.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Dr. Şehid Fethi Şikaki
“İslam âleminde Ehl-i Sünnet ve Şia arasında ihtilaf çıkarmaya çalışan kirli eller ne Sünnî, ne de Şia’dır... Onlar sömürücülerin elleridir, onlar İslamî ülkeleri ellerimizden koparmaya çalışmaktadırlar, onlar çeşitli hilelerle servetimize el koymak istemektedirler ve onlardır Şia-Sünnî arasında ihtilaf çıkartanlar”.
İmam Humeyni
On dokuzuncu asrın başlangıcından bu yana İslam dünyası Batının “Endüstri Devrimi” adlı altında yeni saldırısıyla karşılaşmış bulunuyor. Aslında bu saldırı, öteden beri Hıristiyanlığın İslam’a karşı var olan kininden doğmaktaydı. Fransa’dan başlayan hücum ise bu taarruzun ilk görüntülerini oluşturuyordu. Bu saldırı sonucu, hilafet makamı unvanıyla zahiren korunan siyasî nizamımız çöktü ve İslam toprakları işgal edildi. Batılılar sonra da tutarsız lâik alternatiflerini sunarak fikrî ve ahlakî saldırılarını sürdürdüler. Otuz yıl önce bu saldırı, İslam dünyasının kalbinde Siyonist bir Yahudî devlet kurmakla en tehlikeli hedeflerinden birini gerçekleştirmiş oldu. Diğer yandan kendi uşaklarını, gasbettiği siyasî nizamımızın başına dikmeye devam ettiler.
Bu saldırı dönemeçli sinsi bir plan ile uygulanıyordu. Saldırının gerçekleşmesi İsrail’in varoluşuna bağlı idi. İsrail’in kuruluşu ise ancak hilafetin yok edilişiyle olabilirdi. İsrail kurulduktan sonra, hayatını sürdürmesi için de İslam topraklarını yönetenlerin Emperyalizmin uşakları olması gerekiyordu. Demek bu bağımlı yönetimler, bu saldırının mantıksal ve tabiî bir sonucu idi. Birinci yüzü İsrail olan madalyonun arka yüzünü de bunlar oluşturmalıydı. Böylece başladı bu planlar, son bir kaç yıla kadar da uygulandı.
Batı sömürgecileri İslam’ın çöküş uygarlığına son ve öldürücü darbelerini indirmiş bulunduğuna inandığı bir zamanda, İran İslam İnkılabı Batıya karşı taarruzuna başladı ve İslam’ın son asırdaki ilk başarısını gerçekleştirdi. Ölü bir gövde zannettikleri İslam yeniden canlanmaya başlamış, derin bir uykudan uyanıyordu. Ama bu kalkış neredendi acaba? Batılı tecavüz-kârların şeytanî planlarını uygulamakta büyük ölçüde muvaffak oldukları ve hiç korkmadıkları bir yerden, hem de çok canlı, genç ve görkemli bir kalkış. Yeni bir merhale başlıyordu; hayatımızda iki asırlık zillet ve aşağılığı asırlar boyu cehalet ve gerilemeyi yaşadıktan sonra.
İşte İslam İnkılabı bir takım yeni gerçeklerin temelini ilerleyişiyle atıyordu....
1. Süper güçlere karşı olan korkuyu herkesin ve özellikle müslüman ve diğer mustaz’afların kafasından çıkardı.
2. İnsanlık için yeni bir uygarlık örneği sunarak, Batı uygarlığını sorgulamaya başladı. Meşhur Fransız düşünür Roger (Groudy) “Humeynî Batı uygarlığını sorgulamaya aldı ve İran’lıların hayatına mana kazandırdı.” diyerek bunu savunmuştur.
3. İslâmî güç ve tesiri kırmak için bir asrı aşan çabalara rağmen, İnkılapçı İslam’ın bölge halklarının hayatında oynayabileceği büyük tarihî role açıklık getirdi.
Ama Batı ve uşakları bu inkılabı kendi yolunda ilerleyip, onlara karşı durup, onların heybet ve hegemonyasını kırmaya seyirci kalır mıydı?
Uzun bir bekleyişten sonra kurak toprağa yağan bir yağmur gibi ümmeti rahatlatan bu sevince göz yumup, inkılabın infilak ettirdiği bu şevkin sürmesine seyirci kalabilir miydi?
İran’ın müslüman halkının kıyamı ve imkânsız sayılan inkılabı, Batı ve uşaklarını büyük bir vahşete düşürdü. Bütün güçleriyle inkılapçı müslümanların siyasî hâkimiyeti ele geçirmemeleri için çalıştılar. Bunda muvaffak olamadıklarından, değişik mihverler üzerinde hareketi yok etmeye kalkıştırlar:
İnkılab’ın geçirdiği kargaşalık döneminden yararlanarak çeşitli azınlıkları kışkırtmaya çalıştılar.
İnkılap’la çatışmak ve İran’daki karşıt grupları destelemek için Emperyalistlerden her türlü yardımı gören grupları harekete geçirerek, içlerinde Şah ve Savak’tan arta kalanların da bulunduğu sağcı, solcu ve ilahî kanunları kabul etmeyen bütün lâik grupları seferber ettirme çabasında bulundular.
Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinin öncülüğünü yaptığı, Amerikan elçiliğinde casusların rehin alınışı sonucunda tamamen alenî bir şekilde ilan ettikleri ekonomik ve siyasî ambargoyu uyguladılar.
Saddam ve Irak’ın askeri gücünü kullanarak, İran İslam İnkılabı’na savaş açtılar.
İnkılab’ın akışını durdurmak, zengin petrol kaynakları olan ve İsrail’e karşı durabilecek ülkelerde yaşayan Sünnî müslümanların bu İnkılap’tan etkilenmesini önlemek için son girişim olarak da İslam ümmetinin iki fırkası arasında fitne çıkarmak istediler.
Fakat (Allah’ın yardımıyla) azınlıklar adına yapılan başkaldırmalar ezilip, şah döneminin kalıntıları yok edildi neticede lâiklik cephesindeki muhalefet kendiliğinden söndü ve hatta ambargoyla karşılaştığında bunun sevindirici bir durum olduğu bizzat İmam Humeynî tarafından açıklandı. İmam, (izindeki Müslüman öğrenciler diye tanınan) casusluk yuvasını işgal eden öğrencilerle görüştüğünde onlara şöyle diyordu; “Biz midemiz için kıyam etmedik; bu nedenle bizlere ambargo uygulayacaklar ve aç kalacağız diye bir korkumuz yoktur. Bizler İslam için kıyam ettik. Nasıl ki asrı Saadette Hz. Muhammed (s.a.v) kıyam etti. Resulullah’ın karşılaştığı o eziyetlere baktığımızda biz henüz bir şey çekmedik ki” yine “Sizler inzivada olmadıkça (Emperyalist güçler ile bağlarınızı kesmedikçe) kafanız çalışmayacaktır.” demiştir.
Askeri tecavüze gelince, hezimet, hasret ve bir yenilgi ateşi olarak, bu komployu uygulayanların kalbinde kaldı. Bütün bu yenilgilere rağmen bizzat Batı Emperyalizm’i ve onun uşakları da bunu itiraf ediyorlardı.
Ama yine de komplonun beşinci ekseni olan Sünnî ve Şiî kardeşler arasında fitne çıkararak bazı başarılar elde ettiklerini söylemeliyiz. Gerçi bu fitne de sonunda su yüzüne çıkacaktır. Zira İslam Ümmeti bu fitne ateşini alevlendiren şeytanı çok geçmeden tanıyacak ve sömürgecilerin müslüman halkları bölmek istediğini fark edecektir.
Sömürgeciler, petrol şeyhleri ve tağutlar anlamışlardı ki bu saldırı için silah ve askere değil, sadece fetva verebilecek kimselere ihtiyaç vardır. Bu defa saldırıyı yönetenler sarıklı ve sakallı, resmî, gayri resmî âlim sıfatlı kimseler olacaktır. Görüyoruz ki, İslam İnkılabı’na karşı ansızın, namertçe bir saldırı başlatılıyor. Tağutlara boyun eğmiş bu gibi kimseler, İran İnkılabı’nın bir Şiî inkılabı olduğunu ve Şiîlerinse Fırka-i Dalle (sapık fırka) ya da kâfir olduklarını sonunda keşfettiklerini açıklıyorlar. Seccadesi üzerinden Şah’ın tahtını salladığı söylenen Ayetullah Humeynî de artık dalalete düşmüş ve kâfir ilan ediliyordu(!) İftira ve yalanlarla dolu Suudî Arabistan’ın yayınlattığı kitabı elinde taşıyan ve cami cami dolaşıp, onun muhteviyatını halka anlatan Müslümanın manzarasına sık sık rastlıyoruz. Elbette bu gençlerden bazısının iyi niyetler taşıdığını ve Allah yolunda çalıştıklarını zannetik-lerini anlıyoruz? Ama bunu da biliyoruz ki; cehenneme götüren yol bu gibi iyi niyetlerle doludur!
Acaba ne zaman bu gibi gençler iyi niyetlerine rağmen Emperyalist bir planı uyguladıklarını anlayıp, vakit geçirmeden kendilerini bu durumdan kurtaracaklar.
Gerçekten de İnkılab’a karşı düşman olan bu kimselerin böyle tutumu onlara ve onların fikir ve hedeflerine karşı İslam ümmetinin şüphe ve tereddütle bakmasını gerektiriyor.
Onların bu acaib tutumları, İslamî hareketi şimdiye kadar karşılaşmadığı bir çıkmaza sokuyor. Zira İslamî hareketin saflarında yer alan İslam İnkılab’ı düşmanları kendi meşruiyetlerini kayb ediyor ve gerçek bir İslamî hareket onları er ya da geç safdışı edecektir.
Evet, bizzat bu gasb edilmiş topraklarda bulunan mücahid müslümanın kalbindeki eşsiz İran örneğini öldürmek isteyenler, kendilerini ölüme mahkûm kılmışlardır.
Zira onlar tarihin itici hareketinin önünde duruyor, İslam ve müslüman-ların iftiharı olan bir imamın önderliğindeki İslamî İnkılab’a karşı duruyorlar.
Bilmiyorum şaşırmamak elde mi? Birçok İslam ülkesini gezmiş olan bir Filistin’li müslüman genç anlatıyordu:
“Siyonizm’in işgaline uğramış bu topraklarda bazı müslümanların İran İnkılabı’na karşı yürüttüğü iğrenç saldırı her yerden daha fazladır. Hâlbuki Filistin halkından daha fazla İnkılab’a yakınlık hisseden bir halk da görülmemiştir.”
Bu mukaddimeden sonra, bu kısa yazıda ben genelde müslümanlara ve özel olarak da İslam dâvasını yürütenlere bazı önemli hakikatları sunmaya çalışacağım. Sünnîlerle Şiîlerin kardeş olduklarını, Kur’an ve sünnet üzerine yaptıkları değişik içtihadları var ise de kardeşliklerini zedelemeyip, herhangi birini dinden çıkarmadığı hususları anlatmak istemediğim gibi, Şer’i deliller getirerek bu isbata ihtiyaç duymaya, bu hakikatı savunmaya kalkışmak da istemiyorum. Gerçi kör taassub ve cehaletin yaygınlaştırıldığı bu dönemlerde bu gibi araştırmalara da muhtacız. Ama bu konuyu başka bir açıdan ele alıp, Şiîlikle Sünnîlik hakkında İslamî hareketlerin öncüleri sayılan büyük Müslüman âlim ve düşünürlerin görüşünü aktarmaya çalışacağım.
Ben iyice biliyorum ki İran İslam İnkılab’ına düşman kesilen, Sünnîlik ve Şiîlik feryadını körükleyen bazı İslamî hareketlerin tabanının bu tutumu köklü ve yerleşik bir tutum değildir. Yabancıların, temiz ve ihlaslı gençleri şüphe ve yersiz kısır döngüye sokarak onlara verdikleri ârizî bir tutumdur. Görüyoruz ki İslamî İnkılap vasıtasıyla şuurlanan ve İslamî hedefleri galeyana gelen bu gibi gençler keşf ediyorlar ki, bu İnkılap İslamî değilmiş! Şiî bir İnkılap imiş ve şiîler de kafir imiş...!
İşte, Mühibbiddin Hatib isimli zat, Suudî Arabistan rejimi tarafından defalarca basılıp yayınlanan ve bizzat bu işgaldeki topraklarda bile (5000 adet) tekrar yayınlanan kitabında deliller sıralayarak Şiîlerin İslam’dan çıktıkları ve kâfir olduklarını iddia ediyor. Yazar, müslümanlar arasında tefrika yaratabilmek için her türlü yalan ve iftiraya başvurmuştur. Hatta Şiîlerin Kur’an’ının da elimizdeki Kur’an’dan farklı olduğunu söylemiştir.
Söz konusu kitabın yazarı olan Seyit Hatip kimdir acaba? Seyit Hatip “İlerici Arab Gençliği” gibi bir kavmiyetçi grubun saflarında yer alarak Osmanlı İslam Hilafetine karşı savaşmış bir kimsedir. Bu durumunun anlaşılması üzerine 1905 yıllarında öğrenim için bulunduğu İstanbul’dan Yemen’e kaçarak, Şerif Hüseyin’in Arap kıyamını başlattığında ona iltihak etmiştir. Sonra Hilafet Devleti tarafından idama mahkûm edilmiştir. Seyit Hatip Şam’a ancak Türklerin yenilgiye uğrayıp Arap askerlerinin orayı ele geçirmesiyle dönmüş ve sonra da orada “Asime” isimli ilk arapça dergiyi çıkarmıştır.
Şimdi müslüman düşünür ve İslamî hareketlerin Sünnîlik ve Şiîlik üzere bu fitne ve boş feryatlar hakkındaki görüş ve tutumlarını açıklamaya çalışalım:
Çağdaş İslamî hareketin öncülerinden biri olan Şehid İmam Hasan el Benna, Şia-Sünnî yakınlaştırma fikrini yaşayanlar arasındadır. Bazılarının imkânsız saydığı bu fikir, birçok İslam âlimi gibi Hasan-el Benna’ya göre gerçekleşmesi mümkün ve yakın bir hedef idi. Şehid İmam Hasan-el Benna “İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyetinin çalışmalarına katılarak topyekün halde (Sünnî’siyle, Şiî’siyle) müşterek âkaid ve ilkeler etrafında toplanıp, imanın bir şartı veya dinin bir rüknü olmayan ve dinin tartışma götürmez herhangi bir hükmünü inkâr sayılmayan konularda birbirlerini mazur görmeleri fikrini amel sahnesine getirmek için çalıştı.
Üstad Abdulkerim Şirazî, Sünnî ve Şiî ülemasının makalelerini ihtiva eden “İslamî Vahdet” isimli kitabında “İslamî Mezhebleri Yakınlaştırma Cemiyeti”nin kurucularının görüşlerini şöyle açıklamıştır: “Onlar şu ilkeler üzerinde birleştiler ki: Allah-u Teâla’ya inanan ve Hz. Muhammed’e son peygamber olarak iman getiren, Kur’an’ı İlahî kitap, Kâbe’yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rükünlere iman getiren, Ahiret’e iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs “müslüman” sayılır. Bu ana ilke, meşhur dört Ehl-i Sünnet Mezhebinin temsilcileri ile Şiâ’nın İmamiyye ve Zeydiye kolunun temsilcilerinin birleştiği noktaydı.”
Bu Cemiyette yer alanlar arasında el-Ezher’in Şeyhi ve zamanın en yüksek fetva makamı el-İmam-il Ekber Abd-ul Mecid Selim ve el-İmam Mustafa Abdurrezzak ve Şeyh Şaltut gibi büyük alimler de vardı.
Şehit İmam Hasan el-Benna’nın bu meseledeki rolünün ne derece olduğunu belirleyecek yeterli bilgi yoktur. Ama İhvan-ı Müslimin’in düşünürlerinden biri olan Üstad Salim Behnesavî şöyle diyor:
“ İmam Hasan el Benna ve İmam Kummî’nin özel katkılarının olmasıyla “İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti” kurulduğu günden beri, İhvan-ı Müslimin ve Şia arasındaki işbirliğinin var olması, İmam Nevvab Safevi’nin 1954 yılında Kahire’yi ziyaret etmesi neden olmuştur.”
Sonra aynı yerde şöyle diyor: “Bu şaşırılacak bir şey değil; iki cemaat’ın gittikleri yol bunu gerektiriyordu”. Bilinmektedir ki İmam Hasan el Benna, Ayetullah Kaşanî ile 1948 yılında hac merasiminde görüşmüş ve önemli konular üzerinde anlaşmışlardır. Günümüzde İhvan-ı Müslimin’in önde gelen simalarından Şehit İmam Hasan el Benna’nın talebesi Üstad Abdulmuteal Cebrî “Hasan-el Benna Niçin Öldürüldü?” adlı eserinde bu konuya temas ederek, Rober Jakson’dan naklen şöyle diyor: “Eğer bu kişi hayatta kalsaydı (Hasan el Benna) çok şeyler gerçekleştirebilirdi bu ülke için. Özellikle Hasan el Benna ve İranlı lider Ayetullah Kaşanî, Şiî ile Sünnîler arasında ihtilafı kaldırmak üzerinde anlaşsalardı. Bilindiği üzere bu iki şahsiyet Hicaz’da 1948 yılında görüşmüş ve temel noktalar üzerinde anlaşmışlardır.” Üstad Cebrî bu sözlere atfen şöyle diyor: “Rober doğru söylemiştir. O siyasî idrakiyle İmam Hasan el Benna’nın İslamî mezhebleri yakınlaştırmak üzere çabalarını anlamıştır.”
Bundan bir kaç önemli gerçeği çıkarabiliriz:
1- Şiîler ve Sünnîler birbirlerini müslüman görürler.
2- Bunlar arasında uyuşma ve buluşmayı sağlayıp, ihtilafları bir kenara atmaları mümkün ve gereklidir. Ve bu da şuurlu İslamî hareketlerin mes’uliyet çerçevesine dâhildir.
3- İmam Şehid Hasan el Benna bu yolda ağır bir çaba göstermiştir.
Bilindiği üzere Irak’ta İhvan-ı Müslimin saflarında yer alan birçok Şiî genç var idi. Nevvab Safevi Suriye gezisinde İhvan-ı Müslimin’in Suriye genel müdürü Doktor Mustafa Sibaî ile görüşmüş ve Sibaî ona bazı Şiî gençlerin İhvan yerine lâik ve kavmiyetçi örgütlerde çalıştıklarını söylemiş ve bunun üzerine Nevvab orada büyük bir kalabalık karşısında minbere çıkarak şöyle söylemiştir: “Kim gerçek bir Caferî olmak istiyorsa, İhvan-ul Müslimin’in saflarında yer alsın.” Nevvab Safevi Şiî “Fedaiyan-ı İslâm” örgütünün mesuludur.
Ustad Muhammed Ali Zennavî “Yeni Asırda En Büyük İslamî Hareketler” adlı kitabında, Bernard Lewis’ten naklen şöyle yazıyor: “Onlar (İslam Fedaileri Örgütü) Mezheblerinin Şiî olmasıyla birlikte İslamî Vahdet fikrini taşıyorlar, fikrî yönden büyük ölçüde İhvan-ı Müslimin örgütüne benziyorlardır.”
Üstad Zennavi daha sonra “İslam Fedâileri” örgütünün ilkelerinden bazısını şöyle hulasa ediyor:
1) İslam, hayatı tamamen içeren bir düzendir.
2) Müslümanlar arasında Sünnî’siyle Şiî’siyla fırkacılık yapılmamalıdır.
Sonra Nevvab’ın sözlerini naklediyor: “Birlikte İslam için çalışalım. İslam’ın şerefi uğruna yaptığımız cihat’tan başka her şeyi unutalım. Acaba müslümanların şuurlanıp Şiî’lik ve Sünnîlik diye tefrikaya düşmekden elçekmelerinin zamanı gelmedi mi?”
Fethi Yeken “el-Mevsuat-ül Harekiyye” adlı kitabının 163’ncü sayfasında Nevvab Safevi’nin Kahire’ye ve iştiyakla karşılaşmış ziyareti hakkında bilgi verdikten sonra, Şah tarafından Nevvab Safevi’ye verilen idam hükmü hakkında şöyle diyor:
“Zalimce verilen bu hükme İslam ülkelerinde sert bir şekilde karşı çıkıldı. Nevvab Safevi’nin kahramanlığı ve mücadelesini bilen müslüman halk kitlesi verilen bu hükme karşı tavır koyarak, böyle bir hükmün çağımızda büyük bir zaiyat olduğunu bildirdiler.”
Fethi Yeken’in görüşüne göre, müslüman bir Şiî’nin şehadeti İhvan-ül Müslimin’in önde gelen şehidlerinin şehadeti gibidir. O şuna inanmaktadır: “Nevvab Safevi ve arkadaşları; tertemiz kanlarıyla gelecek nesiller için özgürlük yolunu aydınlatan şüheda kafilesine katılmışlardır. Zamanı geldi, İslam inkılabı İran’da gerçekleşti ve şahinşahlık imparatorluğu böylece sona erdi. Nitekim Allah-u Teâla, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: “Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur!”