.
.

İki Yüz, İki Takiyye: Atatürkçülük ve Karşıtlığının Dönüşümü

Atatürk düşmanlığının uzun yıllar gizli bir takiyye süreci olarak yaşandığına dair tartışmalar malum. Ancak, bu süreç tam tersine, Atatürk dostluğunda da aynı şiddetle kendini göstermiştir.

Nasıl mı?

Osmanlı'nın çöküşünden sonra Batılı değerlere dayalı seküler Cumhuriyet rejimini kuran Atatürk, karşıt hareketlerin çoğunu şiddetle, kararlılıkla bastırmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu o yıllar korkunun dili vardı ve kurucuları koruyan yasalar. Kimse Atatürk’e muhalefet etmeye cesaret edemezdi. Yasalar, tabular ve sessizlikler içinde herkes onu seviyor gibi görünmek zorundaydı. Oysa kimileri içten içe öfke kusuyor, sevgiyi mecburiyetten giydiği bir maske gibi taşıyordu.

Çünkü bu ortamda, Atatürk düşmanlığı doğrudan "vatan hainliği" damgasıyla eşdeğer kılınmış; Türkiye'nin üzerinde kara bir gölge gibi dolaşmıştır. Kimse sesini yükseltememiş, kimse eleştirilerini dillendirememiştir. Herkes (mecburen) onu sevmek zorunda kalmış, uzun yıllar bu ülkede hayranlık kisvesi altında suskun bir itaat hüküm sürmüştür.

Ancak Türkiye’nin siyasi iklimi değişti, rüzgâr yön değiştirdi. Son 20 yılda iktidarın şekillendirdiği anti-seküler ortam, eski Atatürkçü çevrelerin yüzünü tersine döndürdü. Dün onu övenler, bugün düşmanlıklarını saklama gereği duymadan, takiyye etmeden dile getiriyor, yerden yere vuruyor. Artık Atatürk’e ve Cumhuriyet’in temel niteliklerine karşı olmak, bazı kesimlerde bir tür “cesaret göstergesi” haline geldi.

Bu ikiyüzlülüğün aynı görüntüsünü ise İslamcı çevrelerde görüyoruz. Uzun yıllar cemaat geleneği ve mahalle baskısının pençesinde, Atatürk'e, inkılaplarına ve Batılılaşma afetine şiddetle muhalefet eden bir kesim vardı. Onlar için Atatürk düşmanlığı, aidiyetin bir nişanesiydi. Atatürk’e eleştiri, köklere olan bir sadakat yemini anlamını taşımaktaydı. Ne var ki, son 15 yılda Suriye ve Irak'ta IŞİD'in vahşi tekfirci dalgalarıyla sarsılan dünya, Müslümanların bir kısmını derinden etkilemiş olmalı ki, laiklik, bir kez daha can simidi gibi uzanmış bu kesimin önüne. Artık eski İslamcılar –yeni Atatürkçüler– takiyyenin zincirlerini kırıp atmış, gizliliği bir kenara bırakarak hayranlıklarını aleni bir coşkuyla minberlerden ve kürsülerden ilan edebilmektedir. Böylece seküler düzeni bir “kurtarıcı sistem” olarak yeniden yorumlamaya başlamışlar. Dün “küfür düzeni” dedikleri sistemi, bugün bir güvenlik kalkanı gibi savunuyorlar. Daha da ileri gidip Samsun’a yanaşan Atatürk’ün gemisini Nuh’un gemisi gibi göstermeye çalışıyorlar.

Ama asıl ironiyi unutmayalım: Dün “putperest” diye yaftalayanlar, bugün laikliğin eteğine sığınıyor. Bir zamanlar lanet ettikleri Cumhuriyetin Laikliğini, şimdi sığınacak son limanları olarak görüyorlar.

Binaenaleyh, takiyye ne sadece düşmanlığın, ne de dostluğun tekeline aittir. O, baskının yarattığı bir gölge oyunu; özgürleşmeyle birlikte dağılıp gider. Türkiye'nin bu ikili yüzünü anlamak, belki de geleceğin sahnesini aydınlatmanın anahtarıdır.

Sonuçta, bu ülkede iki farklı dönem, iki farklı takiyye yaşadık:

Birinde Atatürk sevgisi zorunluydu, diğerinde düşmanlık moda oldu.

Ve belki de bu ülkede hâlâ samimi bir duruşun değil, konjonktüre göre şekil alan yüzlerin egemenliği sürüyor.

Rüzgâr nereye eserse, inanç da fikir de oraya eğiliyor.

Ve Atatürk, bu rüzgârın her iki yönünde de hâlâ bir ayna:

Kimin neye dönüştüğünü gösteren, ama kendisi hiç değişmeyen tek yüz.

Oysa Atatürk, bütün bu savrulmaların ötesinde hâlâ aynı yerde duruyor:

Ne tapılacak bir put, ne yıkılacak bir düşman.

Bir ülkenin aklı, vicdanı, kendi ayakları üzerinde durma iradesi.

Belki de mesele tam olarak bu.

Biz hâlâ o iradenin peşinden gitmiyor, sadece onun gölgesinde rol değiştiriyoruz.

Ve takiyyenin bitmediği bu ülkede, Atatürk hâlâ bir ayna gibi duruyor. Kim olduğumuzu değil, neye dönüştüğümüzü gösteriyor.