.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

"Eski Ramazanlar"

Abdulbâki Gölpınarlı

.

Ramazan günlerinde birbirerine rastlayanların, birbirlerine sordukları soru aynıydı:

- Ramazanla nasılsın?

Bu soruya çeşit çeşit cevap verilirdi. Kimisi günlük olayları anlatırdı. Meselâ fessiz sokağa çıkmış da gülenleri görünce aklı başına gelmiş, gerisin geriye, eve dönmüş. Namaza durmuş da bitirdikten sonra aptestsiz olduğunu hatırlamış. Yahut camide mukabele dinlerken uyumuş da lâstiklerini çalmışlar. Kimisi, mütevekkil bir tavırla iki gözüm Rabbim derdi, sabrını veriyor; zaten duyulmaz ki, bir gelir, bir gider mübarek. Bu cevap, çok defa yaz ramazanlarına, uzun günlere ait bir cevaptı.. Fakat fıkra da eksik olmazdı hani.

Bektaşiye sormuşlar:

Ramazanla nasılsın?

Cevap vermiş:

Pek iyiyiz erenler, ne fakir mübareği incitiyorum, ne de o fakire dokunuyor.

Ramazanın on beşinden sonra iftar başlardı. Öyle konaklar vardı ki kapıları, ardına kadar açılırdı. Her giren, kendine layık gördüğü sofraya otururdu. Yemekten sonra da diş kirası denen, az çok bir para ile çıkılırdı bu konaklardan.

Bektaşi, olacak bu ya, bir hocayla aynı sofrada iftar etmiş. Ev sahibi rint bir adammış. İftardan sonra kahveler içilmiş, sohbet başlamış. Bektaşiye sormuş, erenler demiş, dem alır mısınız?

Bektaşi eyvallah demiş. Afyon? Eyvallah. Kaygusuz? Eyvallah. Kızıldeli? Eyvallah. Bazı bazı gönül eğler misiniz? Eyvallah.

Hocaya da aynı soruları sormuş. Hoca, her soruyu mücevvet bir estağfirullahla karşılamış. Vakit gelmiş, çıkmışlar. Çıkarken de haznedar yamağı, ikisine de atlas kese içinde diş kirasını sunmuş. Bektaşi gene bir eyvallah bastırıp keseyi, şalvarının cebine yerleştirmiş. Yolda, hoca dayanamamış, keseyi açmış, bir de ne görsün? İçinde bir metelik, boynunu bükmüş, yatıyor. Hemen koşmuş, Bektaşiyi yakalamış. Sana ne verdiler demiş. Bektaşi, vallahi daha bakmadım demiş. Aman, bir bak demiş hoca. Bektasi keseyi açmış, içinde bir altın. Hoca, yanlış oldu demiş, dönelim. Dönmüşler. Soru, sual; bilen yok. Sonucu ev sahibine çıkmışlar. Hoca, bir yanlışlık olmuş demiş; nasıl olur, bu zındık herife bir altın, dâilerine bir metelik?

Ev sahibi, yanlış değil hocam demiş, onun masrafına bir altın bile yetmez, sense bir metelikle pekâlâ gününü gün edersin.

İftar deyip geçmeyin; o iftar sofrasında, hem de iftariye olarak neler yoktu? İnsan onlarla doyardı da yemekler artınca şaşmaz hükmünü verirdi:

- Mübarek, bereket. vesselâm.

İftariyeden sonra çorba, et, sebze, börek, sütlaç, yahut muhallebi, iki tatlının arasını ayırmak için araya giren pilav, derken baklava, yahut bir hamur tatlısı, yahut da kaymaklı güllaç. Bu verdiğim liste, her konakta, her konak yavrusu evdeki liste. Öylesine iftarlar olurdu ki yemeklerin ardı arkası bir türlü kesilmezdi. İnsan, Hocanın dediği gibi Yarabbi derdi, ya midemi geniştir, ya Nâil'imi yetiştir. Sanki on bir ayın bir-sultanı, on bir aylık yiyeceği, tatlısiyle, tuzlusuyla, etlisiyle, sütlüsüyle, çeşit çeşit, bir araya getirir de bir bir, fakat birden sunardı insana.

İftardan sonra sade kahveler, derken teravih. Teravihi hatimle kıldıran imamlar vardı, Cemaat birinci secdeden kalkmadan ikinci rekâtı bitiren imamlar vardı. Bahariye Mevlevihanesinin imamı Hafız Sıddık (Hafız Zındık da derlerdi), Karagöze gideceği geceler, otuz üç rekât namazı on beş dakikaya sığdırıverirdi. Büyük konaklara imamlar tutulur, teravih, konağın salonunda kılınırdı. Bu da ramazanın bir başka şerefiydi.

Teravihten çıkıldıktan sonra herkese, meşrebince bir seyran vardı. Kimisi mahya seyrederdi. Gerçekten de bu, zevkine doyum olmaz bir seyirdi. Usta mahyacılar, Ramazanın on beş gecesi, iki minarenin arasını kandillerden yazılarla bezerlerdi. İlk günlerde “Merhaba, hoş geldin”, derken âyetler, hadisler. On beşinden sonra resim başlardı. Gül, karanfil, lâle... Yirmi yedinci gece ve bazı camilerde bayram gecesi, minareye kaftan giydirilirdi, Yâni külâhından şerefesine kadar dizi dizi kandilden duvağa bürünürdü minare.

Mahya seyretmiyenler, yahut seyrine doyanlar, Karagöze, orta oyununa, meddaha, o zaman modern sayılan kuklaya giderlerdi. Gönül avcılarıysa Direkler arasındaki seyrana katılırlar, teravihten çıkan dilberlere, mevsimine göre lâle, gül, mevsimine göre şeker atarlar, lavanta sıkarlar, göz süzerler, iç çekerler, harf atarak gönül eğlerlerdi. Bu arada, içlerinde, Zenci bacıdan şemsiye yiyenler de olurdu.

Bu âlemler sahura kadar sürer, sahur vakti evlere gidilir, hazır sofraya oturulur, yemekten sonra sigara üstüne sigara içilir, yatılırdı. Meşhurdur; bir Bektaşi iftara gitmiş. Ev sahibi, erenlerin sohbetinden pek hoşlanmış. Sahuru da edelim sultanım demiş. Zaten dem vakti geçtiği için bektaşi, eyvallah demiş. Yemişler, içmişler, bu vakit gidilir mi, sabah gidersin demiş ev sahibi. Yatmışlar. Gece uykusu zaten hak vere, tabii ertesi gün, öğle üstü uyanmışlar. Efendinin huzuruna girip diş kirasını alarak yola revan olmak isteyen bektaşiye ev sahibi. Erenler demiş, zaten gün yarılandı, bu akşam da mihman ol. Bektaşi, çaresiz razı olmuş. Öğleden sonra beraber çıkmışlar. Bu cami senin, o cami benim; akşamı etmişler. Akşam, yemek biter bitmez Bektaşi, kahveyi bile içmeden Sultanım demiş, fakire destur. Efendi ısrar etmişse de imkânı yok. Erenler mangırı alıp dışarıya fırlamış. Ondan ötesi ehline mâlum. Ramazandan sonra bir Mecliste hocanın biri, ah ah diye hayıflanmış; nasılsa demiş, bu mübarek ramazanın bir gününü kaçırdım. Bektaşi hemen atılmış, demiş ki:

Hayıflanma hocam, zayi olmadı, senin o kaçırdığın günü nasılsa ben tuttum.

Ramazanın on beşine kadar yokuş, on beşinden sonra iniş denirdi. İftar vermeler, iftara gidişler, bu gece ne yapalım, sahura ne hazırlıyalım gibi kaygılar, yirmi bir, yirmi yedi. Derken hatim. Bu arada Eyüp Sultanda iftar, herhangi bir dergâha gidiş, yahut Hırka-i saâdet ziyareti. Nihayet arife gelir çatardı. Mahyacı, o gece ya “el-fırak” yazardı, ya “el- vidâ”, yahut da bir top arabası resmi yapardı, namludan çıkmış mermiyi de kırmızı kan dille gösterirdi, ay da biterdi.

Ramazan_gazete