tek Allame Hillî’nin ‘Kavaid’ kitabı varken kaleme almıştır. Bu kitabı yazdıktan sonra ‘Kaşifu’l- Ğıta’ lakabını aldı. Şeyh Ensarî’nin şöyle dediği naklediliyor: Bu kitabın kurallarına hakim olan birisi benim nezdimde müçtehittir. Seyyid Bahru’l- Ulum’un vefatını müteakip Şeyh Cafer, bütün Irak, İran ve diğer ülkelerdeki Şiilerin liderliğini üstlendi. Şeyh Muhammed Hasan Necefî (Sahib-i Cevahir), Şeyh İbrahim Kelbasî ve Seyyid Muhammed Bakır Şiftî bu yüce zatın öğrencilerindendir.
Şöyle naklediliyor: Şeyh Cafer’e “Masumların, hayatları boyunca hiçbir günah yapmadıkları doğru mu? Böyle bir şey mümkün mü?” diye sorulduğunda Şeyh Cafer şöyle buyurdu: Ben masum olmayan bir insanım ve son kırk yıl boyunca tek bir mekruh bile işlemedim. Masum olanı artık siz düşünün.
Şeyh Caferle ilgili diğer bir olay şöyle anlatılıyor: İsfahan şehrindeyken Şeyh Cafer bir gün elindeki bir meblağ parayı fakirler arasında dağıttı ve sonrasında namaza durdu. Fakir bir insan olayı duyunca Şeyh namazdayken geldi ve kendi payını istedi. Şeyh, namaz sonrasında bu kişiden özür diledi ve elindeki paranın bittiğini, bir sonraki defada bunu telafi edeceğini söyledi. Ancak bu şahıs öfkeyle şeyhin yüzüne tükürdü. Öyle ki şeyhin sakalı tükürükle kirlendi. Bunun üzerine şeyh mihraptan kalkıp cemaate döndü ve eteğini açarak şöyle dedi: Şeyhin sakalını seven bu fakire yardım etsin. Kısa bir süre içinde şeyhin eteği parayla doldu ve şeyh Cafer bu paraların tamamını o fakire verdi.
Şeyh Cafer Kaşifu’l Ğıta hicri 1228 yılında Recep ayının 22. veya 27. gününde hayata veda etti ve kendisinin Necef’te yaptırmış olduğu medresenin bir odasında toprağa verildi.