.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Şehit Murtaza Mutahharî

Adl-i ilâhî açısından şerler (kötülük ve fenalık) bir kaç temel başlık altında açıklanabilir:

1- Hikmet sıfatı, diğer bir deyişle hakîm olmak, Allah ve insan hakkında iki ayrı anlamdadır.

İnsanın hakîm oluşunun anlamı, her işinde makul bir amaç gütmesi, en yüce ve erdemli hedefleri ve bu hedeflere erişmek için de en iyi araçları seçmesidir.

Fakat Allah mutlak anlamda "Ganî"dir, bir "hedef" aramaz; O'nda var olmayan bir kemal söz konusu olamaz ki, ona erişmek için araştırsın, gayret sarf etsin. O'nun hakîm olmasının anlamı; yaratıklarını, lâyık oldukları ve erişmeleri yaradılışlarına göre mümkün olan kemal derecelerine eriştirmektir.

O'nun işi "icad"dır, var kılma, daha ileri derecesine eriştirmedir. Bu konudaki tereddüt, soru ve eleştirilerin bazıları, Allah'ın hakîm oluşu ile insanın hakîm oluşu (bilgeliği) kavramlarını karıştırmak ve yanlış kıyaslar yapmaktan ileri gelmektedir.

Çoğu kez, "şu şey niye yaratılmıştır ki?" diye sorulur ve bu soruyu soran, "Bu nesneyi yaratmada Allah hangi amacı gütmüştür?" anlamında sorar. İşte burada, insanın eylemlerinde aranan amaç ile Allah'ın işi arasındaki fark, gözden kaçırılmış demektir. Böylece Allah'ın da insan gibi eksikliklerini telafi etme gayreti olup tekâmül etme istediği yanlış sanısına düşülmüş olur. Fakat başlangıçtan itibaren Allah'ın hakîm olmasının doğru anlamının bilincinde olunursa, O'nun zatının değil, sadece fiilinin bir hedefi olabileceği bilinirse, her yaratılışın hikmetinin onun yaradılışında gizli olduğu, Allah'ın hakîm olmasının, yaratılmışları tabiî hedeflerine yöneltmek olduğu kavranırsa, yukarıdaki sorusunun cevabını tez elden bulabilir.

2- Bütün cihanı kapsamakta olup, "varlık feyzi" demek olan ilâhî feyzin, kendine özgü bir düzeni vardır. Olgular ve olaylar arasında öncelik ve sonralık, sebep ve sonuç gibi ilişkiler geçerlidir ve bu düzen değişken değildir. Hiçbir var kılınmış, yaratılmış nesne için, kendi mertebesinden çıkış ve başka bir mertebeye geçiş imkânı yoktur.

Varlıkların ve özellikle insanın tekâmülünün anlamı, kendi mertebesinden sapıp başka bir mertebeye geçme anlamında değil, insanın varlık âleminde tekâmül yönündendir. Varlık âleminde bazı derece ve mertebelerin var olması, kemal ve noksanlık, zaaf ve şiddet açısından bazı farklılıkların bulunması, [adalete aykırı] bir ayırımcılık anlamında değildir.

[Allah, kimseye kendi şartları ve yeteneği üzerinde bir ödev yüklemez.]

3- Allah'ın sun'u, yaratışı küllîdir, cüz'î değildir. Zarurîdir, tesadüfî veya belirli şartların bir araya gelmesine bağlı değildir. Burada da yanılgıya düşmelerin sebebi; insanın sun'u, bir eser ortaya koyması ile Allah'ın sun'u arasında yanlış kıyas yapılması, Allah'ın sun'unun, eserinin de insanın eseri gibi cüz'î ve belirli şartların bir araya gelmesine bağlı olduğunun sanılmasıdır.

Oysa bu sadece insan için böyledir. İnsan meselâ bir ev yapmak isterse, bu iş için gerekli araç ve gereçleri bir araya getirmesi, malzemeyi gerektiği gibi derip çatarak bu evi meydana getirmesi gerekir. Oysa Allah için böyle midir? Acaba yüce Allah'ın sağlam sun'u, birkaç yabancı işin arasında suni ve geçici olarak oluşturduğu bağ türünden midir?

Geçici ve suni bağ icat etmek, insan gibi bir yaratılanın işidir. çünkü birincisi, insanın kendisi bu mevcut  düzenin bir parçası ve ona egemen olan kanunların mahkumdur. İkincisi, insan belirli bir çerçeve dahilinde varlıkların sahip oluğu güç, yetenek ve özelliklerden yararlanır. ççüncüsü, insanın iradesi cüz'î illetlerin elindedir; fiilleri, çevre ve iklim şartlarından da etkilenir. (Meselâ ev aracılığıyla kendisini sıcaktan ve soğuktan koruması gibi.) Dördüncüsü, insanın bu gibi fiilleri, harekete geçirme türündendir; gerçek anlamda "icad", varlık veren eylemler değildir. Yani insanın failliği icadî olmadığı için insan hiçbir şeyi var edemez; aksine var edilmiş nesneleri kendi amacına göre yer değiştirerek birbirine çatar, karar, iliştirir ve böylece bir "eser" ortaya koyar; Allah'ın var kıldığı nesnelerden yararlanır.

Ancak Allah'ın failliği, icadîdir. O, her şeyi tüm güçleri, istidatları ve özellikleriyle birlikte yaratandır. Ki bu güçler ve özellikler eşit bir şekilde bütün nesnelerde işlevini yürütmektedir. Meselâ Allah, ateşi yakıcılık özelliği ile yaratmıştır, yoksa bir kimsenin kulübesini ısıtsın, fakat mesela giysisini yakmasın diye değil. Ateşi, elektriği belirli insanlar için de yaratmış değildir.

Şu hâlde yaratılış hikmetini, bütün varlık nizamını göz önünde tutarak düşünmek gerekir; yoksa meselâ ateşin kimlerin evini ısıttığını ve kimlerin ambarında yangına neden olduğunu düşünüp hesaplayarak değil.

Diğer bir deyişle; Allah'ın işlerini, zatî bir hedef arayarak değil, fiilin hedeflerini düşünerek ele almamız  gerektiğine ek olarak, şunu da bilelim ki: Allah'ın, Yaratıcının fiillerinde küllî hedefler söz konusudur, cüz'î hedefler değil ve bu hedefler zarurîdir (bunlar Allah'ın mutlak irade ve kudreti ile belirlenmiştir), belirli şartların (Allah'ın iradesi dışında) bir araya gelmesine muhtaç değildirler.

4- Bir şeyin var olması için yüce Allah'ın eksiksiz gücünün yanı sıra söz konusu şeyin kabiliyeti de gereklidir.  Bazı varlıkların bir takım nimet ve lütuflardan yoksun kalması, kabiliyet eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Acizlik, zaaf ve bilgisizlik gibi yokluk kabilinden olan şerler, insanoğluna ait olan yani yaratış nizamındaki ittifakî ve cüz'î yönüyle değil de, Allah'ın kutsal zatına ait olan yani yaratış nizamındaki küllîlik yönü ile değerlendiril-diğinde, aslında kabiliyet eksikliğinden kaynaklanan hususlar olduğu görülür.

5- Allah, zatı itibariyle Vacib'ul-Vücûd olduğu gibi, bütün cihet/yön ve sıfatlar itibariyle de Vacib'ul-Vücûd'dur. Böyle olunca da Vacib'ul-İfaze ve Vacib'ul-Cûd'dur. Var olma veya bir kemali elde etme imkânı bulunduğu takdirde varlığı veya kemali bağışlamaması, bu yöndeki feyzini esirgemesi muhaldir.

Şu hâlde bir yaratılmış, bir kemal derecesi için kabiliyete sahip olduğu bu imkânı elde etmiş göründüğü hâlde nasibi olmuyorsa, buradaki imkân, yaratılmışlar düzeyindeki cüz'î ve belirli şartların oluşmasına bağlı bir imkân demektir; yoksa küllî ve zarurî sebeplerden doğan bir imkân değildir.

6- Şerler, ya temeli yokluk olan görünümlerdir veya başka şeylerin yok olmasına köken olabilen şeylerdir. şer sayılmalarının sebebi de, yokluğa köken (menşe) oluşlarıdır.

7- İkinci tür şerlerin şer olabilişleri, bizatihî kendi varlıklarında değil, izafî ve nisbî varlıklarındadır.

8- Gerçekten varlığı olan, meydana getirilebilen, yaratılabilen, kendileri için illiyet (nedensellik, sebep sonuç) ilişkisi söz konusu olabilen şeyler "gerçek varlık" (vücud-i hakîkî)tır, bağımlı ve görece varlıklar için (vücûd-i izafî) bunlar söz konusu değildir.

9- Şerler, başka bir şeye bağlı olarak ve araz (ilinek) dolayısı ile şerdirler, yoksa kendi özlerinde şer olarak yaratılmış değildirler.

10- Evren bölünmez bir bütün, bir birimdir. Bu bütünün bazı parçalarını ortadan kaldırarak diğerlerini yerinde bırakmayı düşünmek; kuruntudan ve hayal düzeyinde kalan bir oyundan ibarettir.

11- Şerler ve hayırlar; iki ayrı dizi ve sıralanmada birbirinden ayrı olarak yer alan şeyler değildirler. Birbirine karışmış olarak bulunurlar. Yoklukları varlıklardan ve görece (izafî) varlıkları gerçek varlıklardan ayırmak mümkün değildir.

12- Yalnızca yoklukları varlıklardan ve görece (izafî) varlıkları gerçek varlıklardan ayırmanın mümkün olmadığını söylemekle yetinemeyiz, gerçek varlıklar da, evrenin bölünemezliği ilkesi gereğince, birbirleri ile bağlantılıdırlar ve ayrılamazlar.

13- Varlıklar; birey olarak ve birbirlerinden bağımsız olarak ele alındıkları takdirde başka bir hükme, buna karşılık bir organizmanın bir parçası olarak ele alındıklarında başka bir hükme tabidirler.

14- Parçaların birbirine bağlılığı ve bir organizma, bir bütün oluşturmaları ilkesi göz önünde tutulduğunda,  bireysel ve bağımsız varlık, sadece varsayıma dayanan ve soyutlama yolu ile elde edilmiş bir kavram olur.

15- Kötülük (şer) ve çirkinlik olmasa idi, hayrın ve güzelliğin anlamı olmazdı.

16- Şerler ve çirkinlikler, hayırlar ve güzelliklerin belirginleşmesine, görünür olmalarına yararlar.

17- Kötülükler (şerler), hayırların kaynağı ve musibetler, sevinç ve mutlulukların anasıdır.

.