.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Ali Ekber Karagöz
İnsanlık tarihine bakıldığı zaman olağanüstü olaylar ve alışılmışın dışına çıkma hep insanların ilgisini çekmiştir. Tarih boyunca peygamberlerin hitap ettiği toplumlar onlardan somut bir takım belgeler istemişlerdir. Özellikle hissi mucizeler insanın duyularına hitap ettiği için doğrudan etki edebilecek güçtedir. Bu sebeple peygamber gönderilen her toplum, elçilerden kendilerini ikna edecek mucize tarzında somut delil talebinde bulunmuştur. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:
“Ve dediler ki: ‘Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.”[1]
Sihir bir takım alet ve maddelere dayalı, olağan dışı görünümünde algı yanıltmasına dayanan beşeri bir gösteri türüdür. İnsanların enteresan olaylara karşın merak ve ilgisi sihir, büyü ve tılsım vs. olarak isimlendirilen bu hadiselerin revaç bulmasına neden olmuştur. Buna mukabil dini hassasiyetin ve akli tefekkürün arttığı dönemlerde ise sihir türü gösteriler fazla ilgi görmemiştir. Kur’an’da Hz. Musa’nın mucizesine dair şu ifadeye yer verilmektedir:
“Musa asasını yere attı; bir de ne görsünler, açıkça kımıldayan bir yılan olmuş!”[2]
“Sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Âlemlerin Rabbine inandık; Musa ve Harun’un Rabbine!’ dediler.”[3]
Meseleye önyargısız baktığımız zaman mucize ile sihrin yapısının çok farklı olduğu dikkatimizi hemen çekmektedir. Zira sihirde asıl itibarıyla muhatap insanların kandırılması ve göz boyama şekliyle, bazı şeylerin olduğundan başka gösterilmesi vardır. Mucizede hem olağan dışılık hem de bir hakikatin gerçekleştirilmesi söz konusu olmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığı zaman sihir ile mucize arasında önemli farklılıklar vardır. Aslında bu farkı hem peygamber olanlar hem de sihir yapanlar kesin olarak bilirler. Diğer insanların birçoğu da bu farkı kolayca anlayabilir. Fakat bazı ön kabullerle hareket edip de hak ve hakikatin karşısında yer alanlar bu hakikati çarpıtabilmektedirler. Nitekim Firavun örneğinde olduğu gibi. Firavun en iyi sihirbazlarını Hz. Musa’yı mahcup ederek küçük düşürmek niyetiyle toplayıp sihirlerini göstermelerini ister. Onlar bazı cisimleri hareket ettirmeye başlayınca insanlar bu cisimleri yılan gibi algılarlar. Fakat Kur’an’da ifade edildiği gibi Hz. Musa’nın asasının büyük bir yılana çevrilme mucizesi karşısında bütün sihirbazlar bunun bir sihir olmadığını anlamışlardır. Çünkü hiçbir sihirbazın böyle bir şey yapamayacağını en iyi kendileri bilmektedirler. Firavun ise sihirbazların bu halini görmesine rağmen inadından dolayı Hz. Musa için en büyük sihirbazdır demesi bunun en açık örneklerinden birisidir. Aralarında önemli fark olmasına rağmen zaman zaman mucize-sihir ilişkisi insanları meşgul etmiştir. Müslüman kelamcılar da birçok yönden mucize ve sihir konularını tartışmışlardır. Kur’an, Firavun’un inkârını şöyle dile getirmektedir:
“Firavun, ‘Ben size izin vermeden ona inandınız mı?’ dedi.”[4]
Mucize kelimesi, kudretin zıddı olan “acz” kökünden türetilmiştir. Mucize, “a-c-z” fiilinden ismi fail olup, “el-allâmetü” de olduğu gibi müenneslik alâmeti değil, mübalağa içindir ve “asla güç yetirilemeyen”, “kesinlikle aciz bırakan” “karşı konulamayan” anlamında insanların gücü dâhilinde olmayan şeyleri ifade eder. Bu nedenle insanların gücü dâhilinde olan şeyleri yapmaktan aciz kalmaları mucize olarak ifade edilmez. Bu durum mucizenin kulun gücünün üstünde bir mahiyete sahip olduğunu gösterir. Fakat bir kudrete sahip olup da mutat bir eylemi yapmaktan aciz kalma, örneğin yürüme güç ve kapasitesine sahip iken yürüyememe mucize değildir. Ancak mu’tad olanı yapmaya bir engelin olması halinde mucize olgusundan bahsedilebilir. İlmin olmaması hali nasıl cehl olarak ifade ediliyorsa kudretin olmaması da acz olarak ifade edilir. Bu bakımdan bir şeye güç yetirebilme halinde mucize değil olağan bir durumun varlığından bahsedilebilir.
İ’caz, bir şeyin sebebine isnadı kabilinden, kendisiyle meydan okunana mecazen isnadından dolayı meydan okuyanın bir vasfı anlamına gelmektedir. Bu durumda mucize fiilinin faili Allah olmakta peygamberin varlığı mucizenin sebebi olmaktadır. Bu şekilde mucize talep eden kimselerde aczin yaratılmasıyla meydan okuyan/mütehaddi kimseye mucize mecazen isnad edilmektedir. Dolayısıyla mucize peygambere ait bir özellik olarak Allah’ın fiilidir. Bu nedenle mucize kavramının Allah’ın dışında bir başkası için kullanılamayacağı söylenmiştir. Bir başkasının mu’ciz (aciz bırakan) olarak isimlendirilmesi ise yalnızca mecazen ve tevessü’(yaygınlık kazanması) itibariyledir. Bu açıdan peygamberlere mucize isnad edilmesi mecazen olmaktadır. Nitekim peygamber, ilahi bir yardım alarak ve görünen âlemin yasalarından yararlanarak doğruluğunu ve davasını ispat etmektedir. Kur’an da bu meydan okumayı şöyle dile getirmektedir:
“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin.”[5]
“De ki: Eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler, onun benzerini getiremezler.”[6]
Kuşkusuz mucize peygamberlerin özellikle Ulu-l Azim peygamberlerin nübüvvetlerinin ve davetlerinin haklılığını ispatlamak için kullandıkları bir vesile ve onların gayb âleminden haber getirdiklerini gösteren bir şahittir. Zira bunların eliyle tahakkuk bulan mucizeler tabiat ötesi bir âlemin haber vericisi niteliğinde olmalıdır. Yani mucize; bu âlemin tabiatının tekrarlamaktan aciz olduğu bir iş olmalıdır. Bu yüzden buna “harikulade” denilmektedir. Yani yapılan işin bilinen doğal tesirlerinin dışında olmasıdır.
Lakin karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır; acaba mucize tebliğin gereksinimi midir yoksa savunmanın gereksinimi midir? Yani peygamberler davetlerini başlattıkları ilk gün mucizeyle mi başlatırlar yoksa inkâr edicilerin şüpheleri ile karşılaştıklarında mı mucize gösterirler? Peygamberlerin mucizeleri ve Kur’an’ın beyanı ikinci şıkka delalet etmektedir. Aslında hiçbir peygamber davetinin ilk gününde mucizeyi göstermemiştir. Ama inkâr edicilerle karşılaştıklarında ve onların mucize istemelerinden sonra veya onlar istemeden sadece şüphenin bertaraf edilmesi için mucize göstermişlerdir. Peygamberlerin daveti Hakk gibi açık ve insanın asil fıtratı ve selim aklıyla her dönemde uyum içinde süregelmektedir. Söyledikleri şeyleri insan aklı ve fıtratı hemen kabul eder. Bu yüzden Kur’an’ın değişik yerlerinde düşünürlerin hakkın davetini kabul edecekleri ve hakkın nidasına lebbeyk diyecekleri belirtilmiştir. Sadece Hakk’tan hoşlanmayan veya bunu maslahatına uygun görmeyen insanlar her ne kadar gönüllerinde bunun haklılığını kabul etseler de dış görünüşte hakkı kabul etmemektedirler. Kur’an’ın mantığına göre her zaman hak aşikârdır ve batıl gösterişlidir. Hakkı kabul etmek için fıtrattan başka delil ve akıldan başka hüccete ihtiyaç yoktur. Hakkı arayanlar için hakkın beyanından daha açık bir delil bulunmamaktadır. Kur’an bunu şöyle ifade etmektedir:
“Hayır! Biz onlara hakkı getirdik; fakat onlar yalanı tercih ettiler.”[7]
“Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi?”[8]
Kur’an-ı Kerim, sadece bir döneme veya topluma değil, tüm çağlara ve insanlığa hitap eden ilahi bir kelamdır. Onun en büyük mucize oluşu, zaman ve mekân üstü mesajlar taşıması, bozulmadan günümüze kadar ulaşması ve tüm insan aklını, vicdanını ve fıtratını muhatap alarak konuşmasıyla sabittir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (saa) nübüvvetini tasdik eden bu mucize, hissi mucizelerden farklı olarak akla, kalbe ve düşünceye hitap etmektedir. Kur’an, hakikatin ta kendisidir ve batılın onunla mücadele etme imkânı yoktur. Her dönemin insanı, Kur’an’ın hakikatine açık bir kalp ve selim bir akılla yöneldiğinde, onda kendi sorularının cevabını, kendi iç dünyasının yankısını ve Allah’ın kelamının izzetini bulacaktır. Bu yönüyle Kur’an, sadece bir din kitabı değil; fıtrata, adalete, tevhide ve hakka davet eden bir rahmet beyanıdır.
Nihai olarak, Ehl-i Beyt Mektebi’nin Kur’an’a olan bağlılığı, bu mucizevi Kitap’ın anlam derinliğini kavramada önemli bir yol sunmaktadır. İmam Ali’nin (as) ifadesiyle Kur’an “sönmeyen bir nur, eğrilmeyen bir ip ve doyurulmayan bir ilim kaynağıdır.” O’nun ayetleri her dönemde yeniden açılan birer hikmet penceresidir. Mucize bir hakikatin göstergesi ve batıl karşısında ilahi bir delil kaynağıdır. Kur’an da tüm insanlığa yönelik ebedi bir mucize olarak kıyamete dek bu işlevini sürdürecektir. O’nun mesajını anlayan ve yaşayanlar için Kur’an hem bir kurtuluş vesilesi hem de ilahi huzura götüren en sağlam rehber olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hamd, Allah’a mahsustur.
- - - - - - - - - - - -
Kaynakça
1. Tabatabai, Muhammed Hüseyin. (2014). El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân. Kevser Yayınları.
2. Şehid Murtaza Mutahhari. (2011). Kur'ani Araştırmalar 1-2-3. Kevser Yayınları.
3. Allâme Tabatabaî. (2002). el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân. (13 cilt)
4. Sadr, Muhammed Bâkır. (2018). Kur’an Okulu. Fecr Yayınları.
5. Nasr, Seyyid Hüseyin. (2022). İslâm, Bilim, Müslümanlar ve Teknoloji; Seyyid Hüseyin Nasr ile Söyleşiler. (çev. Nurullah Koltaş) Ketebe Yayınları.
6. Kur’an-ı Kerim. (Ayetler: İsrâ 17/90, A’râf 7/107, A’râf 7/120-122, Tâhâ 20/71, Bakara 2/23, İsrâ 17/88, Mü’minûn 23/70, Rûm 30/9)
-- -- -- -- -- -- -- --
[1] (İsra, 17/90)
[2] (A’râf, 7/107)
[3] (A’râf, 7/120-122)
[4] (Tâhâ, 20/71)
[5] (Bakara, 2/23)
[6] (İsrâ, 17/88)
[7] (Mü’minûn, 23/70)
[8] (Rûm, 30/9)