.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Bazı arif kullar şöyle demiştir: Zekât ve mal infakının farz kılınmasının hikmeti bu vesileyle kulların imtihana tabi tutulmasıdır.

Bunun üç anlamı bulunmaktadır:

Kelimeyi şehadet getirip Allah’ın birliğine inandığını diliyle ifade eden şahıs, tam anlamıyla ve en güzel şekilde bu dediğinin gereğini yapabilmek için Allah’tan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalıdır ve Allah dışındaki her şeyi gönlünden çıkarmalıdır. Zira sevgi ortak kabul etmez. Yalnızca dille bunu ifade etmek ise pek değerli bir şey değildir. Muhabbet ve sevgi seviyesini, ancak sevdiği şeyi kişiden uzaklaştırmakla anlayabiliriz. Dünya malı ise insanların sevip gönül bağladığı bir şeydir. Zira dünya malı insanın bu dünyada faydalandığı araçlardan biridir. İnsanlar dünya hayatları boyunca dünya malıyla iç içe yaşamakta ve onunla ölümden kurtulmaktadır. Oysa ölüm rablerine kavuşma vesilesidir. Dolayısıyla Allah’a yönelik söyledikleri sözde ne denli doğru oldukları, sevgi duyup gönül bağladıkları dünya malı ile imtihan edilmelerini gerektirmektedir. Yüce Allah bu doğrultuda şöyle buyurmaktadır:

“Allah, müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.”[1]

İnsanları felakete sürükleyebilen cimrilik sıfatını temizlemek. Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: İnsanları üç özellikleri felakete sürüklüyor; sözünü dinledikleri cimrilik sıfatı, peşinden gittikleri nefsanî istekleri ve insanın kendisini üstün görmesi.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[2]

Ancak insan kendisini mal bağışında bulunmaya alıştırırsa cimrilik sıfatından kurtulabilir. Bir şeyin sevgisi ancak insanın, kendini o şeyden uzak durmaya alışıncaya dek bu yönde zorlamasıyla insanın kalbinden çıkabilir. Bu bağlamda mal infakında bulunmak bir nevi cimrilik sıfatından uzaklaşmaktır. Cimrilikten uzaklaşmak ve arınmak kişinin bağış miktarı, bu bağışla duyduğu sevinç miktarı ve Allah yolunda mal harcamaktan aldığı haz seviyesine göre azalıp çoğalabilir.

Nimetler karşısında şükretmek.

Kuşkusuz yüce Allah, insanlara hayat nimeti ve diğer birçok nimeti bahşettiği için teşekkür edilme hakkına sahiptir.

Gün boyunca yaptığımız ibadetler vücut nimetinin teşekkürüdür. Mali yükümlülüklerimizi yerine getirmek ise Allah’ın bize vermiş olduğu mal nimetinin teşekkürüdür. Geçimini sağlayamayan bir fakiri görüp de bu fakirin ihtiyacını karşılayabildiği halde nefsinin engelini aşamayıp onun istemesinden önce ihtiyacını gidermeyen insan ne kadar da küçük ve değersizdir.

Malını Allah yolunda harcamak isteyen şahıs, önüne çıkan fırsatları değerlendirip nefis ve lanetlenmiş şeytanın engeline takılmamak için vakit kaybetmeden infakta bulunmalıdır.

Fakir insanın istemesini beklememelidir; zira o istedikten sonra yapılan infak onun yüzsuyunun bedelidir ve kişiye bir değer katmaz. Değerli vakitler ve değerli mekânlarda infakta bulunmak ise bu infaka ayrıca bir değer katmaktadır. Örneğin Mekke ve Medine şehri veya Ramazan ayı, Zilhicce ayı veya Kadir-i Hum bayramı günü.

Sünnet olan bir infakı sağ elinle yaptıysan bunu sol elin bilmemelidir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Allah’a andolsun ki Gizli yapılan bir infak açıkça yapılan infaktan daha değerlidir.

Yatsı namazından sonra gecenin ileri saatlerinde İmam Cafer-i Sadık (a.s) ekmek, et ve para yüklü bir torbayı sırtlanıp gecenin karanlığında tanınmayacak şekilde Medine fakirleri arasında bölüştürürdü. İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) irtihalinden sonra fakirler her gece ihtiyaçlarını karşılayan kişiyi bulamayınca bu kişinin İmam Cafer-i Sadık (a.s) olduğunu anladılar.

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Gizlice yapılan infak Allah’ın gazabını söndürüyor.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Farz infakların açıkça yapılması gizlice yapılmasından daya iyidir ve sünnet infakların gizlice yapılması açıkça yapılmasından daha iyidir.

Peygamber Efendimize (s.a.a) “hangi infak daha üstündür?” diye sorulduğunda şöyle buyurdu: Sağlıklı iken, hayata devam etmeği umduğun vakit ve fakirliğe düşebileceğinden korktuğun vakit yaptığın infak. Son nefesinin boğazına dayandığı vakit değil, ölüm döşeğinde “malımın bu bölümü falan kimsenin diğer bölümü filan kimsenin olsun” dediğin vakit değil.

Yapmış olduğun infak Allah nezdinde büyük sayılsın diye bu infakı küçük görmelisin ve gözünde büyütmemelisin.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Doğru bir infak, üç özelliğe sahip olmalıdır; küçük sayılmalı, saklı tutulmalı ve vakit kaybetmeden yapılmalıdır.

Yaptığın infakı gözünde küçülttüğünde Allah nezdinde büyüyecektir. Bu infakı örtülü tutar isen onu tamamlamış olursun. İnfakta aceleci olmak infakı güzelleştirir. Bunları yapmaz isen yaptığın infakı zayi etmişsindir.

Malın iyi tarafından infakta bulunmak, haram kuşkusu taşımayan bölümden infakta bulunmak sağlıklı bir infakın taşıması gereken diğer bir özelliktir.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz.”[3]

Yüce Allah diğer bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden hayra harcayın.”[4]

Sadaka verdikten sonra sadaka alan kişinin elini öpmek ise tavsiye edilen diğer bir konudur. Dini kaynaklarımızda fakirden önce bu infakı yüce Allah’ın kabul ettiği bildirilmiştir. Ayeti kerimede şöyle yazar:

“Allah’ın sadakaları kabul ettiğini bilmiyorlar mı?”[5]

İnfakta bulunduğun kişiden senin için dua etmesini istemek de tavsiye edilen diğer bir konudur. Dini kaynaklarımızda böyle bir duanın kabul edileceği bildirilmiştir.

Daha çok sevap taşıyan infaklara öncelik tanımak ise tavsiye edilen diğer bir konudur. Örneğin akrabalar, ilim sahibi insanlar ve takvalı kişiler.

Elini açıp istekte bulunan kişinin isteğini reddetmemek veya iyi bir şekilde yumuşaklıkla reddetmek ise diğer bir önemli konudur.

Hadiste şöyle buyrulmaktadır: Fakire az miktarda vermekten utanıp sıkılıp çekinmeyin. Zira ona hiçbir şey vermemek bundan daha kötüdür.

İnfakta bulunurken karşı tarafın başına kakmamak veya diğer bir şekilde ona eziyet etmemek infak konusunda uyulması gereken en önemli konulardandır.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Hayırlarınızı başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.”[6]

Başa kakmak, insanın kendini, ihsanda bulunan kişi olarak görmesidir. Oysa gerçekte ihsanda bulunan kişi bu ihsanı kabul eden kişidir. Zira insanı sevaba çevirip ve böylece kişiyi azaptan kurtarmaktadır. İhsanı kabul eden kişi Allah’ın görevlendirdiği biridir ve onun naibi olarak Allah’ın üzerimizdeki hakkını almak üzere karşımızda çıkmıştır.

Eziyet etmek, kişinin kusurlarını dile getirip, azarlamak, kötü sözler söylemek, yapmak zorunda olmadığı işler yaptırtmak, yapılan infakı diğerlerine bildirmek ve kişiyi küçük düşürmek anlamındadır.

İnfak alan kişi ise her zaman bunun farkında olmalıdır ki Yüce Allah infakta bulunan şahsı onun geçimini sağlayıp ibadet etmesi için gönlünü rahatlatması için infakta bulunmak yönünde görevlendirmiştir. Dolayısıyla Allah’a ve infakta bulunan kişiye teşekkür etmelidir. Onun için dua etmeli ve bu nimeti aslında Allah’tan bildiği halde infakta bulunan kişiye teşekkür etmelidir.

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a teşekkür edemez.

Mümin bir kul, olabildiğince ve mümkün olduğunca insanlara el açmamalıdır. Zira insanlardan istekte bulunmak dünya hayatında insanı küçük düşürüp fakirliğe sürükler ve ahirette ise uzun bir hesaba çekilmesine vesile oluyor.

Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün ashabına şöyle seslendi: Bana biat etmiyor musunuz? Sahabeler “Size biat ettik” deyince Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: Bu defa da insanlardan bir şey istememek üzerine biat edin. Bu olaydan sonra birisinin bastonu bile elinden düştüğünde hiç kimseye “onu bana verir misin?” demeden kendisi eğilip yerden alırdı.

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Eline bir ip alıp da onunla bağladığı odunları sırtında taşıyıp satarak geçimini sağlamak insanlara el açmaktan daha iyidir.

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Bize el açana veririz ancak fakirliğini gizleyenin fakirliğini Yüce Allah giderir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Bizim Şiamız, açlıktan ölecek olsalar bile insanlara el açmazlar.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: İnsanlara el açan kişi bunu yaparak ne denli büyük bir sorumluluk aldığını bilseydi hiçbir zaman hiç kimseden hiçbir şey istemezdi. Kendisinden yardım istenen kişi, yardım etmemenin yükümlülüğünü bilseydi kesinlikle hiçbir zaman hiç kimseye hayır demezdi.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: İhtiyacı olmadığı halde insanlara el açan kişi ateş parçaları yutar gibidir.

Şunu bil ki sahip olduğumuz malların bir zekâtı olduğu gibi sahip olduğumuz vücudun da zekâtı var. Vücudun zekâtı ise hayır yönünde kullanılıp eskimesidir. Bu da bazen, hastalık ve benzeri durumlardaki gibi insanın istemi dışında gelişirken bazen de günahlardan uzak durmak ve iyilikler yapmak gibi insanın iradesi dâhilinde gelişmektedir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) bir gün sahabelere şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Tezkiye edilmeyen (zekâtı verilerek temizlenmeyen) mal lanetlenmiştir. En azından kırk günde bir defa Tezkiye edilmeyen (temizlenmeyen) vücut lanetlenmiştir. “Mali zekâtı biliyoruz, vücut zekâtı nedir ey Allah’ın resulü” diye sorulduğunda ise şöyle buyurdular: Vücudun zekâtı herhangi bir sıkıntıya düşmesidir. Bunu duyan sahabelerin rengi değişince Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: Size ne dediğimi anladınız mı? “hayır, anlamadık ey Allah’ın Resulü” diye yanıt verilince Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: Yani insanın vücuduna herhangi bir zarar gelmesi, ayağının bir taşa takılması, yere yığılması, bir hastalığa yakalanması, vücuduna diken batması ve benzeri şeyler. Hadisin devamında insanın gözüne toz toprak kaçması bile zikredilmiştir.

Misbâhu’ş-Şerîa kitabında İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Vücudunun her bir parçası ve ömrünün her bir anının farz bir zekât vardır. Gözün zekâtı; ibret ve öğüt almak gözüyle bakması ve şehvet içerikli ve benzeri görüntülere bakmamasıdır. Kulağın zekâtı; ilim, hikmet, Kur’an, dini içerikli bilgiler ve insanın kurtuluşuna vesile olabilecek şeyleri dinleyip bunun karşısında yer alan yalan, gıybet ve benzeri şeylerden uzak durmasıdır.

Dilin zekâtı; Müslümanlara öğüt vermek, gafletteki insanları uyandırmak, çokça Allah’ı yâd etmek ve benzeri işlerdir. Elin zekâtı; eli açık olmak, Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetleri infak ederken cömertçe davranmak, ilim öğretmek için kalem tutmak, insanların faydalanacağı işler yapmak ve kötülüklerden sakınmaktır. Ayağın zekâtı; iyi insanların ziyaretine gitmek, Allah’ın anıldığı toplantılara katılmak, insanların işlerine koşmak, akraba ziyaretine gitmek, Allah yolunda cihat etmek ve benzeri ilahi hakları yerine getirmek için koşup durmak ve kişinin inancı ve manevi yapısını iyi yönde etkileyecek işler için çaba harcamaktır. Bu kadarı, insanların anlayıp yapabildiği işlerdir. Ancak Allah’ın mukarreb ve salih kullarının, bilincine varıp çaba harcadığı işler ise sayılmayacak kadar fazladır. Sadece onlar bu işlerin ne olduğunu anlayabilir ve sadece onlar bu işleri hakkıyla yerine getirebilir.

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: 

"Her şeyin bir zekâtı vardır ve vücudun zekâtı oruç tutmaktır."

[1]     Tevbe, 111.

[2]     Tegabun, 16.

[3]     Âl-i İmrân, 92.

[4]     Bakara, 267.

[5]     Tevbe, 104.

[6]     Bakara, 264.

Editör: Hasan Bedel