.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Hüseynî Kıyamın İrfanî Boyutu Hüseynî Kıyamın İrfanî Boyutu

Öğütler ve Nasihatlar

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

Hamd ancak Allah’a mahsustur. Muhammed ve onun pak Ehl-i Beyt’inin üzerine salat ve selam olsun. Allah’ın laneti onların tüm düşmanlarının üzerine olsun. Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, O Bir’dir ve şeriki bulunmaz. Şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve Resulü, Ali müminlerin emiri ve Masum Evlatları -Allahın salatı üzerlerine olsun- onun halifeleridir. Şehadet ederim ki Resulullah’ın -Allah’ın salatı onun ve Âl’inin üzerine olsun- getirdiği herşey haktır. Kabir, yeniden diriliş, Cennet ve Cehennem haktır ve muhakkak Allah kabirlerde olanları diriltecektir.

Bu, ömrünü boş uğraşılarla geçirmiş, ebedi hayat için hiçbir azığı bulunmayan, Mennan olan Rabbimiz için tek bir adım atmamış, nefsin arzuları ve şeytanın vesveselerinden kurtulamamış ama yine de kerim olan Rabbimizin bağış ve keremine ümitvar ve O’nun af ve merhametine bel bağlamış ve bir tek azığı bu ümit olan yaşlı bir babanın, gençlik nimetiyle berhudar, nefis tezkiyesi ve Allah’ın kullarına hizmet imkan ve fırsatına sahip oğluna vasiyetidir. Ümidim o ki, yaşlı babası nasıl kendisinden razıysa, yüce Rabbimiz de ondan razı olur ve ona millet içersinde en müstahak konumda olan ve İslam’ın gözetilmelerini salık verdiği mahrum sınıflara hizmet tevfikini ihsan buyurur!

Evladım, Ahmet Humeyni -Allah seni hidayetiyle rızıklandırsın!- şu kâinat, ister ezeli ve ebedi olsun ister olmasın, şu varlık silsilesi ister sonsuz olsun ister olmasın, her şey ama her şey “fakirdir.” Zira varlık, onların zati bir niteliği değildir.

Şayet akli bir kuşatıcılıkla bütün sonsuzluk silsilesini görebilecek olsaydın, bu silsilenin, kendisi bizzat mevcut olan ve tüm kemâllere bizzat sahip olan bir varlığa dönük zati fakirlik ve varlık ve kemâl elde etme ihtiyacını haykıran nidasını duyabilirdin. Şayet akli bir yüzleşme ile şu bizzat fakir varlık silsilesine seslenerek “Ey muhtaç varlıklar, sizin bu ihtiyacınızı karşılamaya kim güç yetirir?” diye soracak olsaydın; bütün her şeyin fıtrat diliyle ve ses sese şöyle seslendiklerini görürdün: “Biz, varlık ve varlığın kemal sıfatlarında, bizim gibi muhtaç olmayan bir varlığa muhtacız.” Tabi bu fıtratın kendisi dahi onların kendilerine ait değildir:

فِطْرَةَ اللّٰهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ … [1]

Tevhid fıtratı, bir Allah vergisidir. Bizzat muhtaç ve fakir olan yaratılmışlar, bizzat müstağni bir zata dönüşemezler. Böyle bir değişim ve dönüşüm imkânsızdır. Bizzat fakir ve muhtaç olduklarından dolayı da, bizzat gani ve müstağni dışında hiç kimse onların ihtiyaçlarını gideremez. Bütün mahlûkatın zati bir lâzımesi ve niteliği olan bu fakirlik ve ihtiyaç daimidir. Bu silsile ister ezeli olsun ister olmasın, ister ebedi olsun ister olmasın O’nun dışında hiç kimse, hiçbir işin hiçbir düğümünü çözemez. Herhangi bir kemâl ya da cemâle sahip olan her şeyin bu niteliği kendisinden değil; O’nun kemâl ve cemâlinin bir cilvesidir.

 وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّٰهَ رَمَى [2]

ayetindeki hakikat, her şey, her fiil, her söz ve her davranış için geçerlidir. Bu hakikati idrak edip özünü tadabilen bir kimse, O’nun dışında hiç kimseye gönül bağlamaz ve O’nun dışında hiç kimseden ihtiyaç dilenmez.

Bir başına kaldığın zamanlarda bu ilahi parıltı üzerine düşünmeye çalış. Kalbinin yeni doğmuş bebeğine bu hakikati telkin et. Daima tekrarla; ta ki kendisi dile gelsin ve varlığının mülk ve melekûtunda tecelli ederek kendini göstersin. Mutlak gani ile aranda bir bağ kur ki, O’nun dışındaki her şeyden müstağni olabilesin. Vuslat için yine bir tek ondan tevfik dile ki, seni diğer herkesten hatta kendi benliğinden dahi koparıp alsın da huzura varma şerefi ve duhul iznine nail olabilesin.

Değerli oğlum, O -Celle Celâluh- Evvel ve Ahir; O, Zahir ve Batındır.

هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ [3]

أيكون لغيرك من الظهور ما ليس لك، حتى يكون هو المظهر لك ؟

متى غبت حتى تحتاج إلى دليل يدل عليك، ومتى بعدت حتى تكون الآثار هي التي توصل إليك؟ عميت عين لا تراك عليها رقيبا[4]

“…Sen’den başkasının bir zuhuru var mıdır ki seni zahir kılabilsin? Sen ne zaman yittin ki seni gösterecek bir delile muhtaç olasın? Sen ne zaman uzak oldun ki sana kavuşmanın biricik yolu, izler ve eserler olsun? Seni kendisi üzerinde bir gözetleyici olarak görmeyen göz kör olsun!”

Gaip değildin ki dileyeyim seni ben
Gözden gizli değilsin ki arayayım seni ben

O, zahirdir; bütün zuhurlar O’nun bir zuhurudur. Bizler kendimiz birer hicabız. Bizi perdelere bürüyen kendi enaniyet ve benliğimiz/mahiyetimizdir. “Sen kendin, kendine bir hicapsın Hafız, kalkıver bir aradan!”

Evet, O’na sığınıp O’ndan -Tebarek ve Teâlâ- yakarış ve ümit ile bizi bu hicaplardan kurtarmasını dileyelim:

إلهي هبْ لي كمال الانقطاع إليك وأنر أبصار قلوبنا بضياء نظرها إليك حتى تخرقَ أبصار القلوب حُجُبَ النور فتصل إلى معدن العظمة وتصير أرواحنا معلقة بعز قدسك. إلهي واجعلني ممن ناديته فأجابك وناجيته فصعق لجلالك

“Allah’ım! Her şeyden kopup sırf sana yönelmeyi bana bağışla. Kalp gözlerimizi, sana bakan gözlerin nuruyla aydınlat; öyle aydınlat ki kalp gözlerimiz, nur perdelerini yırtsın ve azamet madenine ulaşsın, ruhlarımız da kudsünün izzetine bağlansın. Allah’ım! Beni, çağırdığında sana icabet eden, bir göz ucuyla baktığında celâl ve azametin karşısında kendinden geçen… kimselerden kıl.” [5]

Oğlum, biz henüz zulmani hicapların bağlarına giriftarız. Bunlardan öte bir de nurani hicaplar vardır. Yani, biz henüz “bir sokağın daha ilk kıvrımındayız.“

Oğlum, eğer manevi makamlara nail olanlardan değilsen bile hiç olmazsa ruhani ve irfani makamları inkâr edenlerden olmamaya çalış! Evet, bu şeytan ve nefs-i emmarenin en tehlikeli hilelerindendir. Ki zaten insanı, bütün insanlık dereceleri ve ruhani makamlardan alıkoyan da budur. İnsanı, işte bu inkârcılığa yönelten ve çoğu kez Allah’a doğru seyr-u süluk yoluna karşı düşmanlık ve karşıtlıkla sonuçlanan ciddiyetsizlik, onun yönlendirmesinin bir ürünüdür. Bu, bütün büyük Peygamberler -aleyhimusselam- Evliya-i Kiram -selamullahi aleyhim- semavi kitaplar; bahusus Kur’anı Kerim’in, uğruna var kılındıkları asıl gayenin nütfesinin, henüz şekillenmeden boğulması ve akim kılınmasına yolaçan bir etkendir.

Marifetullah ve Allah’a doğru bir seyr-u süluk kitabı olan Kur’anı Kerim, cahil dostların eliyle, asıl yolundan saptırılmış ve inzivaya sürüklenmiştir. İslam öncülerinin -aleyhimusselam- bizleri şiddetle sakındırmaya çalıştıkları bireysel yorumlar ve sapkın görüşler, Kur’an’ın metnine doğru bir yol bulmuş ve bu yola giren herkes, onu kendi nefsani arzuları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Bu aziz kitap, ortamların en karanlığı ve insanlığın en geri kalmış toplumunun yaşadığı bir çağ ve zamanda nazil oldu. Bırakın nüzul ortamını; o günün dünyasının dahi daha önce karşılaşmadığı hakikatler ve maariften bahseden bir kitaptır Kur’an. Kur’an’ın en büyük mucizesi de işte bu özelliğidir. Kur’an, o dönemin Yunan düşüncesi ve büyük felsefecileri arasında izine dahi rastlanmayan ve o çağların en büyük felsefecileri sayılan Eflatun ve Aristo gibilerinin künhüne varmaktan aciz kaldıkları derin irfani meseleler içermektedir. Dahası Kur’anı Kerim’in marifet beşiğinde yetişmiş ve onun zenginliğinden nice istifadelerde bulunmuş büyük Müslüman filozoflar dahi, örneğin onun kâinattaki bütün varlıkların “yaşam ve hayat sahibi olduğunu” açıkça dile getiren ayetlerini tevil etmeye kalkışmışlardır. Büyük İslam ariflerinin bu tarz konularla ilgili söyledikleri her şeyin ilham kaynağı Kur’anı Kerim’dir. İrfani meseleler, Kur’anı Kerim’de zikredildiği boyutuyla hiçbir kitapta yer almamıştır.

Evet, bütün bunlar, Peygamber efendimizin bir mucizesidir. O, vahyin kaynağıyla öylesine aşinadır ki, bu kaynak, varlığın gizem ve esrarını onunla paylaşabilmekte ve kendisi, insanlığın kemâl zirvesine uruc ederek/yükselerek hakikatleri apaçık ve hiçbir hicap ve perde olmaksızın görebilmektedir. O, aynı zamanda insanlığın bütün boyutları ve varlığın bütün mertebelerinde hazır olup هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ hakikatinin en yüce mazharıdır. O, bütün insanların bu düzeye erişmesini istiyordu. Erişemeyenleri gördükçe de ıstırap ve acı çekiyordu. İşte bu yüzden olsa gerektir ki Kur’an-ı Kerim’de;

 طٰهٰۜ  مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ [6]

diye, bu hakikate latif bir işaret vardır. Aynı şekilde kendisinin
ما اوذي نبي مثل ما اوذيت “Hiçbir peygamber, benim çektiğim eziyeti çekmemiştir!” buyruğu da bu anlamla ilgili olsa gerektir.

Bu makam ya da ona yakın bir düzeye erişenler, asla halktan uzaklaşmaz ve bir köşeye çekilmezler. Aksine yolunu şaşırmışlara bu hakikatleri anlatmak ve aradaki bağı yeniden kurmakla vazifelidirler; gerçi bu yolda çok az muvaffak olsalar da! Bazı hakikatlere eriştikten sonra içtikleri ilk bir damlacık (hakikat badesiyle) kendilerinden geçip sarhoşluk haline giriftar olanlara gelince; her ne kadar büyük bir kemâle erişmiş olsalar da ulaşılması gereken nihai kemâlden bir hayli uzaktırlar. Musa Kelimullah (aleyhisselam) Hakk’ın bir nebzecik tecellisi ile kendinden geçip baygın düşmüştü. Evet, ama yine Allah’ın özel inayetiyle hemencecik ayılıp kendine gelmiş ve hizmetle vazifelendirilmişti. Resulullah (salavatullahi aleyhi ve alâ âlih) Hatem’ül Enbiya, yüce insanlık mertebesine; hiç kimsenin hayalinin dahi erişemeyeceği o makama erişip de İsm-i A’zam’ın tam bir mazharı olduktan sonra  يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ  قُمْ فَاَنْذِرْۙ [7] hitabıyla hidayet vazifesiyle görevlendirilmiştir.

Değerli oğlum! Ben bir hiç, belki hiçten de öte biri olduğum halde bütün bunları anlatırken maksadım şudur: şayet hiçbir makam ve mertebeye erişemeyecek olsan dahi manevi makamlar ve ilahi maarifi sakın inkâra kalkışmayasın! Bütün bu sözler, sen onlar gibi olamasan da, en azından bu yolun yolcuları ve arifleri sevenler zümresinden olasın diye ve Yüce Allah’ın dostlarına düşmanlık duygularıyla şu dünyadan göçüp gitmeyesin diyedir.

Evladım! Kur’an’la; şu en büyük marifet kitabıyla tanış, gerçi, sırf onu okumak düzeyinde olsa da. Onun aracılığıyla, o gerçek sevgiliye ulaşmak için bir yol bul! Sakın ola “marifetsiz kıraat ne işe yarar ki?” diye düşünmeyesin! Bu, hiç şüphesiz şeytanın bir vesvesesidir. Yahu, bu kitap Sevgili’nin bizzat kendisinden gelmiş, sana ve bütün herkese hitaben yazılmış bir mektuptur. Her ne kadar âşık olup ve bu sevdaya yakalanmış olanlar, içinde ne yazıldığını bilmeseler de bu böyledir. İşte bu aşk heyecanı sebebiyle kim bilir; aslında kemâlin en zirvesi bilinmesi gereken sevgilinin sevgisi, bir an sana yönelir de belki elinden tutar! Bizler ömrümüzün bütün lahzalarını sırf “Kur’an bizim kitabımızdır” diye şükür secdesiyle geçirsek, yine de şükrünü hakkıyla eda etmiş sayılmayız.

Oğlum! Masum İmamlar’ın -aleyhimusselam- diliyle elimize ulaşan dua ve münacatlar, O’nunla -Celle Celâluh- tanışabilmenin en büyük kılavuzu, ubudiyet yolunu açan ve Halık-halk arasındaki irtibatı sağlayan en yüce aracılardır. Bu dualar, İlahi maarifle dolu ve O’nunla ünsiyet kurmanın birer vesilesidirler. Bu dualar, Vahiy Hanedanının bizlere birer armağanı, gönül erleri ve süluk erbabının yaşadıkları halleri yansıtan birer örnektirler. Gafillerin vesveseleri, sakın seni onlara tutunmaktan alıkoymasın ve bu dualarla ünsiyet bağı kurmaktan gafil kılmasın! Doğrusu bizler, bu tertemiz kılınmış ve Hakk ile vuslata erişmiş Allah dostları, bizlere İmam kılındıkları için ömrümüzü dua ve niyaz ile geçirsek dahi şükranlarımızı hakkıyla yerine getirmiş sayılmayız.

Ölümün eşiğinde ve artık son nefeslerini alıp vermekte olan benim, henüz gençlik nimetiyle berhudar olan sana vasiyetlerimden biri de dostlarını ve oturup kalktığın arkadaşlarını takvalı, sorumluluk bilinci olan, maneviyatı önemseyen, dünya ve albenilerine eğilimi olmayan, mal mülk hususunda yettiği kadarı ve kabul edilebilir ölçülerin dışına çıkmayan, günaha bulaşmış ortamlar ve topluluklardan sakınan ve güzel ahlaka sahip insanlar arasından seçmendir. Zira muaşeret ve karşılıklı ilişkiler, her iki açıdan; yani hem salah hem de fesad açısından kaçınılmaz bir etkiye sahiptir.

İnsanı, Allah’ı anmaktan alıkoyan ortamlardan sakınmaya çalış. Zira bu tür ortamlarda bulunmak, alışkanlık haline geldiğinde insanın (ilahi) tevfikten mahrum kalması ihtimali söz konusudur ki bu, telafisi mümkün olmayan bir musibettir. Unutma ki her insanın -bütün varlık âlemi demesem de- fıtratı gereği, mutlak cemâl ve kemâle bir eğilim ve yönelişi vardır. Bu eğilim ve yönelimin, insandan ayrılması mümkün değildir. Aynı şekilde mutlak kemâlin de iki ayrı şey ya da tekrarlanabilir bir şey olması da olanaksızdır. Herkesin arzuladığı, bir tek O’dur. Herkesin gönlünde O vardır. Gerçi kendileri bunu bilmiyor olsalar, zulmet ve nur hicaplarıyla perdelenmiş bulunsalar, dolayısıyla da O’nun yerine başka birini arzuladıkları zehabına kapılsalar da bu böyle bilinmelidir. Bu yüzden hiçbiri, erişebildikleri hiçbir kemâl ve cemâl ya da güç ve mevki ile yetinmez ve daima o biricik yitiklerini arayadururlar. Fakat O’nu bunların hiçbirinde bulamazlar.

Kudret sahipleri ve dünyanın süper güçleri dahi, hangi düzeyde güç ve kudret elde etmiş olurlarsa olsunlar, bunun ötesinde bir güç ve kudret arayışları asla bitmez. İlim peşinde olanlar için de aynı şey söz konusudur; hangi düzeyde ilim elde etmiş olurlarsa olsunlar hep bunun ötesine taliptirler. Aslında arayadurdukları kendilerindedir ve lakin bu hakikatin özünden gafil bulundukları için bir türlü onu bulamazlar. Eğer güç sahiplerine göklerin bütün güneş sistemi, saman yolları ve galaksilerine sahip olma imkânı verilmiş olsa ve sonra “Bütün bu güçlerden daha bir üstünü ve bütün bunlardan öte daha nice âlemler var; sen bütün bunlara da sahip olmak istemez misin?” diye sorulsa, bunu arzulamamaları imkân dışıdır. Aksine fıtrat diliyle kesin şöyle diyeceklerdir: “Keşke bütün bunlara da erişebilseydim!”

İlim sahipleri için de aynı şey geçerlidir. Hatta öyle ki sahip olduğu ilmi mertebenin çok ötesinde nice makam ve mertebelerin varlığı ile ilgili şek ve şüphe düzeyinde bir ihtimale inansa dahi, onun her daim “mutlak” olanı arayan fıtratı şöyle dillenecektir: “Keşke mümkün olsaydı da bende bütün bu âlemler de tasarruf gücüne sahip olsaydım!” ya da “Benim ilmi kapasitem bütün bunları kuşatabilseydi!” Evet, herkesi tatmin edebilecek, isyankâr ve doymak bilmez nefsin bu hiç yatışmayan alevlerini söndürebilecek tek çare, O’na vasıl olmaktır. O’nu gerçek anlamıyla anmak ve zikretmektir. Her şey O’nun bir tecellisi olduğuna göre, sadece O’nda gark olmak, huzur kaynağı olabilir.

 الا بذكر اللّٰه تطمئن القلوب [8]

derken güya şöyle seslenilmektedir: “Dikkat! Dikkat! O’nu an ve zikriyle yoğrul ki yolunu yitirmiş, şaşkın, bir o tarafa bir bu tarafa savrulmuş ve daldan dala uçup duran kalbin sükûnet ve huzur bulsun!”

Evet, değerli evladım! Allah seni, kendi zikriyle kalp huzuruna kavuşanlardan eylesin! Avare ve yolunu şaşırmış şu babanın nasihatine kulak ver! Makam, şöhret ve nefsanî arzuların yöneldiği şeylere ulaşmak için kapı kapı dolaşma! Zira nereye varırsan var, onun daha ötesine varamayacağın için hasret çekeceksindir. Daha ötelerin özlemini taşıyacak, ruhsal tatminsizliğin daha bir çoğalacaktır. Eğer “Peki, sen kendin niye kendi nefsine bu nasihatlerde bulunmuyorsun” diyecek olursan, derim ki: “انظر الي ما قيل لا الي من قال”,  yani söylenene bak söyleyene değil! Zira bu sözler her halükarda doğrudur; bir mecnun ya da delinin ağzından çıkmış olsa dahi!

Kur’an-ı Kerim’de:

 مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِّن قَبْلِ أَن نَّبْرَأَهَا [9]

diye buyrulduktan sonra şu ayet yer alır:

 لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ [10]

Evet, insan şu âlemde daimi bir değişim ve dönüşüm içersindedir. Kâh bazı bela ve musibetlerle karşılaşır, kâh dünya ona kucak açar; makam, mevki, mal, mülk, güç ve nimetlere kavuşturur. Her iki durum da, kalıcı ve ebedi değildir. Ne o mahrumiyet ve yoksunluklar yüzünden sabır taşını çatlatacak denli hüzünlenip üzül ki, çoğu zaman bir musibet ve yoksunluk bildiğin şey senin için hayırlı olabilir:

 وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ [11]

Ne de dünyanın sana yüz vermesi neticesinde şehvet ve arzularının istediklerini elde ettiğinde, kendini kaybederek Allah’ın kullarına karşı tekebbür, böbürlenme ve övünüp gerinmeye kalkış! Zira olur ki senin hayır bildiklerin aslında senin için şer olabilir.

Oğlum! Asıl kınanması gereken ve bütün şakilik, bahtsızlık ve hüsranların temeli ve ana sermayesi ve bütün hata ve günahların kaynağı, menşei nefis sevgisi olan dünya tutkusudur. Şu mülk âlemi kınanmaya konu olamaz. Zira o, Hakk’ın ve O’nun Rububiyyet makamının bir mazharı, Allah’ın meleklerinin inip nüzul ettikleri yer, Peygamber ve Allah velilerinin -aleyhimusselam- mescidi ve onlar için bir eğitim ve terbiye okuludur. Bu mekân, salihlerin ibadetgâhı ve hakiki sevgilinin hayranlarının kalplerinde, Hakk’ın cilve bulup tecelli edeceği bir sahadır. Onu sevmek, eğer Allah sevgisinden kaynaklanıyorsa, hiç kuşkusuz matlup olan budur ve bu, kemâle sebep olur. Yok, nefis sevgisinden kaynaklanıyorsa eğer, bütün günahların başıdır. Demek ki kınanmaya konu olan dünya, senin kendindedir. Bir gönlün, asıl sahibinden gayrisine bağlanması ve onu sevmesi, bir düşüş ve alçalış sebebidir. Allah’a karşı bütün isyanlar, günahlar, cinayet ve ihanetlerin hepsi, işte bu nefis sevgisinden kaynaklanır. Diğer bütün sevgiler; dünya ve onun albenilerine dönük sevgi, makam ve mevki sevgisi, mal ve mülk sevgisi ve sair sevgilerin hepsinin menşei nefis sevgisidir. Hâlbuki hiçbir gönül, kendi asıl sahibi dışında hiç kimseye bağlanamaz. Lakin bizim hepimizi ve herkesi kalplerin asıl sahibinden gafil kılan, yanlış yere ve kendi zannımızca O’nun gayrisini dilber ve sevgili diye görmemize sebep olan zulmani ve nurani hicaplar vardır arada ki bunlar zulmet üzere zulmettirler. Kaldı ki biz ve bizim gibiler nurani hicaplara dahi erişememiş henüz zulmani hicapların esiriyiz.

إلهي هبْ لي كمال الانقطاع إليك وأنر أبصار قلوبنا بضياء نظرها إليك حتى تخرقَ أبصار القلوب حُجُبَ النور فتصل إلى معدن العظمة...

diye yakaran dil, zulmani hicapları aşmıştır. Allah’ın emrine karşı çıkan ve Âdem’in karşısında eğilmeyen Şeytan, zulmani hicapların “kendini büyük görme/tekebbür” perdesine giriftardı. Dolayısıyla
خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ dedi ve أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ[12] diye diye Rububiyyet dergâhından kovuldu. Bizler de benlik hicabına bağlı kaldıkça, hodbin ve bencil oldukça Şeytaniyizdir ve Rububiyyet dergâhından kovulacağızdır. Bütün putların anası olan bu büyük putu kırmak ne de zormuş meğer!

Bizler onun önünde eğilip onun fermanına boyun eğdiğimiz müddetçe, asla Allah’ın önünde eğilip O’nun fermanını dinleyenlerden olamayız. Bu put kırılmadıkça ve zulmani hicaplar yırtılıp atılmadıkça olamayız da. İlk evvela hicabın ne olduğunu bir bilmemiz gerekir. Zira bilmeyecek olursak, onu kaldırıp atmak ya da en azından zayıflatmak veya o da olmazsa onun günbegün güçlenip katmerleşmesine mani olmak için elimizden bir şey gelmez. Bir rivayette şöyle anlatılır: Resulullah -salavatullahi aleyhi ve alâ âlih- ashabından bir grupla birlikteyken ansızın bir ses duyarlar. Bu sesin neyin nesi olduğu sorulduğunda buyururlar ki: “Bu ses, yetmiş yıl önce Cehennem çukurunun kenarından hareket etmeye başlayan bir taşın şu an Cehennemin dibine varmasıyla çıkan sestir!” Tam o esnada yetmiş yaşını doldurmuş bir kâfirin ölüm haberi gelir.[13] Bu haber doğruysa eğer, o grubun “hal ehli” olduğuna dalalet eder. Yahut Allah Resulünün gafilleri uyarmak ve cahilleri bilinçlendirmek maksadıyla özel bir tasarrufuyla bu “hal” elvermiş olabilir. Bu hadisin sahih olmadığını varsayacak olursak dahi -ki ben lafızlarını tam olarak hatırlamıyorum- hakikat bu minvaldedir. Bizler bir ömür boyu Cehenneme doğru bir seyir içerisindeyiz. Bir ömür namaz –ki yüce Allah’ın anıldığı en yüce dergâhtır- kılarız ama sırtımız Hakk’a ve O’nun evine; yüzümüz benliğimize ve nefis evine dönük. Ne kadar hazin değil mi? Bizi Mir’ac’a çıkarması, O’na götürmesi ve Cennet-ül Lika’ya yönlendirmesi gereken namazımızın, aksine bizi kendi benliğimize ve Cehennem’in sürgün evine götürmesi ne kadar acı!

Oğlum! Bütün bu hatırlatmalar, ben veya sizler gibiler İlahi marifet ve İlahi ibadeti hakkıyla bilip yerine getirelim diye değildir. Bütün varlıklar içersinde Hakk Teâlâ’yı en iyi tanımış ve O’na ibadet ve kulluğun hakkını en iyi veren zatın şu buyruğu göz önündeyken bizim ne haddimize:

ما عرفناك حق معرفتك وما عبدناك حق عبادتك[14]

Belki gaye, kendi acizliğimizi anlamak, bir hiç olduğumuzu bilmek ve enaniyet ve bencilliklerimizi ayaklar altına almaktır. Böylece, olur ki bu azgın devin asiliğini biraz olsun dindirebilir ya da olur ki ağzına bir gem vurabilir veya yularını elimize geçirebiliriz de hayali bile canımızın en derinini yakan o büyük tehlikeden kurtulabiliriz ümidiyledir.

Aman dikkat! Şu âlemden ayrılığın son demlerinde ve ebedi hayata geçişin ilk lahzalarında birçok tehlikeyle karşılaşabiliriz. Evet, nefis sevgisine müptela ve ona bağlı olarak bütün boyutlarıyla dünya sevgisine bulaşmış bir insana, ihtizar/ölüm yatağı ve ebedi göç esnasında bazı şeyler keşfolunabilir. Böyle biri, Allah’ın ölüm elçisinin onu, sevgilisi ve maşukundan koparıp ayırmak üzere geldiğini görünce, Allah’a karşı düşmanlık, öfke ve nefret duygularıyla öte dünyaya göçebilir. İşte bu akıbet, nefis ve dünya sevgisinin bir sonucudur. Bazı rivayetlerde de buna değinilmiştir. İbadet ehli ve sözüne güvenilir biri şu hikâyeyi anlatmıştı:

“Ölüm döşeğinde yatan birinin başucuna gittim. Bana dedi ki: Allah’ın şu an bana reva gördüğü zulmü hiç kimse yapmamıştır. Baksana, beni, bir ömür bin bir zahmetle büyüttüğüm çocuklarımdan ayırmak istiyor! Sonrasında ben kalkıp gittim. Arkasından o da can verip ölüvermiş.” Benim kullandığım bazı tabirler o sözü geçen abid ve âlimin sözlerinden biraz farklı olabilir. Ancak bu anlatılanın birazcık doğruluk payı olacak olsa dahi öylesine önemli bir sonuç ki gerçekten bunun için bir yol, bir çare arayışı içersine girmek gerekir.

Bizler, bir saatliğine olsun bizim kendimizin de bir parçası bulunduğumuz şu âlemdeki varlıklar üzerinde düşünecek olur, hiçbir varlığın kendiliğinden hiçbir şeye sahip olmadığını ve hem biz hem de diğer her şeyin ve elimizdeki her şeyimizin İlahi bir lütuf ve inayet buyrulmuş bir emanet olduğunun idrakine varır da Mennan olan Rabbimizin, bizlere hem dünyaya gelmeden önce hem sonra hem de tüm yaşamımız boyunca, hidayetimize vesile olsunlar diye gönderdiği Hidayet Öncüleri aracılığıyla bahşetmiş olduğu lütufları fark edebilirsek; olur ki O’na –celle celâluh- dönük bir sevgi kıvılcımı yüreğimizde canlanır ve ne düzeyde boş ve muhtevasız olduğumuz gerçeğiyle yüzleşerek O’na –celle celâluh- giden bir yol bulabiliriz. Ya da en azından inatçı inkârcılıktan (Küfr-i Cuhudi) kurtulur ve ilahi hakikatleri ve Rahmani cilveleri yok saymayı kendimiz için bir paye bilmek ve bununla iftihar etmeyi bir kanara iter de bencillik ve hodbinlik kuyusunun derinliklerinde ebediyete kadar mahpusluktan azad oluruz.

Bir rivayette varit olduğu üzere Allah Teâlâ, peygamberlerin den birine: “Senin kendinden daha kötü bildiğin bir şey bul ve huzurumuza getir!” diye hitap buyurur. Peygamber, murdar bir eşeğin leşini bulur ve Allah’a arz etmek üzere birkaç adım sürükler ama hemen sonra pişman olur. O esnada kendisine hitap gelir: “Eğer onu bize getirecek olsaydın, sahip olduğun makamı kaybederdin!” Ben bu rivayetin aslının doğru olup olmadığını bilmiyorum. Lakin Evliya’nın bulunduğu makamda, kendi benliğinin üstünlüğü vehmine kapılmak, düşüşe yol açar. Bu şekil ve düzeyde de olsa bencillik ve hodbinliğin akıbeti işte budur.

Peki, Hatem’ül Enbiya -salavatullahi aleyhi ve alâ âlih- müşrikler iman etmediler diye niçin üzülüyor ve:

 فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا [15]

hitabına muhatap olacak düzeyde hayıflanarak can alıcı bir esef duyuyordu? Tek nedeni onun, Allah’ın bütün kullarına aşk ve sevgi duymasıydı. Evet, Allah’ı sevmek, O’nun cilve mazharlarını sevmekten başka bir şey değildir. O, yolunu sapıtmışların kendi bahtsızlık ve şekavetleriyle sonuçlanan ve aslında kendi elleriyle kurdukları Cehennemin elim azabına yol açan hodbinlik ve bencilliğin zulmani hicaplarında boğulup kalmalarına üzülüyordu. O, herkesin saadetini arzuluyordu. Zira O, herkesin saadeti için gönderilmişti. Ancak müşrikler ve gönül gözleri körelmiş olanlar, kendi kurtuluşları için gelmiş olan Peygambere karşı düşmanlık ediyorlardı.

Ben ve sen, eğer Hakk’ın veli kullarının taşıdıkları Hakk’ın cilvelerine yönelik, bu aşkın bir kıvılcımını olsun taşımaya tevfik bulup, bunu kendi varlığımızda içselleştirebilir ve herkesin hayrını arzulayabilecek bir düzeye erişebilirsek işte o zaman o istenilen kemâle doğru bir mertebe kat etmiş oluruz.

Yüce Rabbimiz, kendi rahmet ve feyziyle ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Resulünün bereketiyle bizim ölmüş kalplerimize hayat bahşetsin!

Marifet ehline malumdur ki kâfirlere karşı şiddetli olmak, müminlerin başlıca sıfatlarındandır. Onlara karşı savaşmak da bir rahmet ve bir gizli lütuftur. Zira kâfirler ve şekavet ehli için, yaşadıkları her lahza, yine kendilerinden kaynaklanan azap biraz daha çoğalır ve hem keyfi/nitel hem de kemmi/ nicel bakımdan sonsuza dek sürecek şekilde katlanarak artar. Dolayısıyla ıslah olmayacak düzeyde olanların öldürülmeleri, gazap anında bir rahmet ve bela esnasında bir nimettir. Daha da önemlisi bu, toplum için bir rahmettir. Zira toplumu fesada sürükleyen bir fert, tıpkı insan bedeninde gerektiği zaman kesilmediğinde bütün bedenin ölümüne yol açan hastalıklı bir uzuv gibidir.

İşte bu, Allah Nebi’si Nuh -aleyhisselam- ın Rabbimizden şu niyazda bulunmasının hakikati ve özüdür:

 وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لَا تَذَرْ عَلَى الْاَرْضِ مِنَ الْكَافِر۪ينَ دَيَّاراً 
اِنَّكَ اِنْ تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ وَلَا يَلِدُٓوا اِلَّا فَاجِراً كَفَّاراً [16]

Yine yüce Allah şöyle buyurur:

 وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ [17]

Bu itibarla ve az önceki açıklama çerçevesinde bütün hudut, kısas, tazirat ve sair cezaî müeyyideler aslında, Rahman ve Rahim olan Rabbimizin hem günahkârların kendileri hem de toplum için öngörmüş olduğu birer rahmettirler. Bu konuyu geçelim…

Oğlum! Yapabildiğin kadarıyla bütün varlıklara özellikle de insanlara dönük bakışını tefekkür ve telkin yoluyla rahmet ve muhabbet açısına yönelt! Değil mi ki topyekûn bütün varlıklar, sayılamayacak denli yön ve boyutlarıyla, Âlemlerin Rabbi’nin rahmetine mazhardırlar. Değil mi ki hayat ve yaşamın varlığı ve ondan kaynaklanan bütün bereketler, varlıklara bahşedilmiş İlahi bir rahmet ve bağıştır. Ne demişler? “كل موجود مرحوم”[18] “Var olan her şey, Allah’ın rahmetinin şümulündedir.”

Mümkün-ül vücud olan bir varlığın kendiliğinden ve bir başına bir şeye sahip olabilmesi ya da onun dengi başka bir mümkün-ül vücudun ona bir şey bahşedebilmesi hiç mümkün müdür? Madem değildir; öyleyse bütün kâinat, Rahman olan Rabbimizin rahmetiyle kuşatılmıştır. Âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatı var edip yönlendiren Rabbimizin rububiyyeti, O’nun rahmetinin bir zuhuru değil midir? Yoksa rahmet ve hidayet, ilahi bir lütuf ve inayet olmaksızın bu düzeyde evrensel ve kuşatıcı olabilir miydi hiç? Madem öyle, İlahi inayet, lütuf ve muhabbete mazhar olan eşyaya bizim de muhabbet beslememiz gerekmez mi? Beslemiyorsak bu, bizim için bir kusur ve noksanlık sayılmaz mı? Dar görüşlülük ve sığlık değil midir bu?

Evet, ben artık yaşlandım ve bu kusur, noksanlık ve diğer sayısız eksikliklerimi gideremedim. Fakat sen gençsin ve Hakk’ın Rahmet ve Melekûtuna daha bir yakınsın. Öyleyse bu kusuru ortadan kaldırmak için elinden geleni yapman gerekir!

Rabbimiz -Tebarek ve Teâlâ- bu hicapları kaldırıp atmak ve ilahi fıtratın gereği neyse onu bulabilmemiz için hem sana, hem herkese, hem de bize tevfik inayet buyursun! Önceki satırlarda bu konuyla ilgili bir çerçeve oluşturmaya çalıştım. Şimdi bu doğrultuda ve bu hicapları kaldırmaya yarayacak birkaç hatırlatmada bulunmak istiyorum:

Bizler, ilahi fıtratın yönlendirmesiyle mutlak kemâle (kemâl-i mutlaka) aşığızdır. Bu aşktan dolayı, mutlak kemâlin bir yansıması olan en genel anlamıyla kemâle (mutlak-ı kemâle; yani kemal saydığımız her şeye) dönük bu aşkı ister istemez hepimiz taşırız. Bu aşkın kaçınılmaz gereği, mutlak noksanlıktan (naks-ı mutlaktan) kaçmaktır ki bunun da gereği, en genel anlamıyla noksanlıktan (mutlak-ı naks’tan; yani noksanlık içeren her şeyden) kaçmaktır. Dolayısıyla bizler hepimiz, bilmesek de idrakinde olmasak da mutlak kemâl olan Hakk Tela’ya aşığızdır. Hem O’na hem de bu kemâlin bir cilvesi olan bütün eser ve mazharlarına aşığızdır. Öyleyse düşman bildiğimiz herkes ve her şey, kaçıp sakındığımız herkes ve her şey mutlak kemâl vasfını taşımadığı gibi (bu kemâlin bir cilvesi olan) en genel anlamıyla kemâlden de biz iz taşıyor olamaz. Bilakis tüm bunlar, bu vasıfların tam karşıtı ve çelişiği olan mutlak noksanlık ve bunun bir cilvesi olan en genel anlamıyla noksanlıktan bir iz taşıyorlardır.[19]Kemâlin çelişiği ise, adem ve yokluktur. Bizler, hicaplar içre örtülü bulunduğumuzdan teşhis hususunda yolumuzu yitirmişiz. Ancak bu perdeler kalktığında, O’ndan -celle celâluh- olan her şeyin, gerçekten özlemini çektiğimiz asıl sevgili ve mahbup olduğunu anlayacağızdır. Gazap ve nefrete konu olan hiçbir şey O’ndan değildir. O’ndan olmadığı için de bir varlığa sahip değildir; yani yokluğa mahkûmdur.

Şunu bilmeni isterim; karşıtlıkları ifade etmek için kullanılan tabirler hususunda bir müsamaha söz konusudur. Evet, yukarıdaki konu, her ne kadar sağlam delil ve burhanlarla ispatlanmış olsa da, irfani bakış ve marifete mutabık olsa da, hatta Kur’an-ı Kerim’de dahi ele alınmış olsa da buna inanmak ve hakkıyla iman edebilmek oldukça zordur. Bunu inkâr edenler alabildiğine çok ve gerçekten iman edebilenler ise alabildiğine azdır. Öyle ki bu gerçeğin hakikatini burhan yoluyla bilenlerin dahi çok azı buna inanır ve iman ederler. Tabi ki bu ve benzeri hakikatlere iman, mücahede, tefekkür ve telkin dışında herhangi bir yolla elde edilemez.

Aslına bakarsan “insan, burhan ve kesin kanıtlarla ispatlanmış olsa da bazı meselelere inanıp iman etmeyebilir” savı, gayet çetrefilli yahut asılsız gibi görünebilir. Ancak ne var ki bu, bizim kendi vicdanımızda doğruladığımız ve Kur’an-ı Kerim’de de, örneğin Tekasür Suresinde karşılığını bulan bir gerçeğin ifadesidir. Peki, vicdanımız bunu doğrular mı? Evet, örneğin sizler ölülerin asla hareket edemeyeceklerini ve size hiçbir zarar veremeyeceklerini kesin olarak bilirsiniz. Öyle ki binlerce ölü, bir sinek kadar dahi hareketlilik gösteremezler. Hiçbir ölünün de, öldükten sonra ve şu dünyada, diriliş gününden önce dirilemeyeceğini hepiniz bilirsiniz. Ancak bir ölüyle birlikte rahat ve huzur içersinde uyumaya cesaret edemezsiniz. Bunun yegâne nedeni, ilminizin kalbiniz tarafından onaylanıp tasdik edilmemesi ve kalbin buna iman etmemesi, sizin bildiklerinize inanmıyor oluşunuzdur. Lakin bir ölü yıkayıcısı, bu gerçeği sürekli tecrübe ettiği için bilir ve iman eder. Dolayısıyla o, asla huzursuzluk duymadan, bir ölü bedenle baş başa kalabilir.

Filozoflar, akli burhan ve delillerle Hakk Teâlâ’nın bütün her yerde hazır bulunduğunu ispatlarlar. Lakin aklın delile dayanarak ispatladığı bir gerçek, kalbe ulaşmadıkça ve kalp ona iman etmedikçe “edeb-i huzur” yani ilahi dergâhta bulunmanın gerektirdiği adaba riayet etmezler. Ancak Hakk Teâlâ’nın huzurunu kalplerine kabullendirmiş ve buna iman etmiş olanlar, her ne kadar burhan ve delille hiçbir ilişkileri bulunmasa da “edeb-i huzur”un gereklerini yerine getirir ve yüce Mevla’nın dergâhıyla bağdaşmayan her şeyden sakınırlar. Dolayısıyla klasik ilimler; her ne kadar bu, felsefe ve tevhid ilmi olsa dahi bizzat kendileri birer hicaptırlar. Çoğaldıkça da bu hicaplar daha bir kalınlaşır ve daha bir artar.

Hepimizin bildiği ve gördüğü üzere Peygamber –salavatullahi aleyhi ve alih- Allah’ın seçkin velileri –aleyhimusselam- ın kullandıkları dil, felsefe ve herkesçe bilinen delil ve burhan dili değildir. Zira onlar, insanların can ve gönüllerine hitap ederler. Burhanların ispatladığı hakikatleri, Allah’ın kullarının kalplerine işlemeye çalışırlar. İnsanları can ve gönüllerinin derinliklerinden hidayet ederler. İstersen şöyle de diyebilirsin: Felsefeciler ve burhan ehli hicapları çoğalttıkça Peygamberler -aleyhimusselam- ve gönül ehli, bu hicapları ortadan kaldırmak için çabalarlar. Bu yüzden onların eğitiminden geçen insanlar müminler ve gönül erleridirler. Ötekilerin eğitip öğrettikleri öğrenciler ise burhan ve kal-u kil ashabıdırlar. Ki onların ne can ne de gönüllerle bir işleri olur.

Bu söylediklerim, felsefe, burhan ve akli ilimlerle asla ilgilenme veya delile dayalı ilimlerden yüz çevir şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira bu, aklı, delili ve felsefeyi aşağılamak anlamına gelir. Asıl şunu anlatmak istiyorum: felsefe ve delil, asıl maksada erişmek için birer yoldurlar. Dolayısıyla seni, maksat, murat ve mahbubundan alıkoyan birer hicaba dönüşmemelidirler. Şöyle de diyebilirsin: bu ilimler bizi maksada ulaştıran birer geçittirler; maksadın kendisi değil. Dünya, nasıl Ahiretin tarlası ise klasik ilimler de asıl maksada erişebilmek için bir tarla hükmündedirler. Aynı şekilde ibadetler de O’na varan birer geçittirler. Namaz, ibadetlerin en yücesi ve müminin miracıdır. Her şey O’ndandır ve her şey O’na doğrudur. Ya da şöyle de diyebilirsin: maruf olan her şey, O’na varan vuslat merdiveninin bir basamağı; bütün münkerler ise O’na varan vuslat yolu üzerinde birer engeldir. Bütün âlem onun avaresi ve O’nun Cemâl-i Cemilinin bir pervanesidir.

Olaydı da keşke bizler şu uykudan bir uyanaydık; ilki “yakza”/uyanıklık olan mana menzillerine doğru bir yol bulaydık! Olaydı da keşke, O -Celle Celâluh- gizli inayetiyle bizim de elimizden tutaydı da kendi Cemâl-ı Cemiline doğru hidayet edeydi! Olaydı da keşke, şu serkeş ve azgın nefis bir durulaydı da inkârcılık kürsüsünden bir aşağı ineydi! Olaydı da keşke, şu ağır yükü sırtımdan bir indireydim de O’na doğru kanatlanıp gideydim! Olaydı da keşke, O’nun Şem-i Cemâline pervane olup yanaydık da ahımız bile çıkmayaydı! Olaydı da keşke Fıtrat izinde yürüyebileydik de onu (bu ilahi emaneti) bunca tepeleyip ayaklar altına almayaydık! Daha nice “keşke”ler var ki ben şu yaşlılık yıllarımda ve ölümün eşiğinde hep anar dururum da tutunacak bir dal olsun bulamam.

Ve sen ey evladım! Gençliğinden faydalanmaya çalış! O’nun zikri ve muhabbetiyle ve ilahi fıtrata yeniden bir yönelerek yaşa ve ömrünü geçir! Sevgilinin adı ve yâdı, senin sosyal ve siyasi faaliyetlerde bulunman ve O’nun dinine ve kullarına hizmet sunmanla asla aykırılık teşkil etmez. Aksine, O’nun yolunda sana yardımcı olur. Fakat şunu da unutmamalısın ki nefs-i emmare ve dâhili-harici şeytanların hile ve desiseleri bitmek bilmez. Hatta öyle ki Allah adına ve Allah’ın kullarına hizmet kisvesi altında dahi, insanı Allah yolundan alıkoyabilir, kendi istikametleri ve emelleri doğrultusunda kullanabilirler.

“Benmerkezci” yönelimlerle “Allah Merkezli” yönelimler arasındaki farkı teşhis edebilmek için daimi bir murakabe ve nefis muhasebesi içersinde olmak, saliklerin kat etmeleri gereken en mühim menzillerdendir. Allah bize de sizlere de bu tevfiki nasip buyursun! Aslına bakarsan Şeytan, biz yaşlılarla bir türlü ve siz gençlerle başka türlü bir muamele içersindedir.

Biz yaşlıları, yeis ve ümitsizlik silahıyla O’nun dergâhı ve zikrinden uzak tutmaya çalışır: “Görmüyor musunuz sizlerden geçti artık; bundan böyle ıslah olup düzelemezsiniz! Ekip biçme zamanı olan gençlik dönemi geçip gitti. Islah olma çağı geldi de geçti! Yaşlılık yıllarının gelip çattığı, heva- heves ve günahların kök salıp bütün varlığını kuşattığı, dal budak salıp seni O’nun dergâhına varmaktan mahrum kıldığı; yani iş işten geçtikten sonra bari gel de şu birkaç günlük kalan ömründe dünyanın tadını çıkar!” Tabi arada bir biz yaşlılara da siz gençlere davrandığı gibi davrandığı da olur.

Siz gençlere ise hep şöyle seslenir: “Bakın sizler gençsiniz. Gençlik çağı zevk ve eğlence çağıdır. En azından bu çağda arzu ve isteklerine göre yaşamana bak! İnşallah ömrünün sonlarına doğru tövbe edersin. Allah’ın tövbe ve rahmet kapısı zaten daima açıktır. Allah merhametlilerin en merhametlisidir! Günahların ne kadar büyük ve çok olursa, yarın ömrünün sonlarında hem pişmanlığın hem Hakk’a dönme arzun hem de Allah’a yönelip bütün varlığınla O’na –celle celâluh- bağlanıp tutunman da o kadar büyük ve görkemli olacaktır. Nice insan, gençliğinde gençliğin lezzetlerini doyasıya tattıktan sonra, yaşlılık yıllarında ömrün geri kalanını ibadet, zikir, dua, İmamların -aleyhimusselam- ziyareti ve onların şefaatine tevessül ile geçirip saadet ve mutlulukla bu dünyadan göçmüşlerdir…”

Biz yaşlılara ise şu vesveseleri fısıldar: “Hemen şimdi ölecek değilsin ya! Daha çok fırsat var önünde. Ömrünün son günlerinde tövbe edersin. Dahası Peygamber’in -salavatullahi aleyhi ve Âlih- şefaat kapısı daima açıktır. O, kendi dostlarının azap görmelerine asla razı olmaz. Sen zaten ölür ölmez onu göreceksin ve bizzat o senin elinden tutacaktır!” Evet, işte buna benzer daha nice sözleri insanın kulağına hep fısıldar durur.

Oğlum! Şu an gençlik çağını yaşayan sana sesleniyorum. Gençler için tövbenin daha kolay olduğunu, nefsin ıslahı ve iç dünyanın terbiyesinin daha kısa sürede gerçekleşeceğini unutmamanı istiyorum. Yaşlılarda nefsanî heva ve hevesler, makam ve mevki tutkusu, mal ve mülk düşkünlüğü ve büyüklük takıntısı gençlere göre çok daha aşırıdır. Gençlerin ruhu daha latif ve daha esnektir. Yaşlılarda bulunan nefis sevgisi ve dünya tutkusu, aynı oranda gençlerde bulunmaz. Gençler nispeten daha kolay bir şekilde kendilerini nefs-i emmarenin şerrinden kurtarabilir ve maneviyata yönelebilirler. Vaaz ve ahlak meclislerinde yaşlılara göre gençler daha fazla etki altında kalırlar. Gençler gayet dikkatli olmalı, nefsanî ve şeytani vesveselerin aldatmasına kapılmamalıdırlar. Ölüm, hem gençler hem de yaşlılara, yakınlık bakımından aynı düzeydedir. Hangi genç ihtiyarlık yıllarına erişebileceğinden emin olabilir ve hangi insan zamanenin olayları karşısında koruma altında olduğunu iddia edebilir ki?

Oğlum! Sakın fırsatları kaçırma; henüz gençken kendini ıslah et! Yaşlılar da, şu dünyada bulundukları müddetçe bütün suç ve günahlarını telafi edebileceklerinin bilincinde olmalıdırlar. Zira bu dünyadan göç edip gittikten sonra ipin ucu artık ellerinden çıkar.

Allah dostlarının -aleyhimusselam- şefaatlerine bel bağlamak ve dolayısıyla günahlar hususunda küstahlaşmak, şeytanın en büyük hilelerindendir. Bir yandan Allah yokmuşçasına yaşayıp küstahça günahlara bulaşırken diğer yandan şefaatlerine bel bağladığınız zatların nasıl yaşadıklarını bir göz önünde bulundurun ve onların iniltileri, ağlayıp yakarışları ve yanıp tutuşmalarına bir bakın da ibret almaya çalışın. Bir rivayette, Hazreti Sadık’ın -aleyhisselam- ömrünün son demlerinde yakınları ve çocuklarını bir araya getirdiği ve şu meyanda nasihat buyurduğu anlatılır:

“Yarın Allah’ın huzuruna amelleriniz ile çıkmalısınız. Sakın, bana olan yakınlığınızın sizlere bir fayda sağlayacağını düşünmeyesiniz!”

Bütün bunların ötesinde, şefaatin sadece şefaat edicilerle manevi bir bağ kurabilenler için geçerli olabileceği ihtimali söz konusudur. Yani onların Allah’la irtibatları öyle bir düzeyde olmalıdır ki şefaate nail olma istidadına sahip olabilsinler. Öyle ki eğer bu dünyada bu bağ kurulamayacak olursa, bir ihtimal Berzah Âlemi; belki de Cehennemdeki azaplarla arınıp durulduktan sonra, ancak şefaate layık olunabilir ki bir tek Allah bilir bunun ne kadar bir süre çekeceğini!

Daha da ötesi, şefaatle ilgili Kur’an-ı Kerim’de yer alan ayetlere bir bakılacak olursa, bu şekilde güven ve huzur duygusuna kapılmamak gerektiği sonucuna ulaşılabilir. Yüce Allah şöyle buyurur:

 مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ [20]

Ve yine şöyle buyurur:

 وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى [21]

Diğer birçok ayette de şefaatin aslı sabit olmakla beraber; kime, hangi sınıfa, hangi şartlarda ve ne zaman nasip olacağı bilinemeyeceğinden insanın, gurura kapılıp küstahlaşmaması gerekir. Evet, şefaate ümidimiz vardır. Lakin bu ümit, bizi Allah’a itaate doğru sürüklemelidir; günaha doğru değil!

Oğlum! Kul hakkı boynunda olduğu halde bu dünyadan gitmemeye çalış. Zira bu durumda iş, altından kalkılamayacak kadar ağırlaşır.

Bir insanın merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’la münasebeti, onun kendi türdeşleriyle olan münasebetlerine oranla daha kolaydır. Kul hakkı ve sıkıntılı insanlarla münasebetlerimizin akıbetinden hem kendim hem sen hem de tüm müminler adına Rabbime sığınırım! Elbette ki bu, Allah’ın üzerimizdeki hakları ve günahlar hususunda gevşek davranılabilir şeklinde anlaşılmamalıdır. Bazı ayet-i kerimelerin zahirinden elde edilen mana gözetildiğinde, musibetin ne düzeyde büyük olduğu anlaşılır zaten. Günah ehlinin şefaat vesilesiyle kurtuluşu meselesine gelince, bunun alabildiğine uzun ve zor aşamalardan sonra ancak hâsıl olacağı da bilinmelidir.

Ahlak, ameller ve bunların lâzımelerinin tecessümü ve bunun insanla ilişkisi, ölümden sonra Kıyamet-i Kübra’ya, oradan berzahlar ve cehennemdeki azaplardan dolayı tenzih ve tüm ilişkilerin tamamen kopması süreçlerinde tüm bunların her daim insanla birlikte oluşu ve şefaat edicilerle irtibatın kopmuş olması ve dolayısıyla şefaat dairesinin dışında kalma ihtimali dahi, insanın belini kıracak ağırlıkta ve müminlerin ciddi bir şekilde kendilerini ıslaha yönelmelerini zorunlu kılacak düzeyde büyük bir ihtimaldir. Tabi nefis şeytanı bir kimseye öylesine musallat olur da onu bir kuklaya dönüştürür ve Hakk yolunu yüzüne öyle bir kapar da açık-gizli tüm hakikatleri inkâra sürüklerse o başka! Elbette böylesi kör kalpliler de pek az değildir. Mennan olan Rabbimiz bizleri kendi şerrimizden muhafaza buyursun!

Benim sana vasiyetim oğulcuğum, şudur ki fırsatların -Allah muhafaza- elinden kaçıp gitmesine sakın izin verme; nice zahmet ve riyazet pahasına da olsa! Şu fani dünyaya ilgini azalt. Önüne çıkan yol ayrımlarında, hak yolu tercih et ve batıldan alabildiğine kaç; nefis şeytanını kendi içinden kov gitsin!

Vasiyet etmem gereken bir diğer önemli husus da, toplum içersinde mazlum ve sahipsiz durumda olan Allah kullarına; özellikle de mahrum ve çaresizlere yardım elini uzatmandır. Var gücünle bunların hizmetine -ki senin için en değerli azık, Allah ve aziz İslam’a yapılabilecek en güze hizmet de zaten budur- koş! Mazlumların hizmetinde bulun ve onları müstekbir ve zalimlerin şerrinden korumak için bütün gayretinle çalış ve çaba sarf et! Şu İslami devlet düzeni içersinde sağlıklı siyasi ve sosyal sahaya girmek bir ödevdir. Yönetimde bulunan ve İslam Cumhuriyetine vefalı siyaset erbabına yardımcı olmak da bir İslami-insani-milli vazifedir. Benim bütün ümidim, şerefli ve bilinçli milletimizin bütün bunlardan gafil kalmamasıdır. Nasıl ki dün ve bugün sahayı boş bırakmamış ve bırakmıyorlarsa ve İslam Devleti ve Cumhuriyet, onların sayesinde istikrar bulup süreklilik kazanmışsa; bundan böyle de yeni nesil ve gelecek nesillerin vefakârlığı ve desteğiyle günbegün istikrarın güçlenmesi ve bekasının devamı sağlanmalıdır.

Hepimiz şunu çok iyi bilmeliyiz; eğer bizler Allah’ın ahdine sadık kalacak olursak, Allah da bizi himaye edecektir. Nasıl bugüne kadar iç ve dış anarşistlerin entrikalarını mucizevî bir şekilde etkisiz kılmışsa, bundan böyle de –inşallah teâlâ- yine kendi inayetiyle etkisiz kılacaktır.

Ümidim, yüce ordumuz, değerli devrim muhafızları, gönüllü birlikler ve diğer askeri ve emniyet mensuplarının, istiklal ve bağımsızlığın ve dünya yiyici süper güçlerin esaretinden kurtuluşun enfes lezzetini tatmış olmalarıdır. Yine temennim, ecnebi güçlerin esaretinden özgürleşmeyi her şeye ve her tür şatafatlı hayata tercih ederek şeytani güçlere bağımlılık utancını alınlarında taşımamaları, mertlik ve şuur meydanlarında hedef uğruna ve Allah yolunda kızıl bir ölümü göze almaları ve ulu peygamberler ve yüce evliya’nın -aleyhimusselam- açtıkları yolu seçmiş olmalarıdır.

Âcizane yüce Allah’tan şunu diliyorum, değerli milletimin erkek, kadın, çocuk, büyük, küçük bütün fertlerinde bulunan bu coşku, heyecan, aşk ve ilginin hiç bitmemecesine kalıcı olmasını inayet buyursun! Şanlı İslam ve onun hükümlerinin bütün dünyaya yayılmasını mümkün kılsın!

Oğlum! Özel ve aile hayatıyla ilgili birkaç cümle daha yazarak daha fazla uzatmadan sözlerimi bitirmek istiyorum:

Benim, sen değerli oğluma en büyük vasiyetim, bir vefa örneği olan annenle ilgilidir. Annelerin sonsuz haklarını saymak ve hakkıyla eda edebilmek dahi mümkün değildir. Bir annenin evladı üzerindeki bir gecelik hakkı, şuurlu bir babanın bütün ömründen daha değerlidir. Bir annenin gözlerindeki sevgi ve muhabbet parıltısı, âlemlerin Rabbinin rahmet ve merhametinin bir şuasıdır. Allah Tebarek ve Teâlâ, annelerin kalp ve ruhlarını kendi rububiyyetinin rahmet nuruyla yoğurmuştur. Öyle ki bunun izah ve tavsifi hiç kimsenin elinden gelmez. Annelerin kendileri dışında hiç kimse de bunu tam olarak bilemez. İşte bu sonsuz rahmet, nutfenin rahime yerleşmesinden hamilelik dönemi süresince, doğumdan bebeklik dönemine ve ta en nihayetine kadar annelere, ancak arşın kaldırabileceği acılar ve zahmetlere katlanma gücü inayet buyurmuştur. Öylesine acılar ki, babalar bunun sadece bir geceliğine dahi tahammül edemez ve aciz kalırlar. Hadiste “Cennet, anaların ayakları altındadır”[22] diye buyrulmuş olması, bir hakikatin ifadesidir. Böylesine latif bir tabirle ifade olunması da annelerin büyüklük ve yüceliklerine bir vurgu ve çocukların daha bir duyarlı olmaları gerektiğini hatırlatmak içindir. Saadet ve cenneti, onların ayaklarının altında ve onların ayaklarının mübarek tozları arasında arayınız. Onlara saygı ve hürmeti, Hakk Teâlâ’ya saygı ve hürmete yakın bir düzeyde görünüz. Hakk Teâlâ’nın rıza ve hoşnutluğunu, annelerin rıza ve hoşnutluğunda arayınız. Bütün anneler birer örnek annedirler. Ancak bazıları çok özel hasletler taşırlar. Ben, muhterem annenle yaşadığım bütün yıllar boyunca ve onun bende bıraktığı hatıralarda -özellikle çocuklarıyla geçirdiği gece ve gündüzlerde- onun bu hasletlere sahip olduğuna şahit oldum. Şimdi ben, sana ey evladım ve diğer çocuklarıma vasiyetim, daima onun hizmetinde olmanızdır. Benim ölümümden sonra da onun rızasını kazanmak için çabalamanız ve nasıl ben hayattayken onun sizlerden razı olduğunu görüyorsam, aynı şekilde benden sonra da ona hizmette kusur etmemenizdir.

Oğlum Ahmed’e vasiyetim; yakınlar, akrabalar ve özellikle de bacı ve yeğenleriyle sevgi, muhabbet, barış, samimiyet, fedakârlık ve ölçülü davranışlarla muamelede bulunmasıdır. Bütün çocuklarıma vasiyetim, birbirleriyle gönül ve gaye birliği üzere birleşmeleri, sevgi ve samimiyetle davranmaları, hepsinin Allah yolunda ve onun mahrum kullarına hizmet uğruna adım atmalarıdır. Ki dünya ve Ahiret’in hayır ve afiyeti bir tek bu yolla elde edilebilir. Gözümün nuru Hüseyin’e vasiyetim, şerî ilimleri tahsilden gafil kalmaması ve Allah’ın kendisine bahşettiği yeteneği zayi etmemesidir. Anne ve babasına sevgi ve samimiyetle yaklaşsın. Dünyayı, gözünde küçültsün ve daha henüz gençlik yıllarındayken dosdoğru ubudiyet yoluna yönelsin.

Ahmed’e son vasiyetim, çocuklarını en güzel şekilde eğitmesidir. Çocukluk yıllarından itibaren değerli dinimiz İslam’la tanıştırması, muhterem ve değerli annelerinin kadrini bilecek ve bütün akraba ve yakınlara hizmette kusur etmeyecek şekilde onları eğitmesidir. Allah’ın selamı bütün salihlerin üzerine olsun! Bütün akrabalarımdan, özellikle de çocuklarımdan istirhamım, onlara karşı işlediğim bütün hata ve kusurlarımdan dolayı beni bağışlamaları ve eğer bir zulümde bulunmuşsam beni affetmeleri ve benim için Allah’tan mağfiret ve merhamet dilemeleridir. Zira O, merhametlilerin en merhametlisidir. Âcizane, Mennan olan Rabbimizden bütün yakınlarıma saadet ve doğruluk yolunda bulunmayı nasip buyurmasını ve her şeyi kuşatan rahmetine onları da gark etmesini niyaz ediyor, İslam ve Müslümanlara güç bahşetmesini, müstekbir ve zalim süper güçlerin ellerini bütün zulümlerden alıkoymasını diliyorum.

Allah’ın salât ve selamı Resulullah; Hatem’ül Enbiya ve onun masum Âl’ine ve Din Gününe kadar Allah’ın laneti onların düşmanlarının üzerine olsun!

Çarşamba 4 Receb 1402
28 Nisan 1982
 
Ruhullah Musavi Humeyni

- - - - - - - - - - -


[1]     Rum, 30 “…Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtrat… Allah’ın yaratışı değiştirilemez…”
[2]     Enfal, 17 “…(Onu) attığın zaman; sen atmamıştın lakin Allah atmıştı…”
[3]     Hadid, 3 “O’dur Evvel ve Ahir; O’dur Zahir ve Batın…”
[4]     Bkz. İkbal’ul A’mal, s. 349 (Arefe Duasından bir bölüm) “…Sen’den başkasının bir zuhuru var mıdır ki seni zahir kılabilsin? Sen ne zaman yittin ki seni gösterecek bir delile muhtaç olasın? Sen ne zaman uzak oldun ki sana kavuşmanın biricik yolu, izler ve eserler olsun? Seni kendisi üzerinde bir gözetleyici olarak görmeyen göz kör olsun!”
[5]     İkbal-ul A’mal, s. 687 (Münacat-ı Şabaniye’den bir bölüm)
[6]     Taha, 1-2 “Biz sana bu Kur’an’ı sıkıntı/eziyet çekesin diye indirmedik.”
[7]     Müddessir,  1-2 “Ey örtülere bürünen! Kalk ve uyar!”
[8]     Raad, 28 “İyice bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla yatışır, kuvvet bulur.”
[9]     Hadid, 22 “Yeryüzüne, yahut canlarınıza gelip çatan hiçbir felâket yoktur ki biz, onları yaratmadan önce onu, bir kitapta tespit etmemiş olalım…”
[10]    Hadid, 23 “Bunu da, elinizden çıkarıp kaybettiğiniz şeye kederlenmeyin ve size verdiğimize sevinmeyin diye yapmışızdır ve Allah, övünüp kibirlenen hiçbir kimseyi sevmez.
[11]    Bakara, 216 “…Bazı şeyler vardır ki hoşlanmazsınız, fakat sizin için hayırlı olan o olabilir...”
[12]    Bkz. Araf, 12 “Beni Ateşten yarattın…” “Ben ondan daha hayırlıyım…”
[13]    İlm-ulYakin, 2: 1002; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2: 371
[14]    Mir’at’ul Ukul, 8: 146 “Biz sanı hakkıyla tanıyamadık ve biz sana hakkıyla ibadet edemedik.”
[15]    Kehf, 6 “Şu Kur’ân’a inanmadıkları ve senden yüz çevirdikleri için üzülüp hayıflanarak kendini helâk mi edeceksin?”
[16]    Nuh, 26-27 “Ve Nûh, demişti ki: Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bile bırakma. Şüphe yok ki onları bırakacak olursan kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak gerçekten sapan ve iyiden iyiye kâfir olan evlâtlar yetiştirirler.”
[17]    Bakara, 193 “Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın…”
[18]    “Var olan her şey, Allah’ın rahmetinin şümulündedir.” Bkz. Füsus’ul Hikem, 1:178 Fass-ı Zekerriyaviyye
[19]    Metinde yer alan cümleyi aslına yakın bir tercümeyle ifade edecek olursak: “Bir kimse ya da bir şeye düşmanlık besliyor ve uzak duruyorsak eğer; bu, onların Kemal-ı mutlak ya da mutlak-ı kemalden yoksun olduklarından dolayı ve bu niteliklerin karşıtı ve çelişiği olan naks-ı mutlak ve mutlak-ı naks niteliklerini taşımaları sebebiyledir.” (Müt.)
[20]    Bakara, 255 “Kimdir izni olmadıkça onun yanında şefaate kalkışacak? …”
[21]    Enbiya, 28 “O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler…”
[22]    “الجنة تحت اقدام الامهات” Kenz’ül Ummal, 16:461/45439

Editör: Hasan Bedel