.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Mev’ize (Öğüt)

b) Öğüt Alanın Şartları

Saadi, Gülistan’da şöyle yazar: Biri mescitte vaaz etmekle meşguldü ama onun sıcaklığı dinleyenlerin soğuk demirine tesir etmiyordu. Tesadüfen oradan geçen biri o vaazı duydu ve hemen değişiverdi.

Gerçek şu ki öğüt veren ve öğüt tüm şartlara sahip olsa da, dinleyici ve öğüt alan gerekli niteliklere sahip olmazsa öğüdün bir tesiri olmayacaktır. Eğitimcilerin tecrübeleri de bunu doğrulamaktadır. Bunun tarihsel en iyi örneğini Hz. Nuh’ta (a.s) görebiliriz. Hz. Nuh (a.s) kendisi Peygamber (s.a.a) olmasına, öğütleri ve irşadlarıyla bir grubu hidayet etmesine rağmen öğütleri evladını etkilememiştir. Öğüt vermede ısrar etmesi de işi daha ileriye götürememiş ve sonunda evladı İlâhî azaba uğrayarak Nuh tufanında boğulmuştur. Hz. Nuh’un (a.s) olması gerektiği gibi öğüt vermediği söylenemez. Çünkü bu etkisizliğin sebebi, öğüt verilende olması gereken şartların yokluğu kaynaklıydı.

Öğüdün etki etmesi için öğüt verilenin iki şarta sahip olması gerekir:

1- Allah’a, Peygamber’e (s.a.a) ve Meâda İnanç

Allah’a, Peygamber’e (s.a.a) ve meâda inanmayan kimseye öğüt etki etmez. Allah’ı, meâdı ve peygamberi kabul etmeyen birisini, nasıl olur da Peygamber’in (s.a.a) sözlerine dayanarak, İlâhî vaatlerle ve tehditlerle iyi ameller yapmaya zorlayabiliriz? Elbette bu, böyle kişiler hiçbir şekilde hidayet edilemez anlamında değildir. Bu tür kişileri eğitmek ve hidayet etmek için başka araçlar ve yöntemlerden faydalanılmalıdır.

2- Öğüde Açık Olmak

Öğüt edilenin öğütten faydalanabilmesi için Allah’a, meâda ve Peygamber’e (s.a.a) imanın yanısıra öğüdü kabule de açık olması gerekir. Başkalarının öğüdünden nasiplenme niyetinde olmayan kimseye karşı en iyi vaizler dahi etkisiz kalacaktır.

Bu, Emiru’l-Muminin’in (a.s) Nehcu’l-Belağa’da kendisine değindiği ve şöyle buyurduğu konudur:

“Kendisine yardım etmeyen, nefsini sakındırıp öğüt vermeyen kimseye başkasının öğüdü ve sakındırması fayda etmez.”[1]

Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Bazen öğütten etkilenmemenin sebebi, öğüt edilenin öğüde açık olmaması değildir. Zihninde, öğüdün etki etmesini engelleyecek sorular ve şüpheler olabilir. Eğer birisi İslâm dininin özel bir zamana ve mekâna ait olduğuna ve artık onun zamanının geçtiğine inanıyorsa İslâm velilerinin ve önderlerinin öğütlerinin ona etki etmeyeceği de açıktır. Bununla birlikte bu kişilerin nasihat kabul etmediği söylenemez. Bizim nasihat kabul etmezden kastımız, öğüde karşı sanki bir tür inat ve kibre sahip olan kimselerdir. Öğüdün doğruluğunu bildikleri halde kabul etmekten kaçınmaktadırlar.

* * *

c) Vaazın Şartları

Öğüt verene ve öğüt alana ilâveten bir amel unvanıyla öğüdün kendisinin de şartları vardır. Eğer bu şartlara uyulmazsa, her ne kadar öğüt veren ve alan gerekli şartları en iyi şekliyle taşısa da, öğüt etkili olmayacaktır. Örneğin bir vaiz, öğüt verdiği konuya iman ve amel etse, dinî ilimler hakkında bilgisi olsa; öğüt alan da öğüde açık olsa ve gerekli hazırlığa sahip olsa, ama öğüt sırasında öğüt verilenin anlama kapasitesine dikkat edilmese veya öğüt sırasında haysiyeti veya şahsiyeti yaralansa bu öğüt istenmeyen sonuçlara yol açmasa bile istenilen sonucu da vermeyecektir.

Burada özetle vaazın (öğüdün) bazı şartlarına değineceğiz:

1- Muhatabın Düşüncesi ve Şahsiyetiyle İlgili Duyarlılıklarının Dikkate Alınması

İnsanların güçlerinin, meyillerinin ve yönelimlerinin birçoğu müşterek olmasına rağmen birçok farklılıklara da sahiptirler. Bu farklılıklar çok uzantılı ve geniştir. Bu farklılıkları dikkate almak çeşitli durumlarda, özellikle de dinî eğitimde faydalıdır.

İnsanın çeşitli boyutlarda ve açılarda kişisel farklılıkları vardır. Yaşamsal, fizyolojik, zihinsel, eğilim ve benzeri açılardan farklıdırlar. Burada dikkate alınan, kişinin düşünce ve şahsiyet durumu bakımından farkıdır. Şu anlamda ki bazı sebeplerle özel birtakım konulara ve meselelere daha fazla dikkat ve duyarlılık gösteren kişiler çoktur. Örneğin bir halterci, halterle ilgili haberlerle ve konularla daha fazla ilgilenir, rekorların kırılmasına daha duyarlıdır ve bunları daha iyi anlar. Nitekim bir doktor, doktorlukla ilgili konulara ve bu alandaki değişimlere daha duyarlıdır. Diğer bir deyişle bir kişinin yaşamı boyunca toplumsal ilişkilerinin ve meşguliyetlerinin türü, özel bir düşünce ve kişilik yapısının oluşmasına sebep olur. Bu özel yapılanma kişiyi bazı konulara karşı duyarlı veya daha duyarlı, başka konulara karşı ilgisiz veya az ilgili kılmaktadır. Bu duyarlılıkları tanımak ve öğüt için bunlardan faydalanmak, Masumlar’ın (a.s) siyerinde görülen dikkate değer noktalardandır. Burada bu tür öğüt örneklerine değineceğiz.

Birinci örnek:

İmam Kâzım (a.s) bir yerden geçiyordu. Bir evden çalgı ve şarkıcıların tef sesleri yükseliyordu. Evin yanında bir keniz, çöpleri döküyordu. İmam kenize yaklaştı ve şöyle sordu: “Bu evin sahibi hür müdür yoksa kul mu?” Keniz “Hürdür” diye cevapladı. İmam şöyle buyurdu: “Evet, hürdür. Eğer kul olsaydı böyle küstahça Mevlasının emirlerine karşı gelmezdi.”[2]

Bu siyerde İmam (a.s), ev sahibinin fazlaca duyarlı olduğu kul ve malik ilişkisine parmak basmıştır. Birçok kula-köleye sahip olan ev sahibi özgürce onlara emir veriyordu ve onların da ister istemez ona itaat etmeleri gerekiyordu. Çok kolayca ve bütün varlığıyla kulluğun anlamını anlıyor ve hissediyordu. Bu yüzden İmam’ın (a.s) sözlerini duyduğunda tüm varlığıyla kulluğun usulüyle ilgili gafletinin farkına vardı ve bu kısa konuşma, onun kaderini tümden değiştirdi.

İkinci örnek:

İmam Hadi (a.s) Mütevekkil zamanında yaşıyordu. Bir gece Mütevekkil’in emriyle cellatları aniden İmam’ın (a.s) evini bastılar. Her tarafı aradılar ve bir şey bulamadılar. Ama verilen emir icabı İmam’ı (a.s) halifenin sarayına götürdüler. İmam (a.s) girerken Mütevekkil âlem sofrasını sermiş ayyaşlık etmekle meşguldü. İmam’ın (a.s) yanına oturmasını emretti. İmam (a.s) oturdu. Mütevekkil şarap kadehini İmam’a (a.s) ikram etti. İmam (a.s) kaçındı. Mütevekkil dedi ki: “Öyleyse şiir oku, gazellerinle ve şiirlerinle mahfilimize renk kat.” İmam (a.s) buyurdu ki: “Ben şiir ehli değilim, geçmiştekilerin şiirlerinden çok azını ezbere biliyorum.” Mütevekkil dedi ki: “Çaresi yok, muhakkak okumalısın.” İmam (a.s) şu anlama gelen bir şiir okudu:

Yüksek kuleleri kendilerine ev edindiler.

Her zaman silahlı erkekler onları korumakla meşguldüler.

Ama bu düzenlemelerinden hiçbiri onları ölümden koruyamadı.

Sonunda o yüksek ve o sağlam kulelerden aşağılık ve zilletle kabir çukurlarına indiler.

Münadi sela verdi; nerede o ziynetler, taçlar, gösterişler ve celaller?

Nerede o nazenin çehreler ki nazdan ve kibirden dolayı hep rengârenk perdelerin ardında halktan gizlenen?

Kabir sonunda onları rüsva etti.

Onlar ki bir zamanlar toprak ve nimetleri yiyecekleriydi, şimdi kendileri topraktaki haşerelerin yiyecekleri oldular.

Henüz İmam’ın (a.s) şiiri bitmeden şarabın sarhoşluğu Mütevekkil’in ve dostlarının başından uçtu. Mütevekkil şarap kadehini yere fırlattı ve ağlamaya başladı.[3]

Burada da İmam (a.s), Mütevekkil’in tüm varlığıyla duyarlı olduğu konunun ta kendisinden bahsetmektedir. Mütevekkil doğuda Afganistan’dan batıda Endülüs’e kadar tüm İslâm topraklarının hâkimiydi. Tüm nimetlere sahipti ve donanımlı bir ordu onu korumakla görevliydi. O, tüm bu iktidara ve servete sahip olduğu için her tehlikeden uzakta olduğunu sanıyordu. İmam (a.s) onun durumunu anlattı ve aynı zamanda ona, bunlardan hiçbirisinin ölümüne engel olmadığını, bir gün mutlaka Allah’ın huzurunda hesap vereceğini hatırlattı.

2- Muhatabın Yaşam Meseleleriyle İrtibat

Masumlar’ın (a.s) öğütlerinde dikkat çeken ilginç noktalardan bir diğeri, öğütlerinin muhataplarının günlük yaşamda karşılaştıkları konularla ilgili olmasıdır.

Dinî konulardan ve meselelerden bazıları bütün zamanlarda dikkat edilmesi gereken türdendirler; Allah’la, meâdla, Peygamber’le (s.a.a) ve İmamlar’la (a.s) ilgili temel meseleler gibi. Ancak bazı dinî meselelerden sadece özel zamanlarda bahsedilir. Örneğin bir toplumun zamanın bir noktasında savaşa müptela olması, diğer bir noktasında fakirliğe, bir diğerinde hırsızlık ve fesat türünden başka meselelere ve sorunlara müptela olması mümkündür.

İlâveten toplumun farklı tabakalarının sorunları da birbirlerinden farklıdır. Örneğin gençlerin sorunları yetişkinlerinkinden, kadınlarınki erkeklerinkinden farklıdır.

Öğüt muhataplara, ancak kişilerin uğraştıkları sorunlara değinirse en iyi şekliyle etki eder. Savaş halindeki, her gün bir kısmının şehit olduğu veya yaralandığı bir topluma ancak cephe, cihad, savunma ve şehadetle ilgili öğütler etki edecektir, başka meseleler değil. Nitekim fakirliğin ve kanaatin konu olduğu bir toplumda öğüt; infak, zekât, sadakalar, israf etmemek, orta yollar ve benzeri konularla ilgili olursa etki bırakır. İslâmî metinlerde şöyle geçer:

Kadınlar Peygamber’e (s.a.a) şöyle dediler: “Vaktinizin çoğu erkeklere ait. Bize de bir zaman ayır.” Peygamber (s.a.a) bir gün belirledi. O gün kadınlar Peygamber’le (s.a.a) görüşüyorlardı ve Peygamber (s.a.a) onlara öğüt veriyordu.[4]

Peygamber’in (s.a.a) kadınlara özel bir saat ayırması ve toplantı düzenlemesi, kadınların sorunlarının erkeklerinkinden farklı olduğunu göstermektedir. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) onlara öğüt versin ve ihtiyaç duydukları konulardan bahsetsin diye özel toplantı istemişlerdir.

Çeşitli kişiler de Peygamber’in (s.a.a) huzuruna varıyor ve Ondan kendilerine öğüt vermesini istiyorlardı. Peygamber (s.a.a) onlara öğüt veriyordu ama farklı öğütler; birine öfkelenmek, birine yalan söylemek, diğerine ibadetlerde ifrattan sakınmak hakkında öğüt veriyordu.[5]

İmamlar (a.s) da aynı yöntemi kullanıyorlardı. Örneğin İmam Sâdık (a.s), Ebu Hanife’yle karşılaştığında onu şahsî görüşüne dayanarak fetva vermekten sakındırıyordu. Kendi zamanındaki hâkimlerle karşılaştığında ise onları yanlış hüküm vermekten ve cezaî ehliyeti olmayanları yargılamaktan sakındırıyor ve bu yönde öğüt veriyordu.[6]

Masumlar’ın (a.s) öğütleri, çeşitli zaman dilimlerinde de birbirinden farklıdır. Örneğin Peygamber’in (s.a.a) öğütleri Medine’de, Müslümanların birbirleriyle ve gayrimüslimlerle ilişkileri, savaş ve cihad hakkındayken Mekke’de bu öğütler pek söz konusu değildi. Çünkü daha İslâm yerine oturmamıştı. İmamlar’ın (a.s) zamanında da verdikleri çok sayıda öğüt vardır ve konuları da hak İmam’ın tanınmasının ve Ona uyulmasının gerekliliği hakkındadır; oysa Peygamber’in (s.a.a) zamanında bu konudan bu şekilde bahsedilmemiştir.

Bunlar, Masumlar’ın (a.s) verdikleri öğütlerde halkın ihtiyacına ve günlük meselelerine teveccüh ettiklerini ve halkın yaşamlarıyla ilgisiz meselelerden değil, bunlardan bahsettiklerini göstermektedir.

Burada söylenenlerle ikinci maddede geçenler arasında fark olduğuna dikkat edilmelidir. Zira düşünsel ve ruhsal olarak aynı hassasiyetlere sahip olan kişilerin ihtiyaç duydukları meselelerin zamandan zamana farklılık göstermesi mümkündür.

3- Uygun Ortamın Oluşturulması

Öğüt için uygun ortamın oluşturulması, Masumlar’ın (a.s) siyerinde açıkça görülebilen noktalardan bir diğeridir. Örnek olarak burada bir siyere değineceğiz. Peygamber (s.a.a) Veda Haccında insanlara öğüt vermek ve birbirlerini öldürmelerini yasaklamak istediğinde, evvela birkaç soru sorarak zihinlerini hazırlıyor:

“Ey insanlar! Bugün nasıl bir gündür?” İnsanlar “Muhterem bir gündür” dediler. “Bu ay nasıl bir aydır?” “Muhterem bir aydır” dediler. “Ey insanlar! Bu topraklar nasıl topraklardır?” “Muhterem topraklardır.” O zaman Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “(Aziz ve Celîl olan) Allah bu günü, bu ayı ve bu toprakları muhterem kıldığı gibi; kanınızı, malınızı ve namusunuzu da birbirinize haram kılmıştır. Kimse bunlara itiraz edemez.”

Öğüdün etki etmesi için bu şarta uymak gereklidir. Çünkü öğüt, muhatabın zihin ve ruh toprağına ekilen bir tohum gibidir. Çiftçinin ektiği tohumlar ancak önceden toprağı çapaladıysa ve her açıdan ekime hazır hale getirdiyse kök salarak gelişecektir. (Elbette toprağı hazırlamak için gereken süre, tohumları ekmek için gereken süreden çok daha uzundur.) Öğüt de ancak uygun ortam hazırlandıysa etkili olacaktır. Hatta öğüt verirken öğüdün kendisinden daha mühim olanın, öğüt için ortam hazırlamak olduğu söylenebilir. Eğer uygun ortam hazırlanırsa öğüt kısa da olsa etkili olacaktır. Yoksa uzun da olsa bir etkisi olmayacaktır.

4- Uygun Fırsatlardan Faydalanmak

Emiru’l-Muminin’den (a.s) hem meşhur hem de ilginç bir rivayet nakledilmektedir. Rivayetin içeriği insanların her zaman aynı psikolojide olmadıkları, bazen mutlu, bazen sıkkın, bazen yorgun, bazen neşeli, bazen bir şeye karşı istekli, bazen bir şeyden uzak ve müteneffir oldukları şeklindedir. Bir işi, yapmak için istek duyduğunuz bir zamanda yapın veya yapmaya zorlayın. Eğer nefse bir şeyi zorla yaptırmak isterseniz buna karşı gelecektir.[7]

Bu konu öğüt için de geçerlidir. İnsan her zaman öğüt dinlemeye hazır değildir. Ancak hayatta bazen birtakım münasebetler olmakta, kişi bu münasebetlerde öğüt-nasihat dinlemeye daha açık olmaktadır. Tersine, bazen kişi içinde bulunduğu vaziyet sebebiyle öğüt dinlemeye hiç açık değildir. Yakınlarından birini kaybetmiş, ağır bir hastalığa yakalanmış veya içinde bulunduğu durum –bombalama veya ateş hattında olması- sebebiyle öldürülmesi mümkün olan kimse öğüde fazlasıyla hazırdır. Buna karşın izzet-i nefsinin yaralanması veya başka herhangi bir sebep yüzünden öfkelenmiş, intikam ateşiyle yanan kimse bu haldeyken hiçbir şekilde öğüt almaya hazır değildir. Masumlar’ın (a.s) siyerinin dikkate değer noktalarından biri de Onların uygun fırsatlarda öğüt vermeleridir. Burada bu siyerlerden iki örnek sunuyoruz:

Birinci örnek:

Hz. Ali (a.s), büyük ve geniş bir ev yapmış olan dostlarından birini görmeye gitti. Giriş sohbetlerinden sonra ev sahibine dönerek şöyle buyurdu:

“Bu geniş evle dünyada ne yapacaksın! Senin dünyadan daha çok ahirette böyle bir eve ihtiyacın var. Eğer istersen bu evle de ahiretini kazanabilirsin. Bu evde misafirler ağırla, sılayı rahim yap ve hakları gözet. Bu durumda ahiretini de kazanırsın.”[8]

Bu siyerde Hz. Ali (a.s) öğüt için uygun fırsatı kullanmıştır. Zira geniş bir evde yaşayan kişi, bundan kaynaklanan üstünlükleri ve refahı diğerlerinden daha iyi anlar. İmam bu fırsattan istifade etmiş, onun dikkatini ahiret yaşamına çekerek o dünyada refaha ve huzura olan ihtiyacı hatırlatmıştır.

İkinci örnek:

Peygamber (s.a.a) ashabıyla beraber bir yolculuğunda kuru, susuz ve otsuz bir toprakta mola verdiler. Yemek hazırlamak için ateş yakacakları kuru dallara ihtiyaçları vardı. Peygamber (s.a.a) dostlarına dönerek şöyle buyurdu: “Kuru dal getirin.” Onlar cevaben şöyle dediler: “Ya Resulullah! Bu susuz ve çorak çölde dal bulunmaz.” Resul buyurdu ki: “Bulduğunuz kadarını getirin.” Ashaptan her biri biraz dal topladı ve bir yere yığdılar. Bir müddet sonra bir sürü dal toplandı. Bu sırada Peygamber (s.a.a) ashaba dönerek şöyle buyurdu: “Günahlar da böyle yığılırlar. Küçük günahlardan kaçının ki her şeyin bir talibi vardır. Bilin ki Allah daha önce yaptıklarınızı da daha sonra yapacaklarınızı da kaydetmektedir.”[9]

Bu siyerde de Peygamber (s.a.a), ashabına öğüt vermek için ortaya çıkan fırsatı değerlendirmiştir. Onları, kuru dal olma ihtimali olmayan bu susuz ve çorak çölde küçücük dalların toplanmasıyla oluşan yığın gibi, dikkat edilmeyen ve hesaba gelmeyen küçücük günahların zamanla insanın günah yükünü ağırlaştıracağına, ameller hesaplanırken inanılmaz bir günah yüküyle karşılaşabileceklerine dair uyarıyor.

5- Kişisel ve Gizli Öğüt, Günahın Açıklanmaması ve Kınanmaması

Masumlar’ın (a.s) öğütlerinde riayet ettikleri noktalardan biri de imkân dâhilinde kişiye gizli ve özel olarak öğüt vermeleriydi. Kişiye gizli ve özel olarak öğüt verdikleri zamanlarda da mümkün olduğunca kişinin günahkârlığını açıklamaktan kaçınıyorlardı. Şükranî, Peygamber’in (s.a.a) azatlıklarından olması sebebiyle halk nazarında Peygamber’le (s.a.a) bir yakınlığa sahipti. Şöyle diyor:

İmam Bâkır (a.s) zamanında halife bir hediye veriyordu ve benim bir aracım yoktu. Başıboş ve kararsız bir halde beytülmalın kenarında kalmıştım. Birden Hz. Sâdık’ı (a.s) gördüm. Ona doğru gittim ve dedim ki: “Fedan olayım, ben sizin azatlıklarınızdan Şükranî’yim.” İmam beni sıcak bir şekilde karşıladı. Hacetimi ona söyledim. İmam (a.s) bineğinden inip yürüyerek payımı aldı ve bana verdi. Sonra şöyle dedi: “Şükranî, herkesin iyi iş yapması güzeldir ama senin bize yakınlığın sebebiyle senin iyi iş yapman daha güzeldir. Herkesin kötü iş yapması çirkindir ama eğer sen yaparsan daha çirkindir.”[10]

İmam Sâdık (a.s) bu siyerinde Şükranî’ye özel olarak öğüt vermesinin yanında, yaptığı yanlışı zikretmekten de kaçınmaktadır ama Şükranî’nin kendisi, İmam Sâdık’ın (a.s) neyi kastettiğini anlamaktadır. Zira Şükranî, şarap içme gibi kötü bir alışkanlığa düşmüştü. İmam (a.s) kinaye ve işaret ile sırrını bildiğini anlamasını sağlamış, aynı zamanda onu bu işten alıkoymuştur.

Kişisel öğüt verme imkânı olmayan veya bir topluluğa öğüt verilmesi gereken durumlarda Masumlar (a.s) kinaye ve işaretle öğüt veriyorlardı ve günahkâr kişinin kim olduğunu açıklamıyorlardı. Örneğin Peygamber’in (s.a.a) siyerinde şöyle geçer:

Ne zaman birisinin doğru olmayan bir şey söylediğini öğrense ona öğüt vermek için “Neden falanca şöyle söylemiş” demez, şöyle buyururdu: “Neden bazıları şöyle söylüyorlar.”[11]

Bu siyerden, Peygamber’in (s.a.a) birisine öğüt vermek için genelleme ve kinayeden faydalandığı ve hatalı kişinin adını zikretmeden yaptığı işten sakındırdığı anlaşılmaktadır.

İlâveten, yukardaki iki siyerden Masumlar’ın (a.s) öğüt sırasında hatalı kişiyi kınamadıkları anlaşılmaktadır. Öğütlerinde kınama ihtimali görülecek olduğundaysa açıkça bunu reddetmişlerdir. Örneğin İmam Zeynelâbidîn (a.s), Ehl-i Sünnet’in tanınmış âlimlerinden Zühre’ye mektup yazmış, ona öğüt vermiş ve mektubun sonunda şöyle demiştir:

Sakın seni kınamak istediğimi, sana hakareti reva gördüğümü sanma. Sadece Allah’ın sana doğru bir fikir, görüş ve bakış vermesini, kaybettiğin miktardaki dinini sana geri döndürmesini ve seni rahmetine şamil kılmasını istiyorum.[12]

Anlatılan siyerlerden anlaşıldığına göre öğütte birkaç noktaya riayet edilmesi gerekmektedir:

1- İmkân dâhilinde öğüt gizli ve özel olmalıdır.

Hidayet Kaynağı Kur’ân Hidayet Kaynağı Kur’ân

2- Eğer öğüt kişisel ise hata yapan kişi hatalı ve suçlu telakki edilmemelidir.

3- Öğütte öğüt verilen kişi veya kişiler kınanıp suçlanmamalıdır.

4- Eğer öğüt topluluğa karşı gerçekleşiyorsa söz konusu kişinin adı zikredilmemelidir.

Burada ortaya çıkan soru şudur: Bu şartlara uyulması öğüdün etki etmesini nasıl sağlamaktadır?

Cevabında şöyle denilebilir: Öğüt, öğüt verilenin hidayeti için bir vesiledir. Bu hedefe ancak öğüt verilen, öğüt verenin kendi hayrını istediğine, kendisini rezil etmeye ve aşağılamaya çalışmadığına inanırsa ulaşılabilir. Eğer öğüt verilen, vaizin insanların arasında kendisini aşağıladığını ve şahsiyetini zedelediğini hissederse ve öğüdün bu hedefe ulaşmak için bir araç olduğunu görürse verilen öğüt ona etki etmemekle kalmaz, karşısında direniş de gösterir. Diğer bir deyişle bir şekilde öğüt verileni aşağılamayla veya rezil etmeyle sonuçlanan bir öğüt, öğüt verilenin direniş ve inatçılık duygularını kabartır. Bu da öğüdün etki etmemesine yol açar. Bu yüzden Masumlar’ın (a.s) rivayetlerinde şöyle geçer:

- Toplumun önünde kimseye öğüt vermeyin. Çünkü bu öğüt değil, ayıpları açıklamak ve kötülüğü söylemektir.

- Kimseyi işlediği günah veya hata sebebiyle kınamayın.[13]

Kişisel öğütte neden öğüt verilen kişinin açıkça hatalı görülmemesi gerektiği ise şu sebeple olabilir: Bu amel hem öğüt verenin yüceliğinin ortadan kalkmasına, hem de ikisinin arasındaki hayâ perdesinin yırtılmasına engel olmaktadır. Bu hayâ, öğüt verilenin vaiz nazarında temizliğinden ve günaha bulaşmamış olmasından kaynaklanan bir hayâdır. Bu tasavvurun zahiren bile korunması –gerçekte öğüt verilen, öğüt verenin kendi hatasından haberi olduğunu bilse bile- öğüt verileni bu tasavvuru korumaya ve yeniden oluşturmaya yönelten bir etkendir.

Belki de İmam Hasan’ın (a.s) ve İmam Hüseyin’in (a.s), yanlış abdest alan ihtiyar adamın hatasını direk uyararak söylememeleri bu sebepledir. Her birinin, diğerinin abdestini yanlış gördüğü bir oyun sergilediler. Sonunda ihtiyar adamın kendilerine hakemlik yapmasını isteyerek onun önünde abdest aldılar. İhtiyar adam onların yapmaya çalıştıklarını anladı ve şöyle dedi: “Sizin ikiniz de güzelce abdest alıyorsunuz. Güzel abdest almayan, bu cahil ihtiyar adamdı ve şimdi sizden öğrendi.”[14]

Elbette her zaman bu şarta uyulabilmesi ne mümkündür ne de gerekli. Kişinin günahının açık olduğu veya kişinin kendisinin günahını ikrar ettiği vb. durumlarda bu şarta uyulması mümkün de gerekli de olmayabilir. Ancak her halükârda eğer mümkünse bu şarta uyulması, öğüdün etkisini ve işlevini oldukça artırmaktadır.

6- Devam ve Tekrar

Masumlar’ın (a.s) öğütlerinde riayet ettikleri hususlardan biri de öğüdün devamlılığı ve tekrarıydı. Onlar öğütlerini, muhtelif zamanlarda ve zaman aralıklarında tekrar ediyorlardı. Örnek olarak İbni Mesud’dan şöyle nakledilmiştir:

“Peygamber (s.a.a) sürekli bize öğüt veriyordu ama bizi yoracak veya sıkacak şekilde değil.”[15]

İmam Bâkır’dan da şöyle rivayet edilmiştir:

Emiru’l-Muminin (a.s) Kufe’de her akşam yatsı namazından sonra mescitteki herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle sela veriyordu: “Ey insanlar! Hazır olun; Allah size rahmet etsin.”[16]

İmam Zeynelâbidîn (a.s) de insanlara her hafta Cuma günü Mescid-i Nebi’de öğüt veriyordu.[17]

Müslümanlar arasında da bu sünnet, Masumlar’ın (a.s) izlenmesiyle revaçta idi. Nitekim Peygamber’in (s.a.a) ashabından olan İbni Mesud, her Perşembe insanlara öğüt veriyordu.[18]

Şimdi şu soru üzerinde durmalıyız: Neden Masumlar (a.s) öğütlerini tekrar ediyorlardı?

Öyle görünüyor ki bu tekrarın sırrı iki konuda gizlidir:

1- İnsan bu dünyada sürekli gaflete maruzdur. Aynı insan bedeninin sürekli pisliğe maruz olduğu gibi; temiz-pak kalabilmek için sürekli yıkanmalıdır. İnsanın ruhu ve kalbi de bu dünyada aynı vaziyettedir. Her insan maddî ve mânevî ihtiyaçlarını giderebilmek için mecburen topluma girer, başkalarıyla iletişim kurar ve alışveriş yapar. Bu döngüde insan her ne kadar kendisini korusa da günahın tozu-toprağı ve bu dünyanın aldatıcı nimetlerine dalmak insanın kalbini ve ruhunu kirletmektedir. Bu pislikler, öğüdün saf suyuyla yıkanmazsa insanın kalbinin üzerinde zamanla kalın bir perde ve örtü oluşmaktadır. Bu, nüfuz edilemeyen bir perde ve örtü olabilir. Duygularının ve anlayışının merkezi olan kalbi amelinden alıkoyabilir. Öyle bir duruma gelir ki “İnkâr eden kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir; iman etmezler.”[19]

2- Öğütte sadece, muhatabın öğüdün içeriği hakkında ilim ve bilgi sahibi olması yeterli değildir ve öğüdün hedefi sadece bilgi vermek de değildir. Öğüdün asıl hedefi Allah’a, birliğine, rızıklandırmasına, rahmanlığına, rahimliğine kalpten derin bir inanç, meâda, hesap-kitaba, cennet-cehenneme iman, Allah’ın emirlerine bağlılık ve günahlardan uzak durulmasıdır. Bu hedefin gerçekleşmesi sürekli ve devamlı öğütleri gerektirir. Her bir öğütle insan ruhunda küçük bir etki hâsıl olur ve zamanla bu etki derinleşir. Bazı düşünürler şöyle demişlerdir:

“Bilmek bir konudur; uyarılmak ve mümin ve muttaki bir vaizin etkisi altında kalmak ise başka bir konudur.”[20]

7- Öğüdün Kısa Olması

Masumlar’ın (a.s) siyerinde dikkat çeken diğer bir nokta da öğütlerini muhatabı yormamak ve sıkmamak için kısa ve öz tutmalarıdır. Rivayet edilmiştir ki:

“Peygamber (s.a.a) Cuma günü öğüt vermeyi uzatmıyordu, öğüdünü birkaç cümlede anlatıyordu.”[21]

Emiru’l-Muminin (a.s) de öğütlerini kısa ve öz veriyordu. Onun her akşam yatsı namazından sonra tekrarladığı öğütleri dört kısa cümleyi aşmıyor, süresi bir-iki dakikadan fazla olmuyordu.[22] İmam Zeynelâbidîn’in (a.s) her Cuma Mescid-i Nebevî’de verdiği öğüt de iki sayfayı geçmiyor, anlatması için 7-8 dakikadan fazla zaman gerekmiyordu.[23]

Neden Masumlar (a.s) öğütlerini muhtasar tutuyorlardı?

Cevabı şudur: Uzun öğütler, muhatabı yormaktadır. Yorgunluk da öğüdün etkisini azaltmakta veya ortadan kaldırmaktadır.

8- Açıklık ve Anlaşılırlık

Masumlar’ın (a.s) öğütlerinde görülen diğer bir nokta açık, anlaşılır ve ilgi çekici bir dille öğüt verdikleridir. Öğütlerinde örneklerden, benzetmelerden ve gerçek hikâyelerden faydalanıyorlardı. Bu sayede öğütleri hoş, kolay anlaşılır ve ezberlenebilir oluyordu. Bazen bunun için çizim ve tasvir de kullanıyorlardı.

Cabir’den şöyle nakledilmiştir: Peygamber (s.a.a) aşağıdaki gibi birkaç çizgi çizdi.

Sonra şöyle buyurdu: “Doğru olan çizgi Allah’ın yolu, çarpık çizgiler ise yanlış yollar ve şeytanın yollarıdır.” Sonra doğru çizgiye işaret ederek şu ayeti tilâvet etti:

“İşte benim dosdoğru yolum budur; ona tâbi olun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.”[24]

Bu öğüt aynı anda hem muhtasar hem de oldukça nettir. Üstelik tasvirle beraberdir. Bunların hepsi ilgi çekiciliğini arttırmış, yorucu olmasını engellemiştir. Emiru’l-Muminin’in (a.s) çok tekrar ettiği şu öğüdü de ilgi çekicidir:

“Allah size rahmet etsin; hazırlanın çünkü aranızda hareket nidası yükselmiştir. Dünya evindeki yükünüzü ağırlaştırmayın. Hazır olun, dönün ve münasip azıklarla yola çıkın. Çünkü önünüzdeki yolda zor yamaçlar, korkunç duraklar var. O yamaçlardan geçmek, o duraklara uğramak zorundasınız. Bilin ki ölümün gözleri ve bakışları üzerinize dikilmiş, sanki pençelerini size geçirmiş; dünyanın zorlukları sizi yutmuş, takat kesen belalar sizi muhasara etmiş. Dünyaya olan ilginizi kesin ve takva azığınızı kuvvetlendirin.”[25]

Bu öğütte de güzel benzetmeler, kinayeler ve mecazlar kullanılmıştır. Bu benzetmeler ve kinayeler, muhtasarlık ve kısalıkla beraber öğüdü güzel ve hoş kılmaktadır.

* * *

Özet

1- Öğüt; Allah’a itaate yönlendirmek, irşad etmek ve günahtan alıkoymaktır. İster korkutma veya umutlandırma yoluyla olsun, ister bilgilendirme veya hatırlatma yoluyla…

2- Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) eğitimsel siyerini mütalaa etmek, öğüdün eğitimsel bir yöntem olarak gerekli işlevselliğe sahip olduğunu göstermektedir.

3- Öğüdün işlevi gafleti ve cehaleti uzaklaştırmaktır.

4- Öğüdün eğitimsel işleyişi insanın psikolojik bir özelliğine dayanmaktadır. Bu özellik, insanın bu dünyada her zaman gaflet ve cehalete maruz olmasıdır. Gaflet ve cehalet ise insanın yoldan çıkmasına ve fesadına yol açan iki temel etkendir ve öğüt insanı gaflet ve cehaletten kurtarabilir.

5- Masumlar’ın (a.s) eğitimsel siyerine göre öğüt ancak öğüt verenin (vaiz), öğüt alanın ve öğüdün (vaaz) kendisi belli şartlara sahip olursa etkili olur.

-Öğüt verenin şartları: Öğütlerinin etkili olabilmesi için öğüt veren şu üç şartı taşımalıdır:

1- İman ve amel.

2- Din bilgisi.

3- Güvenilirlik.

-Öğüt alanın şartları: Öğüt verenin yanında, öğüdün kendisine etki etmesi için muhatabın da minimum şartlara sahip olması gerekir. Bu şartlar:

1- Öğüde açık olmak.

2- Allah’a ve Peygamber’e (s.a.a) inanç.

-Öğüdün şartları: Öğüdün kendisinde de bazı noktalara uyulması gerekir. Bu noktalar:

1- Muhatabın düşüncesiyle ve şahsiyetiyle ilgili duyarlılıklara dikkat edilmesi.

2- Muhatabın yaşam meseleleriyle irtibat kurmak.

3- Uygun ortamın hazırlanması.

4- Uygun ortam ve fırsatlardan faydalanmak.

5- Öğütte kişinin günahının açıklanmaması, aşağılanmaması ve kınanmaması.

6- Devam ve tekrar.

7- Öğüdün kısa tutulması.

8- Öğüdün açıklığı ve anlaşılırlığı.

- - - - - - - - - - - -


[1]     Nehcu’l-Belağa, 90. Hutbe, s. 73.

[2]     Kummî, Şeyh Abbas; El-Kunye ve’l-Elkab, C. 2, s. 167.

[3]     Bihâru’l-Envâr, C. 50, s. 211, 25. rivayet.

[4]     Sahih-i Buharî, C. 1, s. 34.

[5]     Bihâru’l-Envâr, C. 74, s. 110, Cevâmiu Vesaya-yi Resulullah ve Mevize ve Hikmet babı.

[6]     a.g.e.; C. 2, s. 287, 3. ve 4. rivayetler.

[7]     Nehcu’l-Belaga, s. 417, 312. Hikmet.

[8]     Bihâru’l-Envâr, C. 40, s. 336, 19. rivayet.

[9]     Kâfî, C. 2, s. 218, 3. rivayet.

[10]    Bihâru’l-Envâr, C. 47, s. 349, 50. rivayet.

[11]    Terbiyet-i Mektebî, s. 394, 86. rivayet, EL-Mustetref’ten nakille, C. 1 veya 2, s. 116.

[12]    Harranî, Ebu Muhammed; Tuhefu’l-Ukul, s. 283.

[13]    Mîzânu’l-Hikme, C. 10, s. 580, 21870 ve 21871. rivayetler.

[14]    Bihâru’l-Envâr, C. 43, s. 319, 2. rivayet.

[15]    Sahih-i Buharî, C. 1, s. 25.

[16]    Bihâru’l-Envâr, C. 68, s. 172, 4. rivayet.

[17]    Kâfî, C. 8, s. 50, 29. rivayet.

[18]    Muhammed Nur Suveyd; Munhaccu’l-Terbiyeti’n-Nebeviyye li’l-Tıfl, s. 40.

[19]    Bakara, 6.

[20]    Mutahharî, Murtaza; On Konuşma, s. 261.

[21]    Sünen-i Ebu Davud, C. 1, s. 248.

[22]    Nehcu’l-Belağa, s. 238, 204. Hutbe.

[23]    Kâfî, C. 8, s. 72, 29. rivayet.

[24]    Sünen-i Ebu Mace, C. 1, s. 6.; Enam, 153.

[25]    Nehcu’l-Belağa, s. 238, 204. Hutbe.

Editör: Hasan Bedel