.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Aşkın Tanımı

Çoğu mâna ehli, “aşk”ın “varlık” gibi tanınmaz ve tavsif edilmez bir şey olduğunu söylemişlerdir. Çünkü aşk hakkında söylenebilecek her şey aşkın etki ve cilveleridir denmiştir. Ama bu tanım eksiktir. Aşk hakkında farklı tanımlar yapılmıştır. Onlardan bazıları şöyledir:

1- Aşk, kutsal canların ve yüce ruhların tutulduğu ilâhî bir deliliktir.

2- Aşk, ruhun iyilik ve güzelliklere doğru cazibesi, İlâhî ilham ve tahrikidir.

3- Aşk, dermanı olmayan bütün dertlerin dermanıdır.

4- Aşk, aklın hükmünü etkisiz hâle getiren, varlık yurdunun genel kurmayıdır.

5- Aşk, Hakk'ın nurlarının tertemiz kişilerin kalbine tecelli edip orada İlâhî bir hükümet ve saltanat kurmasıdır.

6- Aşk, kendisinden başkasını ortadan kaldıran İlâhî şevkin ateşidir.

7- Aşk, kalpte alevlenip aşığı yakan bir alevdir.

Bir şeye duyulan ilgi şiddetlenip insanı kontrolü altına alınca ona “aşk” denir. Aşk gerçekten aşırı sevgidir. Sevgi zirveye ulaşınca ona “aşk” denir. Aşkın dairesi sevgiden daha sınırlıdır. Aşkın olduğu her yerde sevgi de vardır, fakat sevginin olduğu her yerde aşk yoktur.

Ulaşınca bir sevgi zirveye,

Başlar o zaman aşk girmeye.

Çıkınca bir sevgi haddinden,

Aşka dönüşür kendiliğinden.

Mevlâna aşkı tanımlamayı ve tavsif etmeyi imkânsız bilerek şöyle der:

Aşık olmak, iniltisinden belli her kalbin,

Kalp hastalığı gibisi yoktur, insafa gelin.

Aşk hastalığı hastalıklardan farklıdır,

Aşk Allah'ın sırlarının usturlabıdır.

Kalem yazmaya başlayınca,

Çatlayıverdi aşka ulaşınca

Bu durumu söz tavsif edince,

Kırıldı kalem, yırtıldı kağıt bura gelince

Akıl aşkı anlatmada çamura batmış merkep gibi,

Yine aşk söyler, aşk ve aşığın şerh-i hâlini.

Attar-i Nişaburî aşkı istiare türünden bilmeyip şöyle demektedir:

Aşk sözü işaretten başka değil,

Aşk istiareye esir değil.

Kalp bilir aşkın cevherini,

Akıl bunda basirete sahip değil.

Aşkı Ebu Hanife ders vermiş değil,

Şafiî ondan rivayet etmiş değil.

Aşk bir ibarete de sığmış değil,

Aşk esasen ibaret âleminden değil.

Bir aşık arif de şöyle der:

Aşkın sırrı büyük bir problemdir,

Gönlün sevdası, ruhun hayretidir,

Akıl aşk şarabının kokusunu alınca,

Hiçbir zaman düşünmez; sürekli divanedir.

Aşk tadılarak bilinir; onu mâna ve mefhumlara sığdırmak, tanımlamak imkânsızdır.

Kapadı ilim ve akıl dükkanını, açtı aşkın kapısını,

Sana sevdanın her can, sormaz mantığını.

Kırayım bu kalemi, yırtayım defterimi,

Nasıl anlatayım ben senin yüce cilvelerini?

O hâlde aşkı anlatabilmek için onun etki ve tecellilerine işaret edilebilir ancak; fakat aşkın nitelik ve künhüne hakkıyla inmek imkânsızdır.

Mecazî Aşk, Hakikî Aşk

Genel olarak aşkı mecazî ve hakikî olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür:

Mecazî Aşk

Mecazî aşk, güzel yüz ve çehreye sahip olanlara karşı duyulan aşk ve onları görmeye duyulan iştiyaktır. Şüphesiz bazı insanlar güzel çehreye sahip olan kişilere aşk beslemekte ve onları görmeye iştiyak duymakta, bu aşklarını doyurmak için de birtakım tatsızlıklara ve tehlikelere katlanmaktalar. Böyle bir aşkın mahiyeti hakkında bilirkişiler ve araştırmacılar arasında çeşitli görüşler vardır:

1- Bazıları bu tür aşkı kötüleyerek aleyhinde bazı noktalara işaret etmekteler.

2- Bazıları ise tam tersine böyle bir aşkı överek methetmişlerdir.

3- Bazıları bu aşk hakkında sessiz kalmayı tercih etmiş, iyi mi kötü mü olduğuna değinmemişler; “Biz böyle bir aşkın neden ve sebeplerini tanıyamayız.” demişlerdir.

4- Bilirkişilerden bir grubu ise bu aşkı bir nevi ruhsal hastalık olarak tanımlamışlardır.

Şüphesiz mecazî aşkın kaynağı şehvet ve hayvanî lezzetlerdir. Bu gibi aşklarda aşık sadece sevgilisinin zahirine dikkat eder; onun yüzünden, şeklinden ve renginden başka bir şey görmez gözü. İşte bu nedenle, “Aşk, şehvetten kaynaklanıp şehvette son bulmaktadır.” demişlerdir. Mecazî aşk gerçekte aşk değil, şehvetin tuğyan ve isyanı olup azlık ve çokluğu vücudun fizikî faaliyetlerine bağlıdır.

Mevlâna bu gibi aşkları kınayarak onu bir nevi putperestlik saymıştır:

Şekillerin ayakları altında olma mest,

Ne put yapan ol ve ne putperest.

Ölüye beslenen bir aşk olmaz ki ebedî,

Beslediğin can alıcı aşka, lâyıktır ancak diri.

Aşkı o diriye besle ki bâkîdir,

Can alıcı şarabına sakidir.

Mevlâna, şehvet gütme nitelikteki mecazî aşkları ise ar saymaktadır:

Bir rengin ardı sıra gelen aşklar

Aşk değildir, sonunda ar olurlar

Bunu söyleyip verdi can o zaman

Aşk ve ıstıraptan necat buldu yar

Ölülerin aşkı ebedî olmadığından

Çünkü ölü bize gelici olmadığından

Ruhta ve gözde bir dirinin aşkı

Her zaman daha tazedir her goncadan

O kimsenin aşkını seç ki peygamberler

Onun aşkından oldular büyük önderler

Mecazî aşk, zevk almaktan ve nefsanî güdüleri doyurmaktan kaynaklandığı için insan için bir fazilet ve değer sayılamaz; aksine insanın gerçek kemale ermesini engeller. Bu aşkın sebebiyet verdiği nedenlerden bazıları şöyledir:

Egoistliği Güçlendirme: Bu aşkta aşık için önemli olan “maşuk” ve “sevgili”si değil, kendisidir. Yani aşık sevgilisini kendisi için istediği için sevgilisine aşık olmaktan ziyade kendisine aşıktır; bu ise “egoistlik”in tâ kendisidir. O hâlde bu aşkı övüp methedenler gerçekte insanları “egoistlik” bataklığına sürükleyip gerçek aşktan mahrum etmekteler.

İç Esirlik: Gerçek aşk insanı iç esirliğe değil, “manevî özgürlük”e ulaştıran aşktır. Mecazî aşkta her ne kadar aşık görünüşte her şeyden özgür olup ilk etapta kendi varlığına hiçbir şekilde bağımlılığı olmadığı görünse de, gerçekte sevgilisine öyle bir şekilde göz diker ki ondan daha büyük bir bağımlılık düşünülemez. Çünkü bu durumda bütün kesretlerin/çoklukların kökü olan madde âlemine gönül bağlamış olur. Böyle bir aşkta aşık tüm varlığı göz, kaş ve dudakta özetler ve bu daireden bir an bile dışarı çıkmaya rıza göstermez.

Sebatsızlık: Mecazî aşkta, maşuk ve sevgili sürekli değişim ve noksanlık hâlinde olduğu için aşıkın aşkı en küçük bir sebat ve direnişe sahip değildir. İşte bu nedenle mecazî aşkın titreyen dalına dayanan kimse varlık âleminin gerçeklerinden ve yine maşukun gerçeklerinden kopup uzaklaşacaktır. Çünkü bu aşkta her ne kadar sevgili zahirî güzelliğe sahip olsa da, eksiklik ve çirkinliklerden de arınmış değildir; günden güne onun güzelliği eksilir ve çirkinlikleri artıverir. Burada maşukun güzellikleri eksildikçe, aşıkın aşkı da düşüş kaydeder; bunun sonucu gözünde maşukun değeri düşer ve gittikçe aşk güvercini aşıkın ruhundaki yuvasından çıkıp gider.

Mevlâna mecazî aşkın maşukunu içinde siyah duman olan halis olmayan bir ateş olarak tanımlar:

Işık gidip gözükünce siyah duman

Soluverir mecazî aşk o zaman

Çıkınca ortaya hüzünlü duman

Aşk neyinin de sesi kesilir o an

Evet; zahirî ve dış görünüm fani olmaya mahkûmdur; fakat mâna âlemi ebediyen kalıcıdır. Mevlâna surat ve mânayı sedef ve inciye benzeterek mecazî aşkı kınamaktadır:

Zahirî suret onda olur fani

Ebedî kalıcıdır mâna âlemi

Suratını görüp gafilsin mânasından

Sen inciyi seç sedeften, akıllıysan

Dünyada gördüğün bütün bu sedefler,

Gerçi canları var, hepsi ölüdürler.

Fakat her sedefte inci olmaz ey yar!

Aç güzünü, her birinin içine bak ne var.

Hayalcilik: Mecazî aşkların diğer eksiklik ve olumsuz özelliklerinden biri de, aşıkın kendi hayalinde yarattığı şeye aşk beslemesi, hayal âleminde yaşadığı hâlde kendisinin dışında bir varlığa gönül verdiğini sanmasıdır; oysa kendisine veya kendisinin yarattığı şeylere aşk beslediğinden gafildir.

Kendi resmine, hayaline aşık olan can,

Nasıl olsun lütuf sahibi aşıklardan.

Bakma kendinin çirkinine, güzeline,

Bakacaksan bak aşkına, bak sevgiline.

Kendilerine ve yaptıklarına aşıktırlar,

Yılan kuyruğunu da yılan başı sanırlar.

Bakınca nehirdeki suya aşık olmayanlar,

Suda kendi resimlerini görür, mesrur olurlar.

Uzakta serap görüp ona koşar,

Kendi gördüğüne aşık olur, coşar,

Halbuki aşk hicranda sûretlar yapar,

Sürekli hayalinde o sûretlara tapar.

O hâlde böyle aşklarda, aşığın güzellik hissi onun iç gücüyle birleştirerek mutlak bir şekil almış, sonra onu kendi maşukuna nispet etmiş ve sonuçta ona aşk beslemiştir; yani gerçekte maşukun yüceliğini yaratan, aşığın dengesiz ruhudur.

Cinayet Doğuran: Güzel yüzle başlar, vücudun en alçak uzuvlarıyla son bulur ve insana nefisperestlik ruhunu üfürür. Şüphesiz böyle bir aşk, çelişkiyle karşılaştığında cinayet yaratır. Şöyle ki: Aşık maşukuna diğerlerinin de aşk beslediğini görünce tahammül edemeyip cinayete başvurur. Tarih, aşkları uğruna engelleri yollarından kaldırıp şehevî aşklarını yırtıcı cinayetleriyle karıştıran örneklerle doludur.

Öyleyse mecazî aşkın hedefi zevk ve lezzet almaktan başka bir şey değildir. Mecazî aşkın şu olumsuz sonuçları vardır:

- Tüm varlık âlemini bütün kanun ve kurallarıyla inkâr edip yüz, iki göz ve kaşı ispat etmek.

- Ebedî kölelik ve esirlik ve kendini maşukun iradesine bırakmak.

- Varlık âleminin tüm kanunlarını çiğnemek.

- Yaşam sözlüğünden bütün değerleri çıkarıp atmak.

- Varlık âleminin aksine hareket etmek ve onunla uyum sağlamamak.

Hakikî Aşk

Hakikî aşk, Allah Tealâ'nın kutlu zatına karşı beslenen aşk ve sevgidir. Bu ise beğenilir ve gerçekleşmesi mümkün olan bir şeydir. Çünkü insanın diğerlerine karşı aşk ve sevgisi onların sahip oldukları iyilik, güzellik ve kemallerden dolayıdır. Halis cemal ve mutlak kemal Allah Tealâ'ya has olup O'nun cemal ve kemal okyanusunun sahili olmadığı için aşk ve sevgiye sadece O lâyıktır. O hâlde Allah Tealâ'ya karşı gerçek aşk ve sevgi beslemeyi imkânsız sayıp onu mecazî bilenler gerçekte Allah Tealâ'nın cemal ve celâl sıfatını inkâr etmekte veya insanın diğerlerine karşı duyduğu aşk ve sevgiyi onların sahip oldukları fazilet ve kemallerden kaynaklandığını kabul etmemektedirler; halbuki bunu inkâr etmek imkânsızdır. Dolayısıyla Allah Tealâ en üstün sevgili ve en büyük maşuktur. İşte bu nedenle insanın Allah Tealâ'ya karşı duyduğu aşk ve sevgi mecazî değil, gerçekleşmesi mümkün olan gerçek aşk ve sevgidir.

Gönül bakınca aşk sayfasına bir an,

Maşuktan başka bulamaz aşka şayan.

Gül çehren kattıkça güzellik, güzelliğe,

Gönlüm de aşk katar aşka, varır divaneliğe.

İrakî, “bade”yi “aşk” diye niteleyip onu sarhoş olmanın nedeni bilerek şöyle diyor:

Kadehe doldurulan ilk badeyi,

Sâkînin sarhoş gözünden aldılar.

Neşeli kişileri kendileriyle görünce,

Sarhoşluk şarabını kadehe doldurdular.

Cananın sarhoşumsu dudağının kadehi var,

Aşıklarının şarabının dile destan namı var.

Avlanmak isteyince dünya gönülleri,

Güzellerin gül zülfüyle tuzak kurdular.

Dünyanın neresinde gönül derdi varsa aldılar.

Bir araya toplayıp "aşk" adlandırdılar.

Putların başta zülfü nihayet yatışmadı,

Nice gönüllerden huzuru kaçırdılar.

Sanki güzelliği meydana çıkardılar.

Bir geziyle her iki âlemi yatıştırdılar.

Evet; gerçek aşk Allah Tealâ'ya karşı duyulan hikmet ve sırlarla dolu aşktır:

Ey Yar! Sihirli nağmelerin destanlara sığmaz

Aşkının sırları gizlidir yüzlerce beyana sığmaz.

Celâlinin cilvesi olmazsa gönül evinde

Cemalinin halvetgâhı cisme, cana sığmaz.

Girince gönlüme aşkın, can sevdası kalmaz

Düşünce kalbe sevgin, ruhun aşkı sığmaz

Bir lütufta bulun, aşkından ölen şu garibe

Şu divane aşkım hiçbir zamana sığmaz

Hayalinle gönlüm söylerken aşkın sırrını

Verse de can o anda hiçbir mekâna sığmaz

Mest olmuş bak gözlerim, senin aşk şarabından

Ateş olup yansa da akla, hayale sığmaz

Mevlâna gerçek aşkı Allah Tealâ'ya karşı duyulan aşk bilmiş ve Resulullah'ın (s.a.a) bu aşka sahip olması nedeniyle onu yaratılışın felsefesi ve kâinatın sırrı saymıştır:

O dirinin aşkını seç ki bâkidir

Can alıcı şarabına sâkidir

Muhammed'le bağdaşır aşk-ı pâk

Onun aşkı için Allah'ın "levlak"idir.[1]

Onda Allah aşkından başkası yoktur

Ona vuslattan başka hayal yoktur

Evimi temizledim her iyiden, kötüden

Evim Allah'ın aşkıyla doldu, başkası yoktur

Dolayısıyla, her ne kadar aşkı mecazî ve hakikî olmak üzere ikiye ayırmışlarsa da, gerçekte bir tek aşk vardır ve o da “İlâhî Aşk”tır; onun dışındakilere ise güzel aşk ismi yakışmaz. Onlar ancak şehvet tufanı ve heves dalgalarıdır ve ancak mecazî olarak aşk ismi verilebilir onlara.

Mecazî Aşkın İlahî Aşka Dönüşümü

Arifler aşk konusunda şöyle derler: Bazen mecazî aşk ilâhî aşka dönüşebilir. Yani bir insan güzellere aşk besleyecek olursa, sonunda bu aşk onu ilâhî aşka sevk edebilir, ilâhî aşka ulaşmak için bir merdiven olabilir. Ancak bu söze mutlak geçerlilik vermemişlerdir. Mecazî aşkın gerçek aşka dönüşebilmesi için iki yol göstermişlerdir:

1- Mecazî aşk karşısında direnip iffet ve takva dairesinden çıkmamalı, maşukunun hicranından tutuşup yanmamalı ve bu yolla ruhuna baskı yapmalıdır. Böyle yapacak olursa, Allah Tealâ bu çabanın mükâfatı olarak onun mecazî aşkını ilâhî aşka dönüştürür ve ilâhî aşk ateşini vücut harmanında alevlendirir ve onu lâyık olduğu makama ulaştırır. İşte bu nedenle rivayetlerde şöyle geçmektedir:

“Kim aşık olup aşkını gizler ve iffetli olur da o hâlde ölürse, şehit olarak ölmüş olur.”

2- Mecazî aşk gerçekten şehevî ve hayvanî amaçlardan uzak olmalıdır. Yani güzel yüzlüye aşık olan bir kimsenin sevgisinde hiçbir şekilde şehvet gütmenin etkisi olmamalıdır. Şöyle ki aşkı sadece onun güzel ruhundan ve maşukunun cemalinden kaynaklanmalıdır. Tıpkı insanın bazen tabiattaki güzel bir manzaraya veya bir sanat eserine hayranlık duyması gibi. İşte bu durumda bu aşk ilâhî aşkın nuruyla doluverir:

Ay parçası güzellere aşk besleyenler

Bilir-bilmez Allah'a aşk beslerler

Feyz-i Kaşanî ise bu konuda şiirinde şöyle der:

Dinle söyleyeyim mecazî aşktan nedir amaç

Bu aşktan, hakikî aşkın çekirdeğidir amaç

Güzel yüzlü yarin güzelliğinin cilvesinden

Sevişmenin yollarını öğretmektir amaç

İbn-i Sina, Risale-i Aşk adlı mecazî aşkın ilâhî aşka dönüşmesi konusunda şöyle der:

“İnsan, hayvanî lezzet almak için güzel bir çehrenin aşkını gönlüne yerleştirirse zinakâr, sapık ve fasık kişiler gibi kınanmayı hak eder. Ancak güzel bir çehreyi akıllı bir bakışla sevecek olursa, bu sevgi ve aşk onun yücelmesi ve hayırseverlik yönünün güçlenmesi için bir vesile olur. Çünkü böyle bir aşkta, etki bakımından ilk ve halis maşuk olan Allah'a yakın olan bir konuya eğilim göstermiştir.”[2]

Aşk Hak'ta fani olandır ancak

Bağları bırakıp mutlak olandır ancak

Aşıkın gönlünde ateş alevlenince

Maşuktan gayri her şeyi yakıp kavuracak

Şeyh Muhammed Lahicî ise Gülşen-i Râz Şerhi'nde şöyle diyor:

“Mecazî aşk nefsanî şehvetlerden uzak, güzel ve temiz bir şekilde olursa, Hak kisvesinde Hakkı görmektir; din ve hak âdettir, batıldan uzaktır ve elbette müridi hakikî aşka ulaştırır. Fakat eğer o aşk şehvet yönünde ve hayvanî tabiatından kaynaklanmış olursa, bu durumda şehvetten ibaret olan batılın kisvesinde zuhur eden Hakk'ın fiilinin güzelliğinin çehresinde tasarruf etmektir; bu ise nefis ve şeytanın işidir; din ve sırat-ı müstakimden sapmaktır.”[3]

Büyük İslâm filozofu Mollâ Sadra “Esfar-i Erbaa” adlı eserinde ay yüzlülere beslenen aşktan bahsetmiş ve onun mahiyetini incelemiş, mecazî aşkı hayvanî ve nefsanî olmak üzere ikiye ayırarak şöyle demiştir:

“Nefsanî aşk, aşık ve maşukun nefsi arasındaki cevherî benzerlikten kaynaklanan aşktır. Bu aşkta, aşıkın, maşukun şeklini övmesi onların nefisten kaynaklandığını kabul ettiği ve nefiste de onları gördüğü içindir.”

“Hayvanî aşk ise, bedenî lezzet ve hayvanî şehvetten kaynaklanan aşktır. Bu aşkta aşık sadece maşukun zahirine dikkat eder, onun şekil ve renginden başka bir şeyi görmez.”

“Nefsanî aşk nefsin zariflik ve temizliğinden kaynaklanır; fakat hayvanî aşk nefs-i emmarenin gereği olup genellikle fısk-u fücur ve hırsla birliktedir. Nefsanî aşka sahip olan bir kimse zarif kalbe, yüce düşünceye sahiptir; sanki sürekli zahirî duyu organlarından saklı olan bir şeyi arayış içerisindedir. İşte bu nedenle kendisini meşgul eden her şeyden kopar ve maşuku dışındaki her şeyden uzaklaşır. Diğerleri onun kadar kolay bir şekilde hakikî maşuka yönelemezler.”[4]

Bu ilâhî filozof zarif kişilerin ay yüzlülere karşı duydukları aşkı beğenilir ve övgüye şayan şeylerden saymış, bu gibi aşkın kaynağını maşukun güzelliğinden kaynaklandığını kabul etmiştir:

“Zarif kişilerin ay çehrelilere karşı duydukları aşk, insanlığın cemaline karşı duyulan aşk ve sevgiden başka bir şey değildir. Allah'ın cemal ve celâl nişanelerinden birçoğu insanlık cemalinde tecelli eder: ‘Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.'[5] O hâlde, güzel yüzlü kişilere karşı duyulan aşk, hayvanî şehvetten kaynaklanmayıp maşukun çehresinin güzelliğinden kaynaklanmış olursa, kınanmadığı gibi insanî değerlerden de sayılmaktadır. Bu fazilet ve değer insanın kalbini incelten faziletlerden biri olup onun zihnini yakışık olmayan şeylerden temizler, nefs-i natıkayı da bilinçlendirip onu yüce fazilet ve değerleri idrak etmek için hazırlar.”[6]

Demek ki mecazî aşk şehevî şeylerden uzak olur da nefsanî bir boyut kazanırsa, hakikî aşkı doğurup ilâhî aşk için basamak olur. Dolayısıyla “Mecaz, hakikatin köprüsüdür.” denilmektedir.

Elbette bu da mecazî aşkın görme özelliğine sahip olması durumunda söz konusudur. Yani mecazî aşk “kendisi görülen” değil, “kendisiyle görülen” özelliğine sahip olması durumunda geçerlidir. Bazı marifet sahiplerine nispet verilen “Allah'a tapmak güzellikperestlik ve güzellere karşı duyulan aşktadır.” sözü de bu anlamdadır; yani Allah'ın cemalini onun yaratığında görmek.

Mecazî aşkta şu noktalara dikkat edilmelidir:

1- Bu aşk, müspet etkileri olsa bile vasıflandırılamaz.

2- Bu aşk hayvanî şehvetten tamamen uzak olması durumunda değer kazanır.

3- Bu aşk insanî seyrin bütün hâllerinde övgüye şayan değildir; bazı durumlarda övülmüş, bazı durumlarda ise kınanmıştır. Nitekim Mollâ Sadra, bu aşkın irfanî sülûkun ortalarında insanı, hayvanî şehvet bataklıklarından çıkarmak için etkili ve yararlı olduğuna inanmaktadır; ancak nefsin ilâhî ilimlerle mükemmelleşip âlem-i kudse ulaşmasından sonra bu gibi şeylerle uğraşmak insanın şanına, makam ve mevkiine yakışmaz.

---------------------------------------------------

[1] - "Ey peygamber! Sen olmasaydın, âlemi yaratmazdım." kudsî hadisine işarettir.

[2]- Risale-i Aşk, İbn-i Sina, s.15

[3]- Gülşen-i Raz Şerhi, s. 486

[4]- el-Esfar'ul-Erbaa, Mollâ Sadra, c. 7, s. 174

[5] - Tîn, 4

[6] - el-Esfar'ul-Erbaa, Mollâ Sadra, c.7, s.173