.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İkinci Halife Ömer vefat etmeden önce altı kişilik şûra tayin etti. Sonra onlardan üç kişi geri çekildi. Daha sonra Abdurrahman b. Avfda kenara çekildi Osman ile Hz. Ali kaldılar. Neden Hazreti Ali ilk baştan hilafet hakkının kendisinin olduğunu ve Peygamber (s.a.a) tarafından bu hakkın kendisine verildiğini söylemedi? Acaba Hz. Ali’nin (a.s) Ömer’den sonra kendilerinden korktuğu bazı kimseler mi vardı?

İmam Ali’nin (a.s.) Resulullah’ın (s.a.a) ve İslâm’ın en cesur yardımcısı ve savunucusu olduğu hem dostları tarafından, hem düşmanları tarafından itiraf edilmiş bir konudur. Bu yolda Allah hariç hiç kimseden ve hiçbir şeyden çekinmiyor ve korkmuyordu. İslâm’ın yararı ve maslahatı için sükût edilmemesi gereken yerlerde kesinlikle bir saniye bile sükût etmezdi. Hz. Ali’nin cesaretini ve leyletu’l-mebit (Peygamber (s.a.a) hicret ettiği gecede Onun yatağında yattığı gece) ve İslâm’ın ilk döneminde gerçekleşen savaşlarda göstermiş olduğu olağanüstü fedakârlıklarını hangi insaf sahibi inkâr edebilir? İslâm’ın faydasının ve maslahatının iktiza ettiği her yerde İmam Ali kesinlikle sükût etmezdi, zerre kadar taviz vermez ve hemen harekete geçerdi. Peygamber’in (s.a.a) halifeliğini korumak için, kendisinden başka hiç kimsenin bu makama layık olmadığını açık bir şekilde sahip olduğu nüfuzlu hitabetiyle açıklamıştı. Kendisinin Peygamber’in (s.a.a) vefatından hemen sonra ve kimsenin araya girmemesi suretiyle Peygamber’in (s.a.a) halifesi olduğunu delillerle açıklamış ve böylelikle herkes için hücceti tamamlamıştı. İkinci halife tarafından tayin edilen altı kişilik şûrada da sahip olduğu özellikleri ve bu makama daha layık olduğunu söylemişti.

Bu şuranın geçmişi ve tarihçesiyle ilişkin tarih kitaplarında şöyle yazılmaktadır: “Ömer’in vefatı yaklaştığı zaman kendi halifesini tayin etmek için bir şûra kurmaya karar verdi. Bu doğrultuda kendi elçisini Kureyşliler’den olan aşağıdaki şahısların yanına gönderdi; Ali b. Ebi Talip, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf ve Sad b. Ebi Vakkas. İkinci halife bu şahısları topladı ve vefatından sonra bir evde toplanıp bu altı kişinin kendi aralarından birisini seçip ona biat etmeleri gerektiğini, biat etmeden toplandıkları evden çıkmamalarını emretti ve devam ederek şöyle dedi: “Bu altı kişiden dördü birisine biat eder birisi muhalefet ederse muhalefet edeni öldürün. Üç kişi biat eder ikisi muhalefet ederse ikisini öldürün.” [1]

Hem Şia[2]hem Ehl-i Sünnet kaynakları Hz. Ali’nin bu Şûrada kendi faziletlerini anlattığını, hakkaniyetini ve bu makama daha liyakatli olduğunu şura üyelerine ispat ettiğini nakletmişlerdir.

İbn Hacer Heysemîes-Sevaiku el-Muhrikeadlı eserinde şöyle yazıyor: “Ali altı kişilik şûrada uzun bir sohbet yaptı. Bu sohbetin bir bölümü bu şûra üyelerine yönelik idi. Bu bölümde şöyle buyuruyor:

“Allah aşkına ben hariç içinizde Peygamber hakkında “Sen kıyamet gününde cennet ile cehennem (ehlini) bir birinden ayıran bir kimsesin” sözünü söylemiş olduğu bir kimse var mıdır? Elbette ki yok.” [3]

İbn Ebi’l-Hadid Hz. Ali’nin (a.s) detaylı bir şekilde onlarla konuştuğunu, Ehl-i Sünnet arasında meşhur olduğunu kabul ediyor ve olayı daha geniş bir şekilde naklederek şöyle yazıyor: Ali (a.s.) altı kişilik toplantıda şöyle konuştu:

“Allah Resulü Müslümanlar arasında kardeşlik akdini kurduğu sırada içinizden birisini kendisi için kardeş seçti ve onu kendi kardeşi olarak içinizde ilan etti. Allah aşkına kendisi için kardeş olarak seçtiği o kimse benden başka birisi miydi?” Onlar hayır dediler!

Ali dedi ki: “Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu; “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” Peygamber’in (s.a.a) bu sözü hakkında söylemiş olduğu o kimse benden başka birisi miydi?” Onlar hayır dediler!

Ali dedi ki: “Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Harun’un Musa’ya oranla konumu ne idi ise sen de bana oranla aynı konumdasın. Ancak benden sonra peygamber yoktur.” Peygamber’in (s.a.a) bu sözü hakkında söylemiş olduğu o kimse benden başka birisi miydi?” Onlar hayır dediler!

Ali dedi ki: “Peygamber (s.a.a) Beraat Sûresinin iblağ edilmesi hakkında şöyle buyurdu: “Bu sûreyi ben ya da benden olan bir kimse iblağ etmelidir.” Peygamber’in (s.a.a) bu sözü hakkında söylemiş olduğu o kimse benden başka birisi miydi?” Onlar hayır dediler!

Ali dedi ki: “Acaba sahabe Peygamber’i savaşın en kritik ve zor durumlarında terk edip Onu yalnız bıraktıklarında, benim hiçbir zaman Onu terk etmediğimi ve bırakmadığımı bilmiyor musunuz?” Onlar yine Hz. Ali’nin sözünü teyit ederek biliyoruz, dediler!

Ali dedi ki: “İlk Müslüman olduğumu, Peygamber’e en yakın olduğumu bilmiyor musunuz?” Cevaben evet dediler!

Ehl-i Sünnet’in büyük şahsiyetlerinden bir kısım, Amr b. Vasile’den şöyle nakletmişlerdir: Amr şöyle diyor: “Ben şûranın üyesi olanların sözlerini kapının arkasından dinliyordum, Ali şöyle buyurdu:

“Halk Ebu Bekir’e biat etti oysa Allah’a yemin ederim ki ben ona oranla bu makama daha layıktım. Ancak ben, halk tekrar cahiliye ve küfür dönemine dönmesin ve Müslümanların arasında çekişmeler ve savaşlar çıkmasın diye sessiz kaldım... Daha sonra halk Ömer’e biat etti, oysa ona oranla ben bu makama daha layık idim, ancak yine İslâm dininin korunması için sessiz kaldım.” [4]

Bu rivayet biraz farklıklarla Ehl-i Sünnet’in diğer kaynak kitaplarında da nakledilmiştir.[5]

Şiilerin kaynak ve rivayetlerinde şöyle nakledilmiştir: Hz. Ali’nin sohbeti bittikten sonra şûra üyeleri kendi aralarında istişare etti ve şöyle dediler: “Biz Onun daha faziletli olduğunu, Onun hilafete daha layık olduğunu biliyoruz. Ancak Ali beytülmal ve diğer imkânları bölme noktasında hiç kimseyi başka bir kimseye tercih etmez. Onu halife seçersek diğer insanlara yaptığı muamelenin aynısını bize de yapacaktır.”[6]

Dolayısıyla şunu söylemek lazım: Şûra üyelerinin Hz. Ali’ye (a.s.) tek eleştirileri onun sahip olduğu adaletli olma yönüdür. Sakife olayında da Ali’yi, Ali’nin şakacı ve güler yüzlü olduğunu bahane ederek hilafet makamından uzaklaştırdılar.[7]Dolayısıyla onlar hakikati bildikleri halde Hz. Ali (a.s) onlara durumu çok açık bir şekilde tekrar hatırlatmıştır. Hz. Ali, bu makama tayin edildiğini belirten naslara dayanmadığını savunan anlayış ve algı katiyen doğru değildir.

[1]     Tabersî, Ahmet b. Ali, el-İhticac, İran, Meşhed, Neşr-i Murtaza, h.k. 1403, c. 1, s. 147.

[2]     Heysemî, Ahmet b. Hacer, es –Sevaiku’l-Muhrike fi Reddi ala Ehli’l-Bidat ve ez-Zındıka, 2. baskı, Mektebetu el-Kahire, h.k. 1385, s. 24.

[3]     İbn Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehcü’l-Belağa, tahkik: Muhammed Ebulfazl İbrahim, 1. Baskı, Daru el-İhyai el-Kutubi el-Arabiye, h.k. 1378, c. 2, s. 61.

[4]     Hindî, Muttaki, Kenzu’l-Ummal, Beyrut: Müessese-i er-Resul, h.k. 1409, c. 5, s. 724; İbn Asakir, Tarih-i Medine-i Dımeşk, tahkik: Şirî, Ali, Beyrut: Daru el-Fikr, h.k. 1415, c. 42, s. 434.

[5]     Harezmî, Muvaffak b. Ahmet, Menakıb-ı Harezmî, Kum, Müessese-i en-Neşri el-İslâm, h.k. 1414, s. 217.

[6]     Tabersî, Ahmet b. Ali, İhticac, İran, Meşhed, Neşr-iMurtaza, h.k. 1403, c. 1, s. 210.

[7]     Taberî, Muhammed b. Cerir, Tarih-i el-Ümem-i ve el-Müluk, Tahkik: Muhammed Ebulfazl İbrahim, Lübnan, Beyrut, Daru et-Turas, c. 4, s. 229.

Editör: Hasan Bedel