.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Dr. Şehid Fethi Şikaki

“İslam âleminde Ehl-i Sünnet ve Şia arasında ihtilaf çıkarmaya çalışan kirli eller ne Sünnî, ne de Şia’dır... Onlar sömürücülerin elleridir, onlar İslamî ülkeleri ellerimizden koparmaya çalışmaktadırlar, onlar çeşitli hilelerle servetimize el koymak istemektedirler ve onlardır Şia-Sünnî arasında ihtilaf çıkartanlar”.

İmam Humeyni

Hz. Hüseyin’in Şehribanu ile Evliliği
Hz. Hüseyin’in Şehribanu ile Evliliği
İçeriği Görüntüle

Üstad Fethi Yeken “el-İslam-u Fikretun ve Hareketun ve İnkılabun” adlı kitabının 58. sayfasında şöyle diyor:

“Arapların İran’daki Nevvab ve arkadaşları gibi kimselere ihtiyaçları vardır... Lâkin Arap ülkeleri henüz bunu idrak edememişlerdir... Henüz İslam hareketinin Arap ülkelerine ihtiyaç duymadan tek başına işlerini yürütebileceğini anlıyamamış-lardır... Acaba şimdi İran İslam Cumhuriyeti Nevvab gibi kimselere sahip midir?...”

Üstad Fethi Yeken, Nevvab gibi kişileri bekliyor. Öyleyse niçin Nevvab ve Nevvab’dan daha üstün kimseler İran’da oluşunca birçok yüzler kızardı?

İhvan-ül Müslimin’in yayınladığı “el-Müslimun” adlı derginin birinci sayısının 76. sayfasında Nevvab Safevi’nin arkadaşlarının tutuklanmaları hakkındaki görüşünü naklediyor:

“Tağutların müslümanlara zulmettiği, onları baskı altına aldığı her yer ve her zamanda, müslümanlar mezhebi ihtilaflara önem vermezler; birbirlerinin sorunlarına, mazlum arkadaşlarının dertlerine ortak olurlar. Şüphesiz bizler, düşmanın müslümanlar arasında tefrika çıkarma planlarını boşa çıkarabiliriz. Gerçekten de çeşitli mezheplerin varlığının hiç bir zararı yoktur. Mezhepleri ortadan kaldırmak bizlerin elinden de gelmez. O halde ne yapmalıyız? Bizlerin görevi; kalplerinde hastalık olan kimselerin bu durumdan faydalanmalarına izin vermemek olmalıdır.”

Nevvab Safevi sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bizler eğer bu gün öldürülmez isek yarın öldürüleceğiz; bizlerin bu uğurda kurbanlar olması ve kanlarımızın akıtılmasıdır ki, İslam’ı diriltecek ve zafere kavuşana dek koruyacaktır. Bu gün İslam bu kanlara muhtaçtır. Kan dökülmeden, kurbanlar verilmeden hiç bir zaman zafer elde edinilmez.”

İhvan-ı Müslimin ile Şia’nın var olan irtibatları konusunu tamamlamadan şunu da belirtmekte yarar görüyorum: İki sene öncesine kadar Kuzey Yemen’de İhvan-ı Müslimin’in lideri olan üstad Abd-ül Mecid Zindani bir şiî idi. Kuzey Yemen’deki İhvan-ı Müslimin’in birçok uzuvları da şiîdirler.

Şimdi de Takrib Cemaatı hakkında bazı açıklamalarda bulunalım: Bu konuda ilk önce bu cemaatın önemli üyesi olan el-Ezher’in reisi büyük lider Şeyh Mahmud Şeltut’a kulak verelim. O şöyle demekte: “Ben takrib düşüncesinin çok değerli ve saygın bir metoda sahip olduğuna inanmışım. Bu cemaatın ilk kurulduğu yıllardan bu yana üyesiyim.” (el-Vahdetu’l İslamiye, s. 20)

Aynı kaynakta sayfa 23’de ise şunları söylemekte: “Evet el-Ezher-i Şerif, çeşitli mezhepleri birbirine yakınlaştırma metodu üzere hareket ederek. İslamî mezheplerin fıkhını, Şia ve Ehl-i Sünnet farkı gözetmektsizin delilleriyle birlikte hiç bir taassuba kapılmadan okutturmayı amaçlamıştır.”

Mekzur kitabın 24. sayfasında ise sözlerini şöyle noktalamakta:

“Ben bir sofra etrafında; bir Mısır’lı İran’lının yanında, bir Lübnanl’ı Irak’lının yanında, o da bir Pakistan’lının yanında başka İslamî milliyetler de bir arada aynı zamanda Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî; İmamiye ve Zeydî’nin yanında kardeşlik ruhu, dostluk-muhabbet zevki, ilim-irfan dâhilinde oturmuş oldukları halde; fıkhî, tasavvufi, ilmî meselelerde sohbetleri yükselirken onlara hitaben Dar-ut Takrib’in toplantıları hakkında bir konuşma yapmayı çok arzu ediyorum.”

Şeyh Şeltut, takribten maksadın mezhepleri ortadan kaldırmak veya birbirlerine karıştırmak zannıyla takrib düşüncesine karşı çıkanlara işaretle şöyle demekte:

“Dar kafalı, kötü niyetli kimseler takrib düşüncesine karşı gelmekteler. Bu gibi kimseler bütün ümmetler içerisinde bulunurlar; tefrikayı kendi varlıklarını sürdürmek olarak bilenler, heva ve heves ehli, bozguncu, hasta ruhlu kimseler bu düşüncemize karşı gelenlerdir. Onlar kalemlerini tefrika üreten siyasetler için kullanmaktalar, yapıcı hareketlerin sürdürülmesine, Müslümanların birliğine engel olmaktadırlar.”

El-Ezher’den ayrılmadan önce Şeyh Şeltut’un Şia hakkındaki özel fetvasına kulak verelim. Fetvanın bir bölümünde şunlar yer almakta:

“Şia İsna aşeriye adıyla da bilinen Caferî Mezhebi’ne bütün Ehl-i Sünnet mezheplerine olduğu gibi taklid etmek şer’n caizdir. O halde Müslümanların bu meseleyi bilmeleri, kendilerini haksız olarak belli mezhepler üzerinde taassubtan kurtarmaları gerekir. Ne Allah’ın dini ne de O’nun şeriatı, belirtilmiş bir mezhebe tabi değildir… Bunların hepsi Allah’ın yanında makbul olan müctehitlerdir.”

Büyük bir grubu teşkil eden takrib taraftarı âlimlerden biri olan Şeyh Muhammed Gazali’nin görüşleriyle bu konuya başlıyalım: “Keyfe Nefhem-ul İslam” kitabının 142. sayfasında şunları yazmakta:

“... Hâkim olan siyasetler, hakimiyetlerini sürdürebilmek, üstün olmak, şehvetleri uğruna itikatta olmayan bir şeyi itikat içerisine sokmuşlardır. Bu ise müslüman-ları iki büyük fırkaya bölmüştür. Gerçekte her iki fırka, tek bir Allah’a ve Allah Resulüne iman etmişlerdir. Hiç biri bir diğerinden dini düzenleyecek ve kurtuluşa kavuşturacak inançlar konusunda eksik değildir.”

Aynı sayfada şöyle devam ediyor: “Ben her ne kadar birçok farklı meselede Şia’dan farklı düşünüyor ve amel ediyorsam da bu benim bu düşüncemi din olarak kabul etmemi ve karşı tarafı günahkâr saymamı gerektirmez; aynı şekilde de Ehl-i Sünnet mezhepleri içerisindeki farklı düşünceler içinde bu böyledir.”

Sayfa 143. de ise şunları demekte: “Sonuçta, din ayaklar altına alınsın, ümmet iki fırkaya bölünerek birbirlerine düşman olup, birbirlerini yok edecek planlar düzenlesinler diye Şia ve Sünnî ihtilaflarını akidevî esaslara dayandırdılar. Bu işi yapanlar aşağıdaki ayetin muhatabdılar:

“Dinlerini parça parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”

(Enam suresi: 159)

Şeyh Gazali, Mezkur kitabın 144-145. sayfalarında da şöyle demekte: “Gerçekten her iki fırka Allah’ın kitabına ve Resulü’nün sünnetine inanarak İslam dâhilinde birleşmekteler. Bu dinin temel esaslarında hiç bir farkları yoktur. Ama fıkhî meselelerde değişik görüşlere sahip olsalar da bütün İslamî mezhepler bu konuda aynı görüştedirler; müçtehid doğru veya hatalı olursa ecrini alır.”

Sonra da sözünü bu noktaya kavuşturuyor: “Biz fıkhî meselelerle karşılaştığımızda, Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilafların aynısını HanefI, Şafiî, Malikî, Hanbelî mezhepleri arasında da var olduğunu görüyoruz.... Biz bunların hepsine gerçeklere kavuşmak yolunda aynı gözle bakıyoruz.”

Şeyh Gazali “Nazarat-un fi’l Kur’an” kitabında Şia âlimlerinden birisinin görüşünü naklederken bu kitabın 79. sayfasında şunları söylüyor:

“Görüşünü naklettiğim bu kimse Şia’nın büyük edib (edebiyatcı) ve fakihlerindendir. Onun bütün görüşlerini nakletmemdeki neden, bazı dar görüşlü kimselerin Şia milletini İslam’ın yabancısı ve İslam’dan sapmış olarak görmesinden dolayıdır. Bu kitabın “Mucize” bölümünde onların daha iyi tanınmaları için daha çok söz edeceğiz.”

Sayfa 158’de Hibetuddin el Hüseyni adında başka bir Şia âliminin görüşünü beyan ederken şöyle diyor: “Bu zat Şia’nın büyük âlimlerindendir. Onun bütün görüşlerinde okuyucular, bu âlimin Kur’an’ın mucize oluşu hakkındaki önemli fikirlerine tanık olsunlar diye ve Şia’nın Kur’an’a ne kadar önem verdiklerini ve saygı gösterdiklerini bilmeleri için bu satırları yazdım.”

Evet, İhvan-ı Müslimin’in en büyük Şeyh’i Gazali’nin Şia hakkındaki görüşü budur ve o böylece cehalet karanlığını hakikat nuru ile yok ediyor.

Doktor Suphi Salih “Mealim-uş Şeriat-il İslamiyye” kitabının 52. sayfasında şöyle diyor: “Şia’ların imamları Peygamber’in sünnetine karşı olabilecek hiç bir söz söylememişlerdir.” şöyle devam ediyor: “Onların yanında sünnetin çok büyük bir saygınlığı vardır. Şeriat kaynağı olarak onların yanında Kur’an’dan sonra Peygamberin sünneti gelmektedir.”

Üstad Said Havva ise “el-İslam” kitabının c. 2, 165. sayfasında İslam ülkelerinin parçalanmaları hakkında şöyle demekte:

“Gerçek-ten de İslam dünyası muhtelif fikhî mezhep ve gruplardan oluşmuştur. Her bölge de kendine özgü fikir ve mezhebe sahiptir. Bu yüzden diyorum ki: Herkes kendi dili üzere yaşadığı bölgede kendine has yönetime sahip olsa ne mahzuru vardır? Şiaların yaşadığı bölge kendi yönetimlerine, ayrı mezhep ve düşüncede olanlar ise kendi bölgelerinde kendi yönetimlerine sahip olsunlar. Her bölge kendi yönetimi için bir yönetici seçsin ve hepsi birlikte bir merkezi yönetimdeki halifeye tabi olsunlar.”

İşte İhvan-ı Müslimin’in düşünce adamlarından biri olan Said Havva’nın sözleri; “Şia’nın da İslam gölgesi dâhilinde kendine ait bir yönetimi olsun ve Şia da dâhil olmak üzere çeşitli mezheplerin olması İslam ve müslümanlara hiç bir zarar getirmez.”

İslam araştırmacısı Mustafa Şek’a “İslam bila Mezahib” kitabının 182. sayfasında şöyle demekte: “İmamiye-i İsnâ aşeriye mezhebine mensup olan şialar bu gün bizlerin arasında yaşamaktadırlar. Vahdet ve düşüncelerin yakınlaşması için de bizlerle çok sıkı irtibatları vardır. Çünkü dinin muhtevası güçlü ve birdir; hiçbir zaman tefrikaya yol açmaz.”

Üstad Muhammed Ebu Zehra ise “İslam mezhepleri Tarihi” kitabının 39. sayfasında diyor ki: “Şüphesiz Şia, İslamî bir mezheptir. Ama Sebâîleri onlardan ayırt etmek gerekir. Onlar (Sebâîler) Hz. Ali’yi Allah yerine koymaktadırlar. Şüphesiz Şiîler ne derlerse kaynakları, Kur’an’a ve Resulullah’ın sünnetine dayanmaktadır.” Aynı kitabın 52. Sayfasında da: “Onlar Sünnîlere sevgi ve saygı ile bakmakta, asla buğz etmemekteler.” diye yazmaktadır.

İhvan-ı Müslümin’nin Irak’taki en büyük liderlerinden olan Doktor Abdulkerim Zeydan “Dirasat’uş Şeriat-il İslamiyye” kitabının 128. sayfasında şöyle diyor: “Caferî mezhebine tabi olan müslümanlar İran, Irak, Hindistan, Pakistan ve Suriye ile Lübnan’ın bir bölümünde yerleşmişlerdir. Şia ve Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında var olan ihtilaflar her mezhebin kendi arasında da vardır.”

İhvan-ı Müslimin’nin düşünürlerinden Üstad Salim Behnesavî “Es Sünnet-ül Muftera aleyha” kitabının 60. sayfasında “Şiîlerin bizim Kur’an’ımızdan farklı Kur’an’ları vardır” diyen bazı kimselere şöyle cevap vermekte: “Şiîlerin cami ve evlerinde bulunan Kur’an, Sünnîlerin ellerindeki Kur’an’ın aynısıdır.” Kitabının 260. sayfasında da şöyle diyor: “Oniki İmam mezhebi adıyla tanınan Şiîler, İslam ümmetinin eskiden beri ellerinde bulundurduğu Kur’an’ın bir harfini değiştirmeyi küfür olarak bilmekteler.”

Üstad Behnesavî kitabının 67-75. sayfalarında “Şialar Kur’an’ı değiştirmiştir” diyen kimselere cevaben, Şia âlimlerinden bazı nakillerde bulunarak İmam Seyyid Hoyi’nin dilinden kitabın 69. sayfasında şunları yazmakta: “Herkesin bildiği gibi bütün müslümanlar, Kur’an’da bir değişiklik olmadığına ittifak etmişlerdir. Bizim elimizdeki Kur’an Rasulullah’a nazil olan Kur’an’ın ta kendisidir.”

Şeyh Muhammed Rıza Muzaffer’in dilinden de şunları nakletmekte: “Hâlihazırda bizim elimizde bulunan ve okuduğumuz Kur’an Rasulullah’a nazil olan Kur’an’dır. Kim bunun aksini söylerse hataya düşmüştür. Çünkü Allah’ın sözü azaltılıp fazlalaştırılacak bir söz değildir. (Ki ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. Hikmet sahibi, çok övülen -Allah- tarafından indirilmiştir).

Kaşif-ul Gıta’dan ise şunları nakletmekte: “Bu Kur’an ne fazlalaştırılmış, ne de azaltılmış, ne de değiştirilmiştir; bu konu üzerinde bütün müslümanların ittifakı vardır.”

Üstad Salim Bahensavî: “es-Sünnet-ül Müftera aleyha” kitabının başka sayfalarında Şiîlerin müslüman olduklarına dair bir çok belge getirmektedir. Daha sonra ise Şia ve Ehl-i Sünnet hadislerinin arasında bazı zayıf ve sahih olmayan hadislerin varlığından bahsetmektedir. Aynı kitabın 61. sayfasında şunları söylüyor:

“Ama Şiîlerin inancı olan ismet konusu Sünnîler tarafından kabul edilmemektedir. Bu konuyu biraz açıklamak gerekir; Eğer her iki taraf Oniki İmam’ın (a.s) bu konuyu belirttiği gibi kabul etseler o zaman birbirlerini tekfir etmezler. Çünkü Oniki imamların (a.s) hiç bir söz ve amellerini hatalı görmemekte ve onların fikirlerini İslamî olarak kabul etmektedirler; onları sadece teoride masum kabul etmemekteler. Bu da o konuda kaynakları olmamasındandır. Oysa bir şeyin küfre neden olması, ancak Kur’an’da kesin olarak belirtilen ve Resulullah’ın sünneti olan bir mevzunun gerçekten var olduğunu bildiği halde inkâr edilmesi suretiyledir. Eğer hadisin Resulullah’tan olmadığını biliyorsa bu yüzden inkâr edilmesinden dolayı küfür isnat edilemez.”

Üstad Enver el Cundi “el-İslam ve Hareket-ut Tarih” kitabının 420. sayfasında diyor ki:

“İslam Tarihi Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki siyasî-fikrî tefkrikalarla doludur. Haçlı seferlerinden bu yana İslam birliğinin engellenmesi için bu yabancılar tarafından körüklenmektedir. İslamî mezhebleri, birbirlerine yaklaştırmak isteyen İslamî hareketler ise bu ihtilafların köküne inerek meselenin hali için her zaman çaba sarf etmektedirler. Bu arada Şia ve Sünnî her iki taraf düşmanların amellerini anladıkları için bu ihtilafların azaltılması ve birbirlerine yakınlaşması için gayret göstermişlerdir.”

Şimdi bu ihtilafları kimlerin körüklediğini bilmekte miyiz acaba? Bundan kimler yararlanıyor? Acaba bizleri, birbirimizi kâfir görmemiz için ihtilafa davet edenin şeytan olduğunu anlıya biliyor muyuz? Gerçekte bu ihtilaflar, bu hataya düşenlerin düşündükleri şeylerden daha küçüktür.