.
.

Bismillâhirrahmânirrahîm

Ali Rıza Akbulut



Giriş
Peygamberlerin daveti hususunda Ortadoğu merkezli nakiller, yer yer ateist ve deist çevrelerin itirazını beraberinde getirmesi hasebiyle, bu hususun ayet ve rivayetler kapsamında incelenmesi gerekir. Bu yazımızda getireceğimiz örneklerle, tevhidin uzak bölgelere eriştiğine dair, hem tarihsel, hem dinsel bakımdan belgeler ortaya koyacağız. Bu şekilde tevhit akidesi, şeriat izcilerinin mıntıkasının kapsamı, eski ümmetlere gelen müjdeler ve Ortadoğu'nun doğrudan veya dolaylı olarak dışına peygamberler geldiğine değinen rivayetler bulunduğu belirginleşecektir.

Hz. İbrahim'in davetinin evrenselliği vurgusu
Yahudi rivayetleriyle İslami rivayetlerin ortak içeriğine göre Hz. İbrahim'in (a.s) misafirperverliği ve daveti uzak mıntıkalara erişmiştir. İslami rivayetlerde, Ali ibn-i İbrahim zâlim Nemrud'un Hz. İbrahim'i (a.s) diyarından göçe zorlayınca, dünyadaki ulaşabildiği topluluklara "onun bayındır bir yerde meskunlaşmasına izin vermeyin" şeklinde mektuplar yazdığını nakleder. Bu sebeple Hazret Mısır'dan çıkınca bir müddet çöl yolu üzerindeki uzak her bölgeye giden kervanların geçiş yeri olan mıntıkadaki bir handa, kervanları bir-bir ağırlamaya başlar. Onlar da ondan görüp duyduklarını etrafa yayarlar. Bu şekilde risaleti, ateşte yanmama mucizesi ve misafirperverliği dünyada çok konuşulmaya ve günden güne duyulmaya başlar. [1]  Kuşları diriltme mucizesiyle ilgili zahiri tefsiri yaptıktan sonra İmam Bakır (a.s) bir rivayette şöyle buyuruyor: "bâtınî tefsiri ise şudur: "sözü taşıyabilecek kimselerden dördünü al, onlara ilmini emanet et ve yeryüzünün uzak taraflarına gönder. İnsanlarla senin arandaki hüccetlerin olsunlar. Sana gelmelerini istediğinde onları büyük isimle çağırırsın da Allah'ın izniyle koşarak sana doğru gelirler." [2]

Bu rivayetin senedi zayıf olarak addedilirse dahi, Hac suresinin 27. ayeti sebebiyle Hz. İbrahim'in hacca gelme nidasının dünyanın uzak yollarından duyulduğu ve Hac davetine icabet edenlerin olduğu malumdur. Bu rivayetlerimizde de çok vurgulanan bir konudur.
Bu konudaki senedi güvenilir bir hadisi aktarıyoruz:

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:


"Allah İbrahim ve İsmail'e beyti inşa etmeyi buyurduğu ve inşası bittiği zaman, rüknün üstüne çıkıp insanlara şöyle seslenmesi emredildi: "Hadi kalkın hacca" zira eğer "hadi hacca gelin" diye emretseydi o zamanda yaratılmış olan insanlardan başkası hacca gelmezdi. Velâkin o: "hacca kalkın" diye seslendi ve erkeklerin sulplarındaki insanlar lebbeyk dedi. Kim on defa dediyse on kez haccetti. Kim beş kez dediyse beş, kim fazla dediyse o miktarda. Kim bir kere dediyse bir kere Hac yaptı ve kim demediyse yapmadı." [3]



Rivayetin senedi muteber ve müvessaktır. Bu rivayetteki ifade şahsın takdiriyle ilgili yazılmış bir durumdur. Bir çok rivayetlerimizin ifade ettiğine göre, bu durum çeşitli ameller yapılarak değiştirilebilir. Örnek olarak:


1-Bir yıl düzenli olarak Nebe suresini okumak
2-Kâlûbelâ ahdinde kötülerden idiyse iyilerden olmayı dilemek ve bu içerikteki duaları okumak
3-Cuma günleri ve geceleri dua etmek
4-Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin (a.s) hürmetine Allah'tan bu tür meşru bir hâceti istemek
5-Arefe ve Kadir gecelerinin günü ve gecesinde dua etmek

Dolayısıyla bu rivayette Hac hususunda atalarının sulbunda lebbeyk demeyen kişinin Haccı yapmaması bu tür kötü bir takdiri iyiye doğru çeviren istisnaları uygulayanları kapsamamaktadır.

Diğer sahih bir hadiste "lebbeyk denmesi neden karar kılındı?" Sorulunca İmam Sadık şöyle buyuruyor:
"Allah Hz. İbrahim'e "insanları hacca çağır ki gelsinler sana yaya olarak..." buyurdu. O çağırdı. İcabet edildi ve bütün uzak yollardan lebbeyk diyerek geldiler" [4]
Bütün uzak yollardan ifadesi yeterli düzeyde dünyanın uzak mıntıkalarına delalet etmektedir.

Tarihte Hz. Musa'nın (a.s) şeriatını kabul edenlerin kapsamı

Hz. Musa'nın şeriatına tabi olan kimselerin hangi bölgelerde yaşadığına dair veriler, bu dinin eskiden İbrani olmayan birçok millet arasında yayıldığını göstermektedir. Örnek verecek olursak, kutsal kitabın Resullerin işleri kitabında, Hz. İsa'nın vasisi Şem'un'un okuduğu hutbenin dinleyicileri hakkında şöyle denmekte:
İmanlıların hepsi Kutsal Ruh'la doldular, Ruh'un onları konuşturduğu başka dillerle konuşmaya başladılar.
O sırada Yeruşalim'de, dünyanın her ülkesinden gelmiş dindar Yahudiler bulunuyordu. Sesin duyulması üzerine büyük bir kalabalık toplandı. Herkes kendi dilinin konuşulduğunu duyunca şaşakaldı. Hayret ve şaşkınlık içinde, “Bakın, bu konuşanların hepsi Celileli değil mi?” diye sordular. “Nasıl oluyor da her birimiz kendi ana dilini işitiyor? Aramızda Partlar, Medler, Elamlılar var. Mezopotamya'da, Yahudiye ve Kapadokya'da, Pontus ve Asya İli'nde, Frikya ve Pamfilya'da, Mısır ve Libya'nın Kirene'ye yakın bölgelerinde yaşayanlar var. Hem Yahudi hem de Yahudiliğe dönen Romalı konuklar, Giritliler ve Araplar var aramızda. Ama her birimiz Tanrı'nın büyük işlerinin kendi dilimizde konuşulduğunu işitiyoruz.” [5]

Metinde geçen mıntıkalara dikkat edilirse, İran'ın batısından doğusuna kadar, Mezopotamya, Şam bölgesi ülkeleri ve Anadolu'nun tamamı, Yunan adaları, Mısır ve Libya'nın Kayruvan (Kirene) bölgesine kadarki büyük bir mıntıkada yaşayan Yahudi ve Yahudiliği kabul edenlerden bahsediliyor. Tarihi açıdan, Roma şehrine Yahudilerin köle olarak götürüldüğü, Etiyopya ve Nubelilerden yerli Yahudilerin bulunduğu, hattâ bazı Çinli Yahudilerin anlatısına dayanan belgelere göre, Çin'e Yahudilerin Han hanedanı zamanında M. Ö. 220- M. S. 202 seneleri arasında ilk olarak geldikleri İran'dan göçüp  geldiği ve İslam şeriatından evvel Çin'de İsrail oğullarının bulunduğu kayıtlıdır. [6]

Yahudi olan Gayr-i İbrani kavimlere de peygamberler gelmişti

Sonradan Yahudiliği kabul edenlerin hepsi masum olmayan âlimlerin tebliği yoluyla mı bu bilgiye erişti peki? Bir çok delile dayanarak bu soruya hayır diyebiliriz. Bu husustaki cevapları başlıklar hâlinde vermeye çalışacağız.

Çin, Türk ve Fars bölgeleri
Öncelikle Çin'e bazı İsrailoğullarının gelişi  ve bunun Türklerle ilgisine değinelim:
Müfessirlerden Mukatil ibn-i Süleyman'ın bu husustaki bir nakli İlginçtir:

"Hz. Muhammed'e (s.a.a) verilen faziletlerden birisi şuydu ki, miraç gecesinde Musa'nın (a.s) kavminden Çin'in ötesinde bulunan bir topluluğu gördü. Zira ki İsrail oğulları emre isyan ederek, adaleti emredip Allah'a davet edenleri öldürdükleri vakit, bir grup: "Allah'ımız! Bizi bunların arasından çıkar" dediler. Allah dualarına icabet ederek, onlar için yerden bir tünel düzeltti, yanlarında bir nehir akıttı ve ışıktan bir lamba önlerine bıraktı. Beytül-Makdis'ten yerleştikleri yere kadar bir buçuk sene yol gittiler. Allah onları yerin altından çıkardı. Sürüngenler, canlılar ve yırtıcılara karışıp günah ve isyanın bulunmadığı bir ortama girdiler. Resulullah (s.a.a) Cebrail yanında olduğu hâlde onlara o gece geldi. Bunun üzerine onlar ona iman edip onu tasdiklediler ve o onlara namazı öğretti. Onlar gerçekten de Musa'nın (a.s) onları onunla müjdelediğini söylediler." [7]

Nakildeki verâ es-Sîn tabiri, büyük ihtimalle Çin'in Türklere ve Moğollara ait bölgesine işaret eder. Bu nakil ibn-i Abbas'tan da “Çin'e gidinceye kadar bir buçuk yıl yol gittiler sözüyle İsra 104 ayetinin tefsirinde gelmiştir. Hattâ Tabersî bunu Arâf 159 ayetinin tefsirinde İmam Bakır'dan (a.s) da aktarır. [8] Dolayısıyla, bu kavim, Hz. İsa döneminden önce Çin bölgesine erişmiştir ki, eğer bazı tarihçilerin verdiği M. Ö. 220- M. S. 202 tarihi doğru olursa, bu Teoman ve Oğuz Han ile özdeş görülen Mete Han dönemine veya sonrasına rastlar. Bunun teyidi olarak İbn-i Şehraşub'un nakline göre Hz. Muhammed'in (s.a.a) Türkler arasındaki lakabının bugünkü savacı, yani nebi/haberci kelimesinin Göktürkçe'deki şekli olan sabçı olduğu bilgisi ve Câbir-i Cufî'nin İmam Bakır'dan naklettiği rivayete göre, Türklerde İmam Ali'nin (a.s) isminin Batır-Batur (bahadır/pehlivan) olduğu zikredilebilir. [9] İlginçtir ki, Bahadır manasında Batur veya Bağatur ismi, Mete Han'ın orijinal ismidir. Câbir bu ismi şu şekilde şerh etmiştir: "O bir kaplandır ki, pençesini bir şeyin üzerine koyarsa (batırırsa) onu parçalar."[10] Bu şerh, Mukatil'in naklinde yırtıcı hayvanlara yapılan atfı hatırlatmaktadır. İsrailoğullarından öyle bir ortamda gelen ve yırtıcı hayvanlarla ünsiyet kurmuş bir aile geçmişi olup da, Batur isimli bir kralın halkına gelen bir peygamber olursa, İmam Ali'nin (a.s) kahramanlığından haber verince o ortamda maruf olan kaplan sembolünü kullanması mantıklıdır. Eğer Batur isminin diğer şekli, Farsça'dan Türkçe'ye giren kaplan anlamındaki Babür/Bebir olursa, bu Türklere gelen peygamberin aile geçmişinde İran tarafından bir göç bulunduğunu teyit edebilir. Türklere peygamber gelişi hususunda, ek bir bilgiyi "Irkıl Ata" denen mitolojik şahsiyet yoluyla da edinebiliriz. Bazı nakillere göre Oğuz Han'a vezirlik yapan bu şahıs, Şaman efsanelerinde üç yıl boyunca ölüleri diriltip doğuştan körlere şifa verir. Sonunda Yakut halkının baş putu olan Tanrı Ay Tigin kendisine: "hangi tanrıya güvenerek bunu yapıyorsun?" Diye sorar, o ise cevaben: "hiçbir tanrıya değil, kendime güvenerek yapıyorum" der. Sonunda ise yakılarak öldürülür. Eski Türkçe Irkıl kelimesinin manası "gelecekten haber verme" ve "gizli gerçeği açığa çıkarma" konusuna işaret eder. Dini literatürdeki beşaret, vahiy ve mükâşefenin anlamı da bu doğrultudadır. Muhtemelen bu efsanede, üç sene körü iyileştirip ve ölüyü diriltme ve bunu kendine güvenerek yapma konusu Hz. İsa'nın (a.s) bu iki mucizeyi yaptığı üç senelik risaletiyle paralel olarak uydurulmuş, yahut Türklere gelen o elçinin buna benzer bir durumu olmuştur. Batur ismiyle ilgili andığımız hususun bir benzerini İbn-i Şehraşub'un nakline göre Mısır halkı arasında Hz. Muhammed'in (s.a.a) el-Muhtâr yani seçilmiş lakabıyla anıldığını söyleyen nakilde görürüz. Zira Mısırlı birçok tarihçiye göre, Hz. Yusuf'un döneminin Sami krallara mensup yöneticilerinden biri olan Hyan veya Hıyaran adıyla anılan kralın isminin anlamlarından biri de seçilmiştir. Yani daveti kabul etmiş kralların halkına onların ismine uygun bir vasıfla sonraki bir peygamberin müjdelenmesi çok olası bir durumdur.

Çin'e gelen elçiler konusuna değinilirse, akla gelen ilk şahsiyet, Konfüçyus'tur. Peygamberlere benzer yönlerinden örnek verilecek olursa, Hz. İsa (a.s) gibi 72 öğrenci sahibi oluşu, Hz. Yusuf (a.s) ve rivayetlerimizde İran'a gelen kitap sahibi mürsel peygamber olan bilge Câmâsp (a.s) gibi yüksek devlet kademesinde vezir olarak yer alması, İslami ve tevhidi kavramların benzeri birçok hikmetli söze sahip oluşudur. Sık duyduğumuz "Peygamberlik iddia etmemiştir" sözü peygamber olarak addedilmemesi için yeterli bir delil teşkil etmez. Zira rivayetlerimizde peygamberliği ve risaleti vurgulanan Mecusi peygamberi Câmâsp (a.s), vezir ve bilge olarak meşhurdur. Onun peygamber olduğu bilgisini Şia kaynaklarında Peygamber Efendimizden (s.a.a) ve İmam Sadık'tan (a.s) gelen hadisler yoluyla öğreniyoruz. [12] Yine Selman-ı Fârisî'den gelen sahih rivayete göre, İran padişahlarından Rûdîn adıyla anılan bir muhtemelen Part şahlarından M. S. 1.-3. Asırlardaki Verdan veya Erdevan adlı şahlardan biri olan zalim bir padişahı hastalığı sonrası adalete ve imana yönelten İranlı bir peygamber tabip kılığında gelmiştir. [13] Yani o zamanlar halk tarafından ve devletçe ihtiyaç duyulan konumlara Peygamberlerin gelişi kaynaklarımızda belgelidir. Üstelik özellikle de Konfüçyus konusunda. Zira Şehit Mutahharî Çin'de İslam konusunu dile getirince resmi Çin kaynaklarına göre üçüncü halife Osman döneminde gelen Müslümanların elçisi bir mübelliğ Çin kralı tarafından çağrılıp inancının içeriği sorulunca kral Konfüçyus öğretisine olan benzerliği müşahede ederek, İslam'ı tebliğ edip mescit yaptırma etme hakkı tanıyor kendisine. [14]

Hazar ve Kafkas peygamberleri
Yine ibn-i Abbas'ın ve İmam Sadık'ın birer naklinde Hz. Hızır’la Hz. Musa ve Yuşa'nın buluştuğu yer olarak Azerbaycan ve Hazar denizinin ismi verilir ki, bu nakil oradaki  beşparmak dağı ve tarih yazımına göre eskiden Türkmenistan ile Abşeron yarım adası arasında bir kara hattı yolu olduğu ve Hazar denizinin birden fazla göl havzalarından oluştuğu sebebiyle, Mecmaul-Bahreyn vasfına uygundur.[15]

Yine İmam Musa Kâzım'ın (a.s) bir naklinde, Ashab-ı Ress'in kıssasını aktarınca Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Aras nehrine işaret edilir ki, buranın halkı kendilerine gelen otuz peygamberi bir ayda öldürmüş idi. Sonradan bir peygamberin destekçi bir veli ile geldiği, uzun müddet aralarında kaldığı, bu nebiyi öldürdükleri, velinin onlara karşı savaş ilan ettiği, azap belirtileri görülmeye başlanınca, az bir grubun iman edip mağaraya sığındığı içerikte bir kıssa detayla yer alır. [16] İmam Rıza'nın sahih hadisinde ise bunlara Hz. Süleyman döneminden sonra Yahuda kabilesine mensup bir peygamberin geldiği, bunların on iki kasabası. Nuh'un oğlu Yafis'in tufandan sonra orada ashap için ortaya çıkardığı bir çeşmenin yanına ekmiş olduğu bir çam ağacına taptıkları, Kadusi ve Ârî dilinde bulunan bazı kelimeleri kullandıkları ve Fars takvimindeki ayların bu on iki kasabanın aylık bayramları sebebiyle o kasabaların isminden alındığı geçer. [17] muhtemelen, rivayette Ermeniler arasında cesur vasfıyla anılan “Ferig" lakabının İmam Ali'ye verilmesi İmam Musa Kâzım'ın rivayetine göre kâfir kavme karşı savaş açan ve onlar azaba uğrayınca sığındıkları mağaradan gelip söz konusu velinin verdiği emirlere tâbi olan müminlere o velinin müjdesinden kaynaklanmış olabilir ki, eski Ermenice bazı edebi eserlerde Ferig tabirine rastlandığı söylenmiştir.


Afrika peygamberleri

İmam Ali (a.s) ve İmam Bakır'ın (a.s) zâtı ve gayrıyla sahih iki hadisinde, Büruc suresindeki Ashâb-ı Uhdud'un Habeşilere kendilerinden gelen Habeşistan (Etiyopya) Peygamberine işaret eder. Bu nakil şöyledir:
İmam Bâkır (a.s) sahih hadiste şöyle buyuruyor: "Allah Habeşî bir peygamberi kavmine mebus etti. O onlarla savaştı ve ashabı öldürüldü ve esir alındı. Onlara ateşten bir çukur kazdılar ve şöyle çağrı yaptılar: "kim bizim dinimiz üzereyse, kenara çekilsin ve kim bu nebinin dini üzereyse, ateşe girsin. Ateşe kendilerini atmaya başladılar. Bir kadın bebeğiyle beraber geldi. Ama yakılmış ateşten korktu. Bebek dile gelerek annesine: "sen de gir" dedi ve kadın da ateşe girdi. Bunlar Ashab-ı Uhdud'dur." [18]

İmam Bakır (a.s) Müminlerin Emiri Ali'den (a.s) aktardığı nakilde de yine bebeğin dile gelip zalimlerle yaşamaktansa ölümün daha hayırlı olduğunu dediği ve annesiyle beraber ateşe atıldıklarını buyurur. [19]

Bu olayın dönemi ile ilgili şöyle bir tespit yapmak mümkündür: Yahudi nakillerinde Etiyopyalıların Hz. Süleyman (a.s) döneminde Yahudiliği kabul ettikleri geçer ki bu, Hz. Süleyman'ın (a.s) devletinin kudretinin ününün etrafa yayılması ve Habeşistan ile komşu olan Sebe devletinin kraliçesinin bu şeriatı ve tevhidi kabul edişi hasebiyle mantıklıdır. Aynı şekilde Şii-Sünni nakillerine göre Hz. Davud ile Hz. Yunus dönemi aralığında yaşayan Hz. Lokman, İsrail oğullarından birinin özgür bırakılmış Habeşistan asıllı kölesidir. [20] Dolayısıyla Habeşistan peygamberinin daveti Hz. Davud'dan önce ve muhtemelen Hz. Musa şeriatı döneminde M. Ö. 15.-12. Asırlar arası bir dönemde vuku bulmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla bu peygamber askerî bir güce erişmiş ve iman edenleri çok olmuştur. Bu söz konusu davetin peygamberlerin davetinin askerî veya devletsel güç kazandığı dönemlere denk geldiğine işaret edebilir. Dolayısıyla, rivayetlere nispetle bu tarihle ilgili en öne çıkan hususlar, zamansal sırasıyla İmam Sadık'ın (a.s) bazı hadislerinde geçen Hz. İbrahim'in (a.s) Yemen'e askerî sefer düzenlediği dönem, Hz. Yusuf (a.s) zamanındaki kıtlık yoluyla Yemen'e kadar kıtlığın yayılması ve Habeşistan'a kadar uzayan ticari kervanlar veya İsrailoğulların Mısır'dan çıkışının ardından olan dönem aralığıdır. Nakillerde Habeşîler arasında İmam Ali'nin ismi Besrîk olarak geçer, Câbir Cufî bu hadisteki ismi: "karşısına çıkan savaşçılara saldırıp darbe vuran" olarak açıklar. Özellikle bu vasıf hasebiyle, bu ismin haberinin söz konusu nebi tarafından bildirildiği malum olmaktadır. Yine Zencilere gelen peygamber ile ilgili İmam Ali (a.s): "Allah-u Teâlâ Kur'an'da bize kıssasını anlatmadığı siyahi bir peygamber göndermiştir." [21] Buyurmaktadır. Bu peygamber kuşkusuz Kur'an'da geçen Ashab-ı Uhdud'un peygamberi olan Etiyopyalı siyahi peygamber değildir. Bilakis ibn-i Şehraşub'un naklinde Hz. Muhammed'in (s.a.a) Zencilerdeki ismi olan "Mehemmet" ismini kavmine aktarmış ve İmam Ali'nin (a.s) lakabı olan Heisar adını onlara bildirmiştir. İmam Ali'nin bu lakabının benzeri isimlerin mitolojik karakterler olarak kayda geçmesi, en az M. Ö. 3. yüzyıla kadar geri gitmektedir. Dolayısıyla Musevi metinlerinde Hz. Muhammed'in ismi olarak geçen Mahammad ve Mahmad ismi dikkate alınırsa örneğin:
Hezekiel 24:16:
"Ey Âdem oğlu! Gözüne bir okşamayla Muhammed'i Mekke'den getirmek üzereyim, o hâlde ağıt yakma, ağlama ve yaş dökme."

Ayetteki İbranice ifade "mim Mekâ et-Mahmad" (Mekke'den Muhammed'i) şeklindedir ve loqeah fiilinin manalarından biri getirmektir.

Dolayısıyla Zencilere gelen peygamberin de muhtemelen Hz. Musa'nın ümmeti döneminde M. Ö. 4. Asırdan evvelki ilk binyıl dahilindeki dönemde geldiği söylenebilir.

Aynı şekilde Şeyh Kerâcikî'nin nakline göre, Hz. Şuayb'ın (a.s) elçisi Hassân ibn-i Sinan el-Evzâî, İfrikiye bölgesine, yani Tunus ile Libya mıntıkasına gelip kavmi tarafından yaşlılık çağında hapsedilip bir çukura atılarak ölüme terkedilmiş olduğu ve baş tarafında kendini tanıtarak imana davet ettiği hâlde kendisine bunu reva görmüş olanlarla kıyamette hesaplaşacağını yazmış olduğu bir kitabe bulunduğu hâlde keşfedildiği nakledilmiştir. [22]
Bu nakil bize yaşlılık çağında olduğu vurgulandığı için, göründüğü kadarıyla bu elçinin uzun bir süre orada tebliğde bulunduğunu iletir. Eski Mısır tarihi kaynaklarından Libya ve Tunus bölgesinde şimdiki Berberlerin atası olan Tehenu, Meşveş, Lebu ve Temehu halklarının kabile konfederasyonları ve çobanlar hâlinde yaşadığını öğrenebiliyoruz. Yani Hz. Şuayb'ın bu elçisi, Berber halklarına gelmiştir.

Hint halkının kitap ve peygamber sahibi oluşu
Hindistan halkına gelen peygamberler hakkında şunu diyebiliriz ki, Câbir Cufî (r.a) İmam Bakır'dan (a.s) naklettiği İmam Ali'nin (a.s) hutbesinde, imamın Hindistanlılarda zikrettiği Kebker ismiyle ilgili şöyle bir şerhte bulunuyor: "Bunun açıklaması şudur ki, Hintlerde okumakta oldukları birtakım kitaplar vardır ki, onda Resulullah'ın (s.a.a) anılışı yer alır ve şöyle denir: “onun yardımcısı Kebker'dir ki, o bir işe azmettiğinde onu tamamlayıncaya kadar o işin peşini bırakmayan kimsedir."
Bu kitaplardan maksadın peygamberi kitaplar olduğu bellidir. Zira imam Ali (a.s) o isimleri sayarken "Kitap ehlinin Müslümanları nerede?" diye sormaktadır. İmam Bakır'ın (a.s) yakın tefsir öğrencisi Câbir'in bu şerhi o buyruğa bir atıftır aslında.

İmam Bakır'ın (a.s) has ashabından olan Câbir'in bu sözü mutlaka hadisi ondan işittiği imamdan aldığı bir bilgi doğrultusundadır. Dolayısıyla Hintlerin eline mürsel peygamberler ve ilahi kitaplar yoluyla bu tür müjdelerin yer aldığını öğreniyoruz. Peki buna diğer hadislerden bir karine bulabilir miyiz? Cevap kesinlikle evettir.

İmam Ali (a.s) Peygamber Efendimizden (s.a.a) şöyle nakleder: "Allah Azze ve celle peygamberlerden bir peygamberi kavmine mebus etti. O kırk yıl onların arasında kaldı fakat ona iman etmediler. Halk mabette bayram geçirdiklerinde peygamber onların peşinden gitti ve şöyle söyledi: "Allah'a iman edin." Onlar ise dediler ki: "eğer sen peygambersen Allah'a dua et de, bizim elbisemizin renginde bir yiyecek hazırlasın." Elbiseleri sarıydı. O peygamber kurumuş bir dal getirdi ve Allah'a dua ederek o dalı yeşertmesini istedi. Dal yeşerdi ve kayısı verdi. Hepsi o meyveden yediler. Kim o meyveden yiyince o nebinin eliyle Müslüman olma niyeti taşıdıysa, meyvenin içindeki çekirdek ağzından tatlı olarak çıktı.  Kim Müslüman olmama niyeti taşıdıysa, meyvenin içindeki çekirdek ağzından acı olarak çıktı." [23]

Rivayette dikkat çeken, insanların mabette geçirdikleri kutlamada sarı giyinmesidir. Yine üzerinde herhangi bir nakış bulunduğu belirtilmediği için, saf ve çizimi bulunmayan sarı renk olmalıdır. Bunun en maruf örneği, Hindulardır ki, bayramlarında eskiden beri âdet olduğu üzere, Dhoti ve Sari isminde sarı renkli, çizimsiz giysiler giymektedirler. Hattâ eskiden birçok fırkalarının bayramlarda sarı renkli giysilerle yetindiği söylenir. Eskiden Hindistan'ın bir parçası olan Pakistan rivayete uygun olarak dünyanın en çok kayısı üreten ülkelerindendir. Rivayetin Arapçasında İbranice toplanmaya yeri anlamına gelen ve Arapların kiliseye dedikleri kenise ifadesinin mabet anlamında kullanılması, Hindularda Pavlusçu Hristiyanlıktaki feda doktrininin benzerinin Krişna inancıyla onlarda da yer alması ve teslise olan inançları hasebiyledir. Dolayısıyla bu nebinin o bölgeye geldiğini bütün bu sebeplerle varsayabiliriz. Yani Hindulara gelen peygamberlerden birinin (ki zahiren nebidir ve Cabir'in kastettiği kitap sahibi olanlardan değildir) kırk seneyi aşkın uzun bir süre tebliğ ettiğini ve ona iman edenlerin de mevcut olduğunu anlıyoruz. Tarihçilerin yazdığına göre, Zülkarneyn'in Doğu'da uğradığı ve güneşe karşı bir örtüsü bulunmayan, yani imam Sadık'ın (a.s) hadisine göre elbise ve ev sahibi olmayan bir toplulukla karşılaştığı mıntıka, Pakistan'daki Taksila şehridir ki, bir dönem oradaki bir imparatorluğun başkenti olmuş idi. O şehrin etraf bölgelerinde giysi kullanmayan ve ev yapmayan, ormanlarda oturan, "çıplak filozoflar" manasındaki Gymnosophist ismiyle tanınan bazı münzevi tayfaları yaşıyordu. Tarih kaynaklarında Zülkarneyn olma adaylarından hem Büyük Dariyuş, hem de Makedonyalı İskender o şehre uğramıştır. Kur'an'daki seferlerinin sırası eğer zamansal tertip uygun olursa, Kiros dâhil, Dariyuş dışında hiçbir aday geriye kalmamaktadır. Buna makalenin ilgili bölümünde değineceğiz.

Hz. Danyal'ın İran'da ikameti, Kiros ve Berdiyâ
Mühim olan bir husus da şudur ki, mürsel olmayan bir nebi olan ve rüya tabiri yaptığı kutsal kitapta ve Ehl-i Beyt rivayetlerinde vurgulanan, Hz. Danyal (a.s) İmam Ali'nin (a.s) hadislerinde ve İslam tarihi olaylarında vurgulandığı üzere, İran'ın Şuş şehrinde vefat etmiştir. Hadislerimize göre Hz. İsa gibi Yahuda kabilesinden ve kraliyet ailesi soyundan Hz. Süleyman soyuna mensup olan Danyal, 15 yaşlarında M. Ö. 597  yılında Bâbil esaretine götürülmüş, Kiros'un M. Ö. 550 veya öncesinde İran'a yerleşmiş, 539 yılında Bâbil esaretinden Benî İsrail'i özgürleştirmesinin ardından seksenli yaşlarda vefatına kadar İran'da kalmaya devam etmiştir. Bu hususta ilginç bir hadis kaynaklarımızda göze çarpar.

İmam Rıza (a.s) buyuruyor ki: "kral Hz. Danyal'a (a.s) dedi ki: "sana benzeyen bir oğlum olmasını arzuluyorum" Danyal: "benim senin kalbindeki yerim nedir?"
Kral dedi ki: "en üstün ve büyük yerdir" Danyal şöyle dedi: "öyleyse (eşinle) ilişki kurunca kalbinin yönelişini bende kıl" İmam buyurdu ki: "kral böyle yaptı ve böylelikle Allah'ın yarattıkları içinde Danyal'a en fazla benzeyen bir oğlu oldu" [24]


Bu rivayetteki kral, Hz. Danyal Yahuda krallığının sonlarında bâliğ olduğu ve o bölgede bulunmadığı için onunla aynı hanedandan gelen İsrail oğulları krallarından değildir. Aynı şekilde Buhtunnasr rivayetlerimizde daima kâfir olarak Nemrud'la beraber anıldığı için, o da olamaz. Zaten sonlara doğru Hz. Danyal'a değer vermeye başlamış olsa bile, öncesinde uzun bir müddet ona ve bazı peygamberlere işkenceler yapmış idi. Bu kral tarihten de anlaşılacağı üzere Kiros olmalıdır. Zira hem Hz. Danyal ömrünün sonuna kadar uzun müddet ona yakın bir konum edinip yanında kalmış, hem de Hz. Danyal İslami kaynaklarda uzun boylu olmakla tanındığı gibi, Kiros'un uzun boylulukla tanınan ve Yunanlı tarihçiler tarafından "dev adam" anlamındaki Smerdis lakabıyla anılan Berdiyâ adında bir oğlu olmuştur. Dolayısıyla Kiros Hz. Danyal'ın İran'da ikameti döneminin sonlarına doğru mümin olmuştur. Hz. Danyal Bâbil esareti bitmeden önceki yıllarda dahi, Belşazzar'ın üçüncü yılından evvel, yani en geç M. Ö. 550 yılından itibaren İran'daki Şuş şehrinde bulunmuştu. [25] Dolayısıyla tarih açısından bu bilgi de Berdiyâ'nın doğum tarihine yakındır. Eğer Marduk putuna tapmayı içeren Bâbil taş yazıtı Kiros'un kendi itikadını simgeliyorsa -ki bu, Babilli putperest bir kahin tarafından yazılmasından dolayı tartışmalıdır- eğer Danyal kitabındaki övgüler doğru kabul edilirse en azından 539 senesinden, yani Danyal kitabının orijinalinin yazımından ve İsrail oğullarının esaretten kurtardıktan sonra, mümin olmuştur gibi gözükmektedir.

Kısacası İran'a gelen peygamberleri şöyle sınıflandırabiliriz:

Hadislere ve tarih yazımına göre İran'a gelen peygamberler

1-Zerdüşt (nebi olup olmadığı ihtilaflıdır), takriben M. Ö. 650-550 civarı
2-Mürsel ve kitap sahibi bir peygamber olan bilge Câmâsp (Hz. Resulullah (s.a.a) ve imam Sadık'ın (a.s) nakillerinde 12.000 sahifelik sığır derisine yazılmış bir kitabın sahibi olarak geçer) M. Ö. 600-550 Histaspes dönemi
3-Yahuda kabilesinden Danyal-i nebî (a.s) (İmam Ali'nin (a.s) nakline göre Babil esareti sonrası İran'da yaşar ve orada metfundur, İmam Rıza'nın (a.s) nakline göre zamanının şahı tarafından sevildiği için şahın ona benzer bir oğlu olur ki, Hz. Danyal uzun boylu olduğu gibi Kiros'un Berdiyâ adında uzun boylu bir oğlu olduğu belirttiğimiz üzere tarihte çok maruftur) M. Ö. 550-525 civarı İran'da ikamet etmiştir.
4-Hz. Harun soyundan Levili Nehemiyâ nebî (kutsal kitaba göre) M. Ö. 455-445 arası İran'da görevde bulunmuş M. Ö. 433-432 yılları arasında tekrar Kudüs'ten İran'a dönüp orada belli bir süre ikamet etmiş ve sonra Kudüs'e dönüp ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır
5-ismi kayda geçmemiş bir nebî: Rûdin/Verdîn (Farsça Erdevân veya Verdan) adındaki şah döneminde, tabip kılığına girip kralı adalete ve imana sevk eden, -zahiren mürsel olmayan- nebî bir peygamber (Hz. Selman'dan gelen sahih nakle göre) M. S. 1.-3. Asırlar ve Muhtemelen I. Erdevan ve Verdan dönemi M. S. 10-45 arası

Yine el-İhticac’da İmam Sadık'tan gelen mürsel (senedi belirtilmemiş) bir hadise göre, İran şahlarından Keyhüsrev, 300 peygamberi katletmiştir. Keyhüsrev'in normalde Siyaksaresle özdeşleştirildiğini biliyoruz. Destanlara göre Keyhüsrev Türkistanlılarla da savaşmıştır ve Siyaksares, Türkistan'ın bir bölümüne hâkim bulunur. Dolayısıyla bu nakle göre, bu peygamberlerden bazısının onlara karşı savaştığı Türklere gelmiş olması muhtemeldir.

Kısacası, İran'a kendi dini hükümlerini getiren bir veya iki peygamberin yanında, Hz. Musa'nın şeriatına amel eden sırasıyla kraliyet ve nübüvvet ailesine mensup iki nebi gelmiş, aynı şekilde Hz. İsa'nın (a.s) şeriatına amel eden bir peygamber de bulunmuştu ki, peygamberler kitabın yanında mizan ile geldikleri için, şeriat hükümlerini belirlemede Allah'ın verdiği ölçüde yetkiye sahiptiler. Dolayısıyla Mecusilerden kendilerine has hükümlere de sahip olmalarına rağmen, Benî İsrail peygamberlerini  onaylayan maruf şahsiyetler ve şahlar da bulunmuştur.

Avrupa'ya ve Anadolu'ya gelen elçiler

Bu hususta verilecek ilk örnek, peygamber efendimizden (s.a.a) ve İmam Ali’den (a.s) nakillerimizde geldiği üzere, ilk olarakcihat için  ordu tertipleyip savaşan peygamberin Hz. İbrahim olduğu bilgisidir ki, Hz. Lut'un Rumlar tarafından esir alındığını öğrenince, ordu toplamış ve onu onların elinden özgürleştirmiştir.[26] Bu naklin bir benzeri kutsal kitapta Elamlılar ile ilgili yer alır. [27] Fakat Şii kaynaklı her iki nakilde geçen Rumlular ifadesine en uygun örnek Hattiler veya Mittanilerdir ki, sonradan Hititlerin bölgesine dâhil oldukları için, Kızılırmağın kuzeyindeki Hattiler olabilir. Onlar Sodom mıntıkasına da daha yakın sayılırlardı. Rum denmesinin sebebi, hadisin buyrulduğu dönemdeki Bizans'ın Anadolu'daki topraklarına dahil oluşu sebebiyle olmalıdır. Zira bu dillerin hiçbiri, Rum dilleriyle akraba değildir, fakat bölgeleri sonradan Rum bölgesine dahil olmuştur.
Kutsal kitapta da, Hz. İbrahim'in bazı Hattilerle anlaşmalar yaptığı nakli yer alıyor. Dolayısıyla daveti onlara da ulaşmış idi.

Nakillerimizde peygamber olduğu vurgulanan Hz. Circîs, yarı Rum, yarı Yunan asıllıydı ve Musul'a gelmişti. Kimi tarihçilere göre eski Latince metinlerde adına put yapılmayan "si deus si dea sacr" (erkek veya dişiliği olmayan ilahi varlık) ifadesi Latinlerin eskiden tevhide inandığına ve aralarında muvahhitlerin de bulunduğuna, sonradan şirke bulaştıklarına işaret olarak görülüyor. [28] Yunanca'da buna "Agnostos Theos" (bilinmeyen Tanrı) dendiği ve ona cinsiyet ve cismaniyet addedilmediği, ona tapılan ve adına yemin edilen bir Tanrı'ya işaret edildiği biliniyor ki, Yunan coğrafya bilimcisi Pausanias (M. 110-180) ve Atinalı sofist Filostratus (170-247/250) Yunanlılardaki bu Tanrı hakkında bilgiler vermiştir. Elçilerin işleri ve Philopatris kitabına göre Yunanlılarda putu bulunmayan bu Tanrı'nın aynı zamanda kendine ait tapınakları da bulunmuştur ki, bu tapınaklarda kurban sunak yerinin üzerinde Agnostos Theos, yani “bilinmeyen Tanrı" yazıyordu. [29] Putperestliğe geçtikten sonra bile savaş ve âfetlerde bu şekilde andıkları bir varlığı dua ederek çağırdıkları söyleniyor.


Avrupalılara gelen elçiler hakkında Peygamberler tarihi okumalarında değinilebilir ki, Aristo'nun da merhum Şerîf-i Lâhîcî'nin senetsiz naklinde peygamber olduğu bilgisini yer alır. Her ne kadar bu sabit olmasa da, Aristo Metafizik kitabında putların yaratıcılığını reddedip bilge ve kudret sahibi tek bir yaratıcının inancını taşıdığını açıkça belirtir. [30] Metafizik kitabının Aristo'ya aidiyeti sabit olsa da, Hişam ibn-i Hakem'in ona reddiye yazdığı söylenen ve İslam felsefesinde bazen ondan alıntılar yapılan Etologia kitabının Aristo adına uydurulan bir eser olduğu tarihçiler, nüsha uzmanları ve bilim adamlarınca malumdur. Aşağıdaki açıklamada, Yunanca konuşan Makedon Helen imparatorluğunun başkentine gelen resuller ve Hz. İsa'nın Roma'ya gelen elçileri hakkında aktarım yaptık ki, merhum Şeyh Hibetullah Râvendî'nin Kısas-ı Enbiya kitabından okunabilir.

Yâsin suresindeki elçiler kıssasında Hz. İsa'nın üç havarisini Antakya'ya göndermesi kastedilmemiştir. Zira imam Sadık'ın (a.s) bu husustaki sahih hadisinde bu üç havarinin (Yuhanna, Toma ve Şem'un) -ki sadece üçüncüleri olan Şem'un'un adı verilir- Antakya'ya geldiğinde mucizeler gösterdikten sonra, şehir halkının hepsi iman eder. Ancak o rivayette Habîb-i Neccâr'ın bir rolü olmadığı ve hiç anılmamasının yanısıra, hadisin Yasin suresinin tefsiri olarak buyrulduğu hiç belirtilmemektedir. [31] Kur'an-ı Kerim'deki metne uygun olan ve tefsir için söylenen, Habîb-i Neccar'ın olayda dahil olduğu nakil, Antakya'ya Helen Seleukos imparatoru III. Antiohos (M. Ö. 222-187) döneminde devletin başkenti Antakya'ya geldiği belirtilen Sadık, Saduk ve Şalûm isimli üç resulden bahsedilen nakildir. Anlaşıldığı kadarıyla kral o esnada şehirde bulunmamakta ve seferdedir. Fakat o bölgede resmi olarak Yunanca ve Aramice konuşulmakta, dolayısıyla Habib ismine de tarihi açıdan rastlanılır bir bölge ve zaman dilimidir. Hz. İsa'nın (a.s) üç elçisi ile ilgili buyruğun tefsir olarak buyrulmadığının bir başka teyidi, İmam Sadık'tan gelen şu sahih nakildir:

"İsa aralarında yedi-sekiz yaşına gelinceye kadar kaldı ve onlara yediklerini ve evlerinde biriktirdiklerini haber vermeye koyuldu. Sonra önlerinde ölüleri diriltmeye, alaca hastalarını ve doğuştan kör olanları iyileştirmeye başladı. Onlara Tevrat'ı öğretiyordu. Halka hücceti itmam etmek istediğinde, Allah ona İncil'i indirdi. Rum'a bir adam gönderiyordu ki, kimi tedavi etse, hastalığından kurtuluyordu. Doğuştan kör olanları ve alaca hastalarını iyileştiriyordu. Sonunda bu haber, krallarının yanında anıldı. Adamı onun yanına getirdiler ve ona: sen doğuştan körleri ve alaca hastalarını iyileştiriyor musun? O: "evet" deyince yanına göz çukurları bulunmayan ve hiçbir vakit bir şey görmemiş olan bir adam getirdiler. O iki ufak parça alıp onlardan birer kalıp yapıp adamın gözlerine bıraktı. Dua etti ki birden adamın gözleri görür oldu. Kral onu kendi yanına oturtup, "yanımda kal ve şehrimden çıkma" dedi. Onu kendi yanında en iyi konuma yerleştirdi.
Sonra Mesih ikinci bir adam gönderdi ve ona ölüleri onunla dirilteceği şeyler öğretti. Adam Rum'a geldi ve "ben kralın tabibinden daha bilgiliyim" dedi. Krala bunu anlattılar. Kral "onu öldürün" deyince tabip: "onu öldürme ve huzuruna getirt, eğer yanlışını görürsen öldürürsün ve bir kanıtın bulunmuş olur"
Adam yanına getirtildi ve bunun üzerine: "Ben ölüleri diriltiyorum dedi" kral ve halk bineklerine binip kralın o günlerde vefat etmiş olan oğlunun kabrine gittiler. Bunun üzerine Mesih'in elçisi dua etti ve birinci elçi olan tabip de âmin dedi. Kabir yarıldı ve kralın oğlu çıkıp yürüyerek babasının kucağında oturdu. Kral: "oğulcuğum, seni kim diriltti?" dedi. Oğlu bir bakıp "şu ve şu" dedi. O ikisi: "biz Mesih'in sana gelen elçileriyiz. Sen onun elçilerinden bir şey dinlemiyor ve sadece öldürülmelerine emir veriyordun.” O onlara tâbi oldu. Bunun üzerine onun hususunu öyle büyüttüler ki, Allah düşmanları onun hakkında dediklerini dediler ve Yahudiler onu yalanlayıp öldürmek istediler." [32]

Râvendî, Kısas-ul-Enbiya

Bu rivayette Hz. İsa'ya İncil'in inmesi ve hücceti tamamlamak istemesi, Seir dağında inzivaya çekildiğinde, 29-30 yaşında iken baş vermişti. Dolayısıyla Hz. İsa'nın çocukluğunda gerçekleştirdiği kuş diriltme ve yiyilip stoklanan gıdalardan haber vermesi türünden nübüvvet mucizelerinden sonra üç yıllık aktif risalet tebliği, doğumu M. Ö. 4 senesinde olduğuna göre, Miladi 26-29 arasına tarihlenir. Bu dönemde tevhit ve şeriatını tebliğ için Rum bölgelerine elçiler göndermiştir. Hadiste ilk gelen elçinin irsali için yeb'asu, yani gönderiyordu şeklindeki muzâri fiili, sürekliliğe işaret eder. Yani hastalıkları iyileştiren ilk elçinin bu vazifesinin bir müddet bölgedeki Roma hariç, Avrupa'daki diğer bazı yol üzerindeki mıntıkalara da uğrayıp tebliğ ve şifa görevini sürdürdüğünü gösterir. Yani Hz. İsa'nın davetinin göğe çıkmasından önceki son seneleri dahilindeki, Avrupa'nın da belli bir bölgesinde duyulur aktif şekilde tebliğ edildiğine işaret eder. Bu rivayette Rum ifadesinin karşılığı Roma'dır ki, o dönemde orada Tiberius'un yerine aslî olarak, onun yokluğunda 26-31 seneleri arasında Seianus hüküm sürüyordu. Seianus'un Yahudiye eyaletinin Hz. İsa dönemindeki valisi Pontius Pilatus'u atamada rolü malum bir husustur. Seianus Hz. İsa'yı inkâr eden Yahudilerce de düşman olarak görülüyor, sonunda 5 senelik defacto yöneticiliğin ardından, şüpheli suçlamalarla, imparatora suikast düzenleme teşebbüsü ithamıyla Tiberius tarafından idam edilmiştir. Birçok tarihçi ortamın şartları hasebiyle bu suçlamanın büyük ihtimalle asılsız olduğu kanaatindedir. Seianus’un oğullarından birisi babası idam edildiği senede on iki yaşında olduğu, diğeri onunla aynı senede doğmuş olduğu hâlde 23 Miladî yılında dört yaşında öldüğüne göre, rivayetteki bilgiye uygun olarak, dirildiklerinde babalarının kucağında oturabilecek yaştadırlar. Dolayısıyla rivayetin içeriği tarih yazımına uygundur. Tek uygun görülmeyen bilgi, Hz. Davud ile arasında 480 yıl olduğu bilgisidir ki, bu bilginin bir benzeri tefsîr-i Ayyaşî'nin başka bir hadisinde de 460 yıl şeklinde geçer. Fakat her iki nakilde erbaamie (400) ifadesi tis'amie (900) tabirinin hatalı yazılışı olabilir. İkinci ihtimal ise, metinde Arapça tabirlerde alışkın olunduğu gibi, bu zaman aralığının iki kez tekrarlanması gerektiğinin yer aldığı, fakat ravinin bu tür bir ifadeyi nakilde yanlışlıkla atlamış olmasıdır ki, bu tür hatalar sahih nakillerde dahî az rastlanan bir durum değildir. Bu durumda ilk 460-480 sene, Hz. İsa ile Hz. Uzeyr arasındaki İsrailoğulları nebilerimin ekserisinin gaybet dönemine, ikinci 460-480 sene Uzeyr (a.s) ile Hz. Davud (a.s) arasındaki dönemde nebilerin çoğunun aşikâr şekilde peş peşe geldiği döneme işaret eder. Zira tarihte kesin olduğuna ve büyük müfessir Ali ibn-i İbrahim Kummî'nin naklinde geçtiğine göre, Hz. Davud ile Hz. İsa'nın asrının arasında takriben Kamerî 1100 sene, yani on bir asır, Hz. Musa ile Davud arasında 500 sene, yani beş asır vardır. Bu hem kutsal kitabın krallar kitabındaki veriye, hem de Hz. Yuşa ile Davud arasında dört yüz yıl ve 11 vasi geldiğine değinen hadislere ve tarihe uygundur. [33]


Allâme Şerif Lâhîcî'nin mürsel bir naklinde Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) İskenderiye'den dönüşünde gördüklerini aktaran Amr b. As Aristo'ya lanet okuyunca: "Ona lanet okuma. Muhakkak ki Aristo bir peygamber idi fakat halkı onu tanımadılar" buyurduğu geçer. Bu naklin senedi yoktur ve Amr bin As'ın Hz. Peygamberden sonraki dönemde İskenderiye'ye gittiği bilinir. Fakat Aristo'nun büyüğü ve kendisi gibi tevhide inanan Eflatun'un üstadı olan muvahhit Sokrat'ın, tevhide eğilim konusunda kimliği bilinmeyen bir rahipten etkilendiği söylenir. Bu rahibin peygamber olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Zira hadislerimizde nebiler müstahfî ve müsta’lin, yani gizli davet yapanlarla aşikâr davet edenler şeklinde iki sınıf olarak nitelendirilmiş, gizli davet yapanlardan Kur'an'da hiç bahsedilmediği belirtilmiştir. Dolaylı teyit olarak, Aristo'nun kendisine vezirlik yaptığı İskender'in davranışlarından onun tarihini anlatan Plutarch'ın temel kaynak niteliğindeki eserinde geçen üç husus dikkat çeker:

1-uyumadan önce ellerini ve yüzünü yıkama
2-seher ve gece herkes uyuduğu vakit ibadete kalkma
3-hürmet ettiği bir kitabı yanında taşıma[34]


İskender’in yanında taşıdığı bu söz konusu kitap, eğer sonradan tevhide yönelmiş olduğu doğru kabul edilirse -ki Aristo’nun muvahhit oluşu hasebiyle mümkün, fakat kesin değildir- o rahipten veya başka bir peygamber tarafından İskender'in eline geçmiş semavi bir kitap olabilir. İskender Antik Makedonca ve Yunanca konuştuğu için, yüksek ihtimalle mezkûr kitap, bu iki dilden birinde olmalıdır. Şehid-i Sânî Lüma şerhinde, eski ümmetlerden bazısının ibadetlerini gündüzün erken saatlerinde ve geceye doğru yaptıklarını nakletmiştir ki, Plutarch'ın belirttiği İskender'in bu âdetleri bunun bir teyidi olabilir. şarap içmesi konusu eğer doğruysa şöyle açıklanabilir:
İmam Sadık (a.s) sahih bir hadiste buyuruyor ki:

"Allah-u Teala hiç bir peygamberi mebus etmedi ki, ilminde dinini onun için kâmil ettiği zaman, şarabın haramlığının da içinde olacağı bulunmasın. Şarap her zaman haram olagelmiştir. Lakin din bir özellikten başka bir özelliğe geçiş yapar ve eğer başından tek seferde olsaydı, insanlar dinden kopup dinsiz olurdu."[35]

Rivayetlerimize göre peygamberler hiçbir zaman şarap içmemişlerdir. Fakat diğer çoğu peygamberler dahil, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.a) de başlangıçta halka ahlâkî açıdan şarabı yasak edip ondan sakındırarak, sonradan umumî şekilde resmen yasaklığını ilan etmiştir. Bu Hz. Yusuf'un hapisteki iki dostunu tevhide davet ederken neden o aşamada hemen hapisten kurtulacak olan şarapçıyı krala şarap sunmaktan menetmediğini de açıklar. İslam tarihinde sabit olduğu ve Sünni kaynaklarında da geçtiğine göre Hz. Abdulmuttalip (a.s) ve Hz. Ebu Talib (a.s), kendileri için şarabı haram olarak görüyordu ve bazı Ehl-i Sünnet alimleri tarafından sahih görülen bir hadiste, Muaz ibn-i Cebel Peygamberden (s.a.a) şöyle nakleder: "Allah-u Teâlâ'nın beni ilk sakındırdığı şeyler, putperestliğin ardından, şarap içmek ve insanlar hakkında kötü konuşmak idi."[36]

Yine Ebu Cehil Hz. Peygamberin davetine karşı çıkınca şöyle demişti: "O yalancıdır. O şarabı ve zinayı haram etmiştir."[37]

Eğer İskender'in şarap içtiği bilgisi doğruysa, ya haramlığı bilgisine erişmemiş, ya da eriştikten sonra bırakmış olabilir.
Hz. Süleyman'ın krallığı ve nübüvveti döneminde konuştuğu diller ile ilgili İmam Sadık'tan (a.s) bir hadiste, Süryanice, İbranice, Arapça, Nebatice, Farsça ve Rumca geçiyor. [38] Süryanice bilindiği üzere Aram dilinin Hristiyanlarca kullanılan sonraki ismidir. Rumcadan maksadın ne olduğuna baktığımızda, o dönem konuşulan, Rum dillerinin en eskisi olarak karşımıza Hititçe çıkmaktadır ki, özellikle de Anadolu'da konuşuluyordu. İmam Ali'nin (a.s) Ashâb-ı Kehf ile ilgili hadisinde, şehirlerinin ismi Efesus olarak belirtilir. [39] Efes mağarası, giriş kısmının mabet niteliğinde katakomp olması, katakombun duvarlarını Ashab-ı Kehf hakkında bazı çizimler taşıması,  kuzeye doğru bakması vb. yönlerden, Kur'an'daki vasfa da uygundur. Diyanet tefsiri, güneşin doğuşu ve batışı ile ilgili ayetten mağaranın girişinin kuzeye veya kuzeybatıya bakması gerektiği sonucuna varır. Efes mağarası da kuzeye, çok az bir miktar kuzeydoğuya bakar ve Ayetullah Mekârim tarafından bu vasıf da uygun olarak belirtilir. Ashab-ı Kehf'in zamanında şehirlerinde hüküm süren Decianus adındaki vali zamanında iman ettikleri belirtilir. Aynı hadise göre bu altı kişi Rum patrisyenlerinin oğludur. Dolayısıyla Latin asıllı ve Romalıdırlar ve muhtemelen bazısının babaları senato üyeliği yapmışlardı. Rivayette Decianus'tan önce gelen valinin salih biri olduğu geçer. Salih ifadesi Arapça iyi olmaya delalet etse de, dini açıdan kralın iman ehli olup imanını gizli tutması ve âdil olması da kastedilmiş olabilir. Hz. İsa'nın havarilerinden Yuhanna'nın Efes'te vefat ettiği söylenir. [40] Yuhanna vahyinin yazarı bölgedeki Patmos adasında yaşayan Yuhanna ise, peygamberleri kardeşi olarak adlandırdığı için, ya peygamber olmuş olmalıdır. Nitekim İmam Sadık'ın bir hadisinde, Hz. İsa'nın fetret dönemine kadarki vasilerinin içinde peygamberler de bulunduğu anlaşılmaktadır. Yuhanna ismi Yahya'nın İbranice karşılığı olduğu için, muhtemelen bazı rivayetlerde Hz. Şem'un'un birinci veya ikinci vasisi olarak ifade edilen Yahyâ, ya Zebedî oğlu Yuhanna, ya da Şem'un'un oğlu Markus Yuhanna'dır. [41] Yuhanna vahyinin telifi 68 veya 90-96 yıllarına ait kabul edilir. [42] Dolayısıyla ilk valinin Efes'te Hristiyanların faaliyetlerine engel olmayışı ve Yuhanna vesilesiyle tevhitle ilgili bilgiler edinişi hasebiyle salih olarak nitelenmesi, onun öncesinde Yuhanna'nın bir adada sürgün hayatı yaşadığı kuvvetle muhtemeldir. Büyük ihtimalle, Ashab-ı Kehf Yuhanna vahyinde yer alan Peygamber-i Ekrem'in miracı, yöneticiliği ve Mekke'deki on iki meyve hususundaki bilgilere erişmişlerdir. Teyit olarak şuna değinilebilir ki, Ashab-ı Kehf'in Maximillian'dan sonra başındaki ikinci kişi olan hadise göre Romalı patrisyen Constantinus veya Castinus'un oğlu olarak anılan Iamblichus, mülk kökünden Latinceleşmiş Aramice bir isme sahiptir. Dolayısıyla büyük ihtimalle annesi Suriye asıllı bir cariye olmuştur ve kendisi Yuhanna vahyinin orijinal dili olan Süryanice'ye hâkim olup bu bilgiye erişebilmiştir. Diğer rivayetlerde de geçtiği üzere çoban haricindeki diğer Ashâb-ı Kehf, öldürülmeden korunmak için kafirlerin bayramlarına katılarak onlar gibi davranıyordu.[43] Onlardan her iki üçlü grup, ikişer ikişer akideyi açığa vurma konusunda anlaşarak iman ettiklerini birbirlerinden şehir dışında bir yerde oturunca tevhit akidesini dile getirmeleri yoluyla öğrendi. [44] Dolayısıyla uzun bir müddet boyu iman etmişler, hepsi imanlarını en gençleri olan Yemliha (Iamblichus) imanını belirtince açığa vurmuşlardı. Uyandıkları tarih olarak Theodosius dönemi, 440 veya 446 senesi verilmektedir. Eğer tarihiyle ilgili verilen krallığının 38. senesinde ifadesi, babasıyla ortak krallığı kastedilirse birinci, tek başına kral oluşu kastedilirse ikinci tarih doğrudur. Hz. İsa döneminden önce olduklarına delalet eden "nebimiz İsa onlardan bize haber vermiş, dirileceklerini söylemişti" ifadesi Şia kaynaklı değildir ve  Şafii âlimi Salebî'nin el-Arâis kitabındaki versiyonda geçer, fakat diğer Şii-Sünni versiyonlarda hiç yer almamakta ve yer aldığı nüshalarla ilgili oradan alıntılandığı belirtilmektedir. [45] Dolayısıyla Hz. İsa (a.s) döneminden sonraya ait bir olay olduğunu ve verilen tarihin doğru olduğunu kabul edebiliriz.

Azteklerde tevhit inancına mensup kral
Yine Amerika yerli haklarından olan Azteklerde, Kolumbus Amerika'ya gelmeden bir kuşak önce 46 yıllığına kral olan Nezahual Coyotl (oruç tutan Coyotl) ismindeki bir kralın Tloque Nahuaque adında, ismi "her yerin Rabbi" anlamına gelen madde ve cinsiyetten münezzeh tek Tanrı olarak gören o dönemki oldukça eski geçmişi olan bir dini akımın mensubu olduğu, fakat emrindeki çoğu görevliler putperest olduğu için, insan kurban etme âdetinden vazgeçmek şartıyla onlara inançta özgürlük tanıdığı ve tek Tanrı adına dokuz katlı bir tapınak yaptığı, şiir ve edebi eserlerinde Hz. Süleyman ve onun cinlere hakimiyeti kıssasına benzer motifleri bulunduğu tarihçilerce bilinen bir konudur. Bu muvahhit kral kendi döneminde halkına kültür, bilim, inşaat ve tarım alanında büyük ilerlemeler kaydettirmiştir. [46] Nitekim İran asıllı ve Zülkarneyn olmaya uygun görülen Ahamenişli büyük Dariyuş da, tek Tanrı'ya "Ahuramazda" adıyla hitap ediyor, insanları ya onun gibi tek Tanrıya bağlanmaya, ya da tek Tanrıyı bütün putlarının üstünde görmeye yöneltiyordu. Bu yüzden kendisi dualarında ve şükranlarında Tanrı olarak sadece onu anıyor, resmiyette ise imparatorluktakilerin çoğu putperest olduğu için, "tanrıların Tanrısı" tabirinin de kullanılmasına izin veriyordu. [47]

Hadislerimize göre, Kur'an'da Ortadoğu dışındaki kavim ve fertler

1-Ashab-ı Uhdud (Buruc 4-10):
İmam Ali (a.s) ve İmam Bakır'ın (a.s) zatıyla ve gayrıyla sahih olan hadislerine göre, Afrikalı siyahi Habeşistan (Etiyopya) peygamberinin kavmi

2-Hz. Lokman (Lokman, 12-13):
İmam Ali'nin (a.s) hadislerine göre, İsrailoğullarından birinin Etiyopyalı siyahi ve özgür bırakılmış bir kölesiydi ki, Hz. Davud ile Hz. Yunus dönemi arasında (M. Ö. 11.-9. Asırlar) yaşamıştır.

3-Ashab-ı Ress (Furkan 38, Kaf 12):
İmam Kazım'ın (a.s) bir hadisi ve İmam Rıza'nın (a.s) İmam Ali'den (a.s) sahih nakline ve ibn-i Abbas'ın sözüne göre
Kendilerine 32 peygamber ve 1 veli gelen Azerbaycan-Ermenistan sınırı Aras nehri halkı

4-Mecus (Hac 17):
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) İmam Ali (a.s)  ve İmam Sadık'ın (a.s) hadislerine göre İran peygamberlerinden kitap sahibi Camasp peygamberin kavmi (İran'a Peygamberlerin geldiği ezcümle Ehl-i Beyt'in Selman-ı Farisî'den naklettikleri sahih rivayete göre sabittir)

5-Ashab-ı Kehf (Kehf, 9-22):
İmam Ali'nin (a.s) hadisine göre, bugünkü İzmir'deki Antik Efes (Ephesos) kentinde yaşayan Decianus adlı müşrik valinin hizmetinde bulunup, tevhide itikat edip onun zulmünden kaçan altı patrisyen (Roma soyluları) asıllı mağara yareni, bir çoban ve onun çoban köpeği

6-Yecüc ile Mecüc (Kehf 94, Enbiyâ 96):
Ukrayna ile Kırgızistan arasındaki bölgeye yerleşmiş ve İskitlerin bir bölüğü olan Saka halkının iki tane kabilesi

7-Mecma'ul-Bahreyn (Kehf 60):
İbn-i Abbas (r.a) ve İmam Sadık'ın (a.s) nakline göre Abşeron yarımadasının etrafı, yani Azerbaycan'daki Hazar nehri kenarı

8-Zülkarneyn:
Kur'an'daki seferlerinin sırasına ve set yapma bilgisine göre, adil ve muvahhit İranlı şahlardan Ahameniş İmparatorluğunun en kudretli şahı I. Dariuş

9-Mağrib eş-Şems (Kehf 86):
Mısır ile Libya arasındaki bölgede bir çöl arazisi ve oradaki bir putperest tapınağının yakınındaki halk (Dariuş'un M. Ö. 518 yılındaki askeri seferi)

10-Matli-uş-Şems (Kehf 90):
İmam Sadık'ın (a.s) hadisine göre Doğu taraflarında bulunan ve giysi ve ev yapmaktan sakınan, tarih bilgisine göre Kuzey Pakistan'daki Taksila şehrinde yaşayan ve muhtemelen Hindu veya Caynist olan Gymnosophist (çıplak filozoflar) münzevileri (Dariuş'un M. Ö. 516 yılındaki seferi)

11-Dilden anlamayan kavim (Kehf 93)
Antik Güney Kafkas halkı
(Dariuş'un M. Ö. 513 yılı civarı Kafkas seferi)

12-Sedd-i Zülkarneyn (Kehf 94-98)
İmam Kazım'ın (a.s) hadisine istinaden Dağıstan yakınında ve Gürcistan bölgelerindeki bir set
(I. Dariuş'un ayrıca Kafkas'ta Sakaları geri püskürtmek için 13 km uzunluğunda setler yaptığı tarihte kaydedilir)


Şia fıkhında "Kitabı bulunulduğunda kuşkulanılanlar" ilkesi

Şeyh Tusi Ehl-i Kitap olduğu sabit olanların yanında, kendileriyle Ehl-i Kitap gibi muamele edilmesi gereken "kitabı bulunduğunda şüphe edilenler" tabirini kullanmıştır. Rehber Seyyid Hameneî, bu hususla ilgili verdiği yüksek düzey hâric-i fıkıh dersinde şöyle diyor:

"Her ne kadar "kitabı olduğu şüphesi bulunan" tabirinin hadislere dayalı bir kökeni olmasa ve ilk kez Şeyh ut-Tâife'nin Mebsut kitabında Zerdüştleri kitabi olma şüphesiyle Hristiyan ve Yahudilerin yanında zikretmişse de, İbn-i Berrac, Muhakkık Hillî ve Allame Hillî gibi diğer Şia fakihleri bu ifadeden genel bir tabirle istifade etmişlerdir. Onların sözlerinin gelişinden istifade olunabilir ki, bu tabir Zerdüştlere has değildir ve hükümlerinin felsefesine işaret edilmiştir. Zira eğer böyle olmasaydı, fakihlerin Zerdüştlerin adını anmaktan sakınıp genel anlamda bu tabiri kullanmalarının bir açıklaması olmazdı. Binaenaleyh bu adlandırma Zerdüştiler gibi kitap sahibi oldukları "şüphesi bulunan" Bütün din ve fırkalara şamil olmaktadır." [48]

Rehber Hameneî'nin bu açıklaması çok isabetlidir ve buna binaen Şia fıkhında İslam hukukçuları tarafından tevhidi içeren ve İslami inanca benzerliği olan Konfüçyanizm gibi akımlar incelenerek, kitabi olma ihtimali verilirse, onlar da şer'an Ehl-i Kitabın hükmünü taşıyabilirler. Aynı şekilde Câbir-i Cufî'nin Hintlerde bulunan peygamberi müjdeler içeren kitaplar konusundaki açıklaması dikkate alınırsa, İslam öncesinde oluşmuş fırkalardan Hindularda tevhidi inanışa tâbi olanlar bulunduğu takdirde, onları da kitabi olma ihtimalinin kapsamında değerlendirmek mümkündür. Hz. Nuh'un (a.s) yedi temel kanunu hususunda tek açıklama eski Ahitte değildir. Bilakis İmam Ali (a.s) ve imam Muhammed Taki'nin (a.s) bu yedi renkli gök kuşağının Allah-u Teala'nın tufandan sonra Hz. Nuh ile olan ahdi olduğunu buyurmaktalar. [49] Anlaşıldığı kadarıyla bu kural, sonraki devlet sahibi veya yetkilisi olan peygamberler ve salihler için İslam'daki cizye kuralı gibi bir kaide olmuştur. Yine kitap sahibi peygamberlerden rivayetlerimizde Hz. Hud, Salih ve Şuayb da belirtilmektedir.[50]

Sonuç

Afrika kıtasındaki halklardan Mısır'daki Kıptîler, Etiyopyalı Habeşîler, Libya ve Tunus'taki Berberî halklar ve Zencilere peygamberler geldiği bilgisi elimizdeki rivayetlerden istifade ediliyor. İran'a gelen dört ilâ beş peygambere İslâmî ve kitabi dini metinlerde değinilmiş, Kafkas bölgesinde Aras nehrinin kenarındaki bölgeye otuz iki peygamber ve bir veli gelmiştir ki bu peygamberlerden iki tanesi ve veli, uzun müddetli tebliğ yapmıştır. Yine Roma'ya ve etrafına gelen elçiler içinde Hz. İsa'nın iki elçisi İmam Sadık'ın (a.s) sahih hadisinde vurgulanır ki, bu elçiler Seianus zamanında gelip tebliğlerini yapmışlardır. Yunan ve Latin halklarının Hristiyanlık ve felsefe öncesi geçmişinde dahi, maddeden ve cinsiyetten münezzeh tek Tanrı inancının eserleri vardır ve Hz. İsa'nın şeriat devrinde gelen Hz. Circis peygamber Rum ve Yunan asıllı idi. Yine, liderlerinden birinin isminin Aramice olması gibi karinelerden hareketle Efes şehrinde yaşayan Ashab-ı Kehf'in muhtemelen Hz. Şemun'un oğlu olan ve o bölgede yaşamış peygamber Yuhanna'ya ait Yuhanna vahyi kitabının o zamanki orijinal Aramice'sine erişimi bulunmuştur. İslami nakillerde Çin ötesi bölgede İsrail oğullarından ve Yahudilerden Hz. İsa'dan önce dahi bir kısmının bulunduğu ve kimi araştırmalarda M. Ö. 220-202 arasında ilk olarak Çin'e Yahudilerin giriş yaptığı ve Türk destanlarındaki Irkıl Ata bilgisinden  hareketle, o zamanlarda Mete Han dönemindeki Hun Türklerine Peygamber efendimizin (s.a.a) savacı, yani nebi manasındaki sabçı lakabıyla, İmam Ali'nin de Mete Han'ın asıl ismi olan Batur, yani bahadır lakabıyla ve kaplan sembolüyle tanıtıldığını varsayabiliriz. Yine kızıl derili Azteklerde bile tevhit akidesine inananların bulunduğu ve krallarından birinin bu akidede olduğu tarihi bir gerçektir. Dolayısıyla o halka da geçmişte peygamberlerin gelmiş olması gerekir. Rivayetlerimizde geçen semavi kitapların dilleri, Sami dillerden Aramice, İbranice, Arapça ve Hint-Avrupa dillerinden Farsça ve Hintçedir. Tarihi belgelere bakıldığında, tarihte Yunanca semavi kitaplar bulunması da mümkündür. Şia hadisleri gereği, Ehl-i Kitap olma ihtimali olan dini fırkalar yalnızca Kur'an'da adı geçen gruplardan ibaret değildir ve İslam hukuku açısından "kitap sahibi olduğu şüphesi bulunanlar" ilkesi değerlendirilebilir ve incelenmesi gereken bir kaidedir. Bu kaide günümüzde "devlet fıkhı" ve "muaşeret" yönünden önem arz eder ve Rehber Seyyid Ali Hamenei bu konuya verdiği içtihat derslerinden birinde değinmiştir. Özet olarak, Kur'an-ı Kerim'de Ortadoğu haricinde veya uçlarında kalan birçok yere atıf yapıldığı gibi, rivayetlerde de o bölgelere peygamberler geldiği vurgulanan mıntıkalar az değildir. Hatta İsra 104 ve Araf 159 gibi kimi ayetlerin tefsirlerinden biri olarak Çin’in öte taraflarından birinde yaşayan Hz. Musa (a.s) kavmine mensup muvahhitlerin verilmesi bunun bariz bir örneğidir.
 

- - - - - - - - - - -

[1] Tefsir-i Kummî c. 1 s. 332
[2] el-Hısal, dörtler bâbı, tefsir-i Ayyaşi, Bakara 260 tefsiri
[3] İlel uş-Şerayi, s. 24
[4] önceki kaynak, s. 149
[5] elçilerin işleri, bab 2
[6] W. A. Martin, Journal of the North China Branch oft he Royal Asiatic Society, N. S. Bd. 3 (Dez. 1866), S. 30 ff.
[7] Bihâr ul-Envâr c. 54 s. 347
[8] Bihâr, c. 54 s. 346, Nuru’s-Sakaleyn, c. 2 s. 86 Dürrül-Mensûr'dan ve Mecmaul-Beyan'dan naklen
[9] el-Menâkıb, c. 1, s. 150, Meânil-Ahbâr, c. 1 s. 58
[10] Bihâr c. 35 s. 45
[11] Oğuz Destanlarında Irkıl Ata, Abdülkadir İnan, Ankara, 1987, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Celal Beydili, Yurt Yayınevi
[12] Tehzîb ül-Ahkâm, c. 6 s. 175 ve Men lâ Yahduruhul-Fakîh, c. 2 s. 53
[13] Kısas ul-Enbiyâ, Râvendî, c. 1 s. 245
[14] Hademât-ı mutekâbil-i İslam ve İran (İslam ve İran'ın birbirine karşılıklı hizmetleri) c. 1 s. 426
[15] Nuru's-Sakaleyn, c. 3 s. 277 Tefsîr-i Ayyaşi'den naklen, Bihâr, c. 2 s. 208
[16] Kısas ul-Enbiyâ c. 1 s. 96
[17] İleluş-Şerayi, c. 1 s. 40
[18] El-Mehâsin, c. 1 s. 249
[19] Kısas ul-Enbiyâ, c. 1 s. 246
[20] ezcümle Deâim ul-İslam c. 2  s. 309
[21] el-Menâkıb, c. 2 s. 54
[22]Kenzül-Fevâid'den naklen Bihâr, c. 12 s. 383
[23] Saduk, İlel u'ş-Şerayi, c. 2 s. 573
Ravendi, Kısas-ı Enbiya, c. 1 s. 279
[24] Kısas-ul-Enbiya, Şeyh Râvendî c. 1 s. 230
[25]Danyal 8:2
[26] Nevâdir ur-Râvendî, s. 23, Deâimul-İslâm, c. 1 s. 344
[27] Tekvin kitabı, 14. Bap
[28] Dillon, Matthew; Garland, Lynda (2013). Ancient Rome: A Sourcebook. Routledge. p. 132
[29] elçilerin işleri 17:24, Philostratus, Vita Apollonii 6.3, Pausanias' Description of Greece in 6 vols, Loeb Classic Library, Vol I, Book I.1.4, Philopatris 9.14
[30] Aristotheles, Metaphysik, s. 247, 713 ve 1000, (Şehit Beheşti'nin “Allah ve Dünya” kitabından naklen
[31] Kısas ul-Enbiyâ, c. 1 s. 274
[32] Kısas ul-Enbiyâ, c. 1 s. 267
[33] Tefsîr-i Kummî, c. 1, s. 165, krallar kitabı, 6:1, Kemâlüddin ve Temâm un-Nime, s. 92-95
[34] namlı erkeklerin hayatı, Plutarch s. 40, 41, 48, 57
[35] Furu-u Kâfî c. 6 s. 395
[36]Hilyetul-Evliyâ ve Tabakât ul-Asfiyâ, c. 5 s. 253
[37]el-Müstatrif fî külli fennin Mustatraf, s. 467
[38]Tefsîr-i Kummî c. 2, s. 129
[39] Kısas ul-Enbiyâ, c. 1 s. 255
[40] Justin der Märtyrer: Dialog mit Tryphon 81,3,4. Vgl. Offb 20,46.
[41]Petrus 5:12, elçilerin işleri 12:12, 12:25
[42] Revelations. Visions, Prophecy & Politics in the Book of Relevation, Viking Penguin, 2012
[43]Kısas-ul-Enbiya, c. 1 s. 253
[44] Tefsîr-i Ayyaşi, c. 2 s. 322
[45] Bihâr, c. 14 s. 418
[46] William H. Prescott: History of the Conquest of Mexico. J. B. Lippincott Company, Paris 1904, S. 208.
[47] Behistun yazıtı, paragraf 72-73
[48] Kavuşî der hukm-i fıkhi-yi Sâbiân, Seyyid Ali Hamenei 1997
[49] Kitâb ul-Gârât, İbrahim Sakafî, Kısas-ul-Enbiya, c. 1 s. 85
[50] Kâfî, c. 1 s. 293