.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Muaviye’nin yanında söz dönüp dolaşıp Müminlerin Emiri Ali’ye geldiğinde ağlamaya başlar ve şunları söyler:

Hz. Ali’nin (as) şehadetinden sonra ve Muaviye ibn-i Ebu Süfyan’ın İslam hilafetinde yegâne söz sahibi olduğu bir zamanda; o ve Hz. Ali’nin samimi dostları arasında ister istemez diyaloglar ortaya çıkıyor. Muaviye’nin tüm çabası, onların ağzından Ali ile yaptıkları dostluktan zerrece bir fayda görmedikleri ve hatta bu yüzden ellerinde ne varsa yitirdikleri yönündedir. Ama görüleceği üzere Muaviye’nin bu arzusu hiçbir zaman vuku bulmamıştır.

Bunlardan birisi ise Hz. Ali’nin en vefalı ve basiret ehli yoldaşlarından birisi olan meşhur şair Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adîy’dir. O, Sıffın savaşında Hz. Ali’nin sancaktarı olup, aynı savaşta Terfe, Terif ve Taref adlı üç oğlunu bu yolda yitirmiştir.

Yaşanan gelişmeler Muaviye ve Adîy’in yollarını birbirine çıkarmıştır. Muaviye Adîy’in yüreğindeki ateşi daha da canlandırmak için şöyle der:

-          O üç oğlu nerede?

-          Sıffin’de Ebu Talib oğlu Ali’nin yolunda şehit oldular.

-          Anlaşılan o ki Ali sana karşı bir hayli insafsız davranmış!

-          Neden?

-          Çünkü senin çocuklarını ölüme yollarken kendi çocuklarını cephenin ardında korumaya almış.

-          Aslında ben Ali’ye karşı insafsız davrandım.

-          Neden?

-          Çünkü o öldü ve ben hala hayattayım; olması gereken ise o hayatta iken benim onun yolunda ölmemdi.

Muaviye bu diyalog ile istediğine ulaşamayınca; Müminlerin Emiri Ali’nin yanında uzun müddetler bulunan, gecesi-gündüzü onun yanında geçen kimselerden onun üstünlük ve özelliklerini duymaya karar verdi ve Adîy’den Ali’yi anlatmasını istedi. Adîy her ne kadar Muaviye’nin yanında bu konuda konuşmaktan kaçınsa da ısrarları sonucunda Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adîy şunları söyledi:

“Allah’a yeminler olsun ki; Ali oldukça ileri görüşlü ve güçlü birisiydi. Karanlık çöktüğünde ve gece bir başına kaldığında Allah ile razu niyaz eder, dertleşirdi. Çok gözyaşı döker ve bolca düşünürdü. Bir başına kaldığında kendi nefsini hesaba çekerdi. Gülümsediği zaman dişleri aynı bir ipe dizili inciler gibi parlardı. Şimdi bile duyabiliyorum; o gece mihrapta ibadete koyulduğunda gözyaşları içerisinde Allah korkusu ile iki büklüm olduğunu ve dünyaya şöyle seslendiğini:

“Ey Dünya! Bana kastın mı var, yoksa bana hasret misin?! Git ve benden başkasını aldat! Seni dönüşü olmayan üç talâkla boşadım. Zira senin ömrün kısa, vaziyetin kötü, kıymetin azdır. Âh! Azık az, sefer uzun ve yol ıssız! Âh! Âh!”

Adîy’in sözleri buraya varınca Muaviye gözyaşlarına hâkim olamadı ve ağlamaya başladı. Elbise ile gözyaşlarını sildi ve şöyle dedi:

“Allah Ebu’l Hasan’a rahmet eylesin! İnan o aynı dediğin gibiydi. Pekâlâ, söyle bana onun yokluğunda ne haldesin?” Adîy dertli dertli iç geçirerek şunu dedi:

“Bu aynı ana kucağında başı kesilen evladının acısını yaşayan kimse gibidir.”