.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Allame Ali Yahya el-İmad’ın oğlu olan Dr. İ’sam Ali Yahya el-İmad, 1968 senesinde Yemen’in İbb eyaletine bağlı es-Sibar’da dünyaya geldi. es-Sibar kenti, İbb eyaletinde Vahhabiliğin merkezi olarak ün yapmış meşhur bir yerdir. el-İmad ailesinde Vahhabi mezhebine ilgi 200 yıldan fazla bir maziye sahiptir. Amcası Şeyh Abdurrahman el-İmad, Yemen’in en büyük Selefi ve Vahhabi âlimlerinden biri olarak kabul görülmektedir.

Dr. İsam el-İmad da, amcası Şeyh Abdurrahman el-İmad’ın yanında eğitim görmüş; bu vesileyle Selefi ve Vahhabi düşünce yapısını iyiden iyiye benimsemiştir.

Şiilik’ten Önceki Dini Faaliyetleri

Cuma ve Cemaat İmamlığı: Dr. İ’sam yaklaşık dört yıl “Babu’l Ga’a”, “Hail Sa’id”, “el-Osta” ve “ed-Da’vet” camilerinde Cuma ve cemaat imamlığı yapmış ve “ed-Da’vet” camisinde Şeyh Seyyid Sabik’in yazdığı “Fıkhu’l Sunne” kitabını tedris etmiştir.

İbn-i Teymiyye’nin etkisi altında kalarak “es-Sila Beynu’l İsn’a A’şariye ve Firaku’l Gulat” kitabını yazmış; bu kitabın ilk bölümü Hz. Ali (as) takipçileri, ikinci bölümü de Şiiler aleyhine kaleme alınmış ama henüz kitap basılmadan ne mutludur ki Dr. İ’sam Şiiliği benimseyip kitabı yayınlanmamıştır.

Dr. İ’sam, Vahhabilerin zihninde yanlış yer edinmiş olan On İki İmam Şiiliği ile Gulat fırkalarının aynı olduğu olgusunun önüne geçilmesinin gerekliliğini vurgular ve zaten bu yüzden de hayatını “On iki Şiası ve Vahhabiliği Yakınlaştırma Çabaları” üzerine kurar.

Başka bir deyişle Dr. İ’sam; Şii düşünce yapısının Gulat yani aşırıcı gruplarla çok farklı olduğunu ve bundan habersiz olan birçok Vahhabinin aydınlatılması gerektiğini ve bu yanlış anlayış yüzünden iki mezhep arasında tarih boyunca dökülen kanların duracağı kanısındadır.

Dr. İ’sam ciddi bir şekilde Ehl-i Sünnet ve Şii arasındaki diyalogun daha derinlemesine olmasını ve bu şekilde Şii ve Ehl-i Sünnet’in Vahhabilikle yakınlığının olması gerektiğini ciddi bir şekilde savunur. Yani; Vahhabilik yalnızca Şii ekolü ile çatışma içinde değil hatta Ehl-i Sünnet’i dahi birçok yerde dindışı olarak addetmektedir. İşte bu yüzden; derinlemesine bir mezhepler arası yakınlaşmanın olması fikrindedir.

Hiç şüphesiz Dr. İ’sam el-İmad, günümüzün yetiştirdiği aydınlardan biri olup dalga dalga yayılan gerçek İslam öğretilerini tanıyıp Vahhabi tefekküründen bizar olmuş ve Şiiliği benimsemiştir.

Vahhabilik’in Kurucusu Muhammed ibn-i Abdulvahhab Hakkında Aşırılık

Dr. İ’sam el-İmad şöyle der:

Bu konu Vahhabi kardeşlerimizi daha yakından tanımak için ayrı bir önem arz etmektedir, çünkü bu şekilde On iki İmam Şiası ile Vahhabiler arasında mezhepsel yakınlık daha da canlanacak ve Caferi mezhebinin büyüklüğü geçmişe nazaran daha bir göz önüne serilecektir.

Vahhabiler, Ehl-i Sünnet ve Oniki İmam Şiası aleyhinde yüzlerce kitap yazmışlardır, çünkü bu iki grup onların gözünde batıl ve haktan uzak kalmış mezhepler kategorisindedir. Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab hakkında yapılan aşırıcılık bu iki mezhebe cephe alınmasına neden olduğu gibi, Şeyh hakkındaki yorumları da ister istemez büyük bir çatışmaya dönüşmüş ve İslam ümmeti içindeki ayrılık bir kat daha artmıştır. Bunun sonucunda bu iki grup arasında yavaş yavaş devleşen büyük bir savaş ortaya çıkmıştır.

Birinci Grup: Vahhabilerin oluşturduğu bu grup; Tevhit hakkındaki ayet ve rivayetleri Şeyh Abdulvahhab’ın görüşlerine göre yorumlarlar.

İkinci Grup: Ehl-i Sünnet ve Şiilerin oluşturduğu; (o zamanlar bana göre) Şeyh Muhammed Abdulvahhab’ın görüşlerine ters düşen aşırıcı ve batıl yolda olan grubu temsil eder.

Ben “es-Sila Beynu’l İsn’a A’şariye ve Firaku’l Gulat” kitabını kaleme aldığım sırada birinci gruptan sayılıyordum. Vahhabi büyüklerinden nakledilen birçok söz, bizi Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab hakkında ister istemez aşırıcılığa sürüklemişti. İşte bunlardan birkaç örnek;

Şeyh ibn-i Ubeyd der ki:

“Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab öyle birisi ki; Muhammed Ümmeti, diğer ümmetlere karşı onunla iftihar eder”

Başka bir Vahhabi büyüğü de bu konuda şöyle der;

“Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab; İlahi bir bilge, ikinci Sıddık ve İslam’ın yeni davetçisidir… O’nun ulema arasında eşi benzeri yoktur.”

Bir başka önde gelen Vahhabi uleması ise ona “Şeyhu’l Vücud” (Varlığı önemli kimse) lakabını vermiştir.

Bundan daha fazla Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab hakkında yapılmış mübalağalara değinmek yerine; sizlere 15 yıllık Şeyhle olan tecrübemi anlatmayı yeğlerim.

Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab’ın sempatizanlarından olduğum dönemde Arabistanlı bir arkadaşımızın evinde toplanmıştık… Orada “Temettü Haccı” ve onun İkinci Halife Ömer ibn-i Hattab tarafından nasıl yasaklandığı hakkında konuşuyorduk. Bu uzadı uzadıya giden sohbetler sonunda; Temettü Haccı’nın yasaklanmasının Ömer ibn-i Hattab’ın hatalarından biri olduğu kanısına vardık. Daha sonra Halife Ömer’i Kuran-ı Kerim ve sünnet doğrultusunda değerlendirmeye aldık…

Bizlerin Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab’a olan ilgisi, şüphesiz Ömer ibni Hattab’a olandan daha fazlaydı. Bakın mesela Şeyh’in Tevhit hakkındaki görüşlerini Kuran-ı Kerim ve sünnet ile yargılamayı aklımızın ucundan dahi geçiremezdik. Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab’ın öyle etkisi altında kalmıştık ki; onun Arap yarımadasında müşriklere karşı yaptığı savaşları okudukça gözyaşı döker ve sanki Peygamber Efendimizin (saa) kâfirlerle yaptığı savaşları okur gibi olur ve derdik ki;

“Muhammed ibn-i Abdulvahhab’ın müşriklerle olan savaşları peygamberimiz Muhammed ibn-i Abdullah’ın (saa) savaşlarından daha fazlaydı. Çünkü Şeyh 300’den fazla savaşa katılmıştı ve ayrıca Peygamber 10 yıl savaşmışken Şeyh 20 yılı aşkın bir süre onlarla savaşmıştı.”

Bizlerin tüm gün boyunca meşgul olduğu tek şey yalnızca Muhammed ibn-i Abdulvahhab’ın hayatını okumak oluyordu ve sanki Peygamber Efendimiz’in (saa) hayatını okuyorduk. Bizler Şeyh’in düşmanlarını Peygamber’in (saa) düşmanlarından daha azılı ve daha kâfir biliyorduk.

Bu anlattıklarım sadece benim tecrübe ettiğim konular değil bilakis tüm Vahhabilerin ortak yaşantısıdır. Aslında zihnimizde yer etmiş Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab’a olan bu aşırıcılığın şekillenmesindeki en büyük etken, Şeyh’in kendisidir. Çünkü Şeyh, Arap yarımadasındaki kendi karşıtlarını Peygamber Efendimizin düşmanlarından daha kâfir ve müşrik olarak nitelemekteydi. Şöyle der:

“Bil ki! Geçmişte şirk koşanlar (yani Peygamberin mübareze ettiği kişiler) günümüzdekilerden daha da zayıftılar.” ve der ki:

“Allah Resulünün çatıştığı kişiler; şüphe yok ki günümüzdekilerden daha akıllı ve hafif bir din düşmanlığı içerisindeydiler.” Ve der ki:

“Kureyş’in şirk koşan din karşıtları, günümüzdeki din karşıtlarından hiç şüphesiz daha pasiflerdi.”

Şeyh burada Ehl-i Sünnet’in kalesi olan Osmanlı Devleti’ne ve Acem diyarının hâkimi olan Şiiler’e saldırıyordu. Şeyh’in bu aşırıcılığı, hiç şüphesiz bizim de aşırıya kaçmamıza zemin hazırlıyordu. Aynı zamanda işlediğimiz ders metotları da Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab konusundaki aşırılığımızı körüklüyordu ve öte yandan öyle bir duruma gelmiştik ki; ister ölümünden önce olsun isterse hala hayatta olsun, ona karşı cephe almış herkesi dinden çıkmış kabul ediyorduk.  Hatta Şeyh ile münakaşa ve tartışması olan İslam dininin önde gelen büyüklerini bile tekfir etmekten geri kalmıyor; onların Ebu Cehil ve Ebu Leheb’ten de daha kâfir olduklarını savunuyorduk. Çünkü Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab kendi zamanında yaşayıp düşünceleri kendisiyle zıt olan herkesi müşrik ve dinsiz olarak addediyordu.

Muhammed ibn-i Abdulvahhab, kendi döneminin ulemalarından biri olan Süleyman ibn-i Suheym el-Hanbelî ile fikirsel bir çatışma içerisindeydi ve ona bir mektup yazdı. Biz bu mektubu okuyunca; Peygamber Efendimizin kâfir ve müşrikleri muhatap alarak yazdığı mektuplar aklımıza gelmişti. O şöyle diyordu:

“Sana yalnızca şunu hatırlatmak isterim; sen ve baban şirk ve nifakı aleni hale getirdiniz… Sen ve baban bu dine düşmanlığınızı gece gündüz durmaksızın devam ettiriyorsunuz… Sen dinden çıkmış birisisin. Bilgin ve tüm olaylara vakıf olmana rağmen küfrü İslam’a tercih ediyorsun ve işte bu da sizin din düşmanı olduğunuza dair kitabınız.”

Aslında bizim de o garip ruh haline bürünüp, ateşli tartışmalara karışmamız gerekir. Çünkü ancak bu şekilde az da olsa Şeyh’in duygu ve düşüncelerini kavrayabilir, onun neler gördüğünü görebiliriz. Maalesef onun yapmış olduğu bu davet ve tebliğ hareketi yaşadığımız bölgelerde çok büyük fitnelere yol açtı. Bizler Abdulvahhab’ın kişiliğini tam manasıyla anlayabilirsek, taraftarlarının da ruh halini çözebilir, bu şekilde onları daha iyi tanır ve dertlerine derman oluruz. Ben şu anda, Şeyh’in benim üzerimde bıraktığı o psikolojik ve hayatımın tümünü etkileyen durumu göz önüne getirdikçe, Şeyh’in taraftarları olan kardeşlerime merhametle bakmak durumundayım.

Şeyh Muhammed ibn-i Abdulvahhab kendi zamanında yaşayan ulemayı muhatap alır ve onları kendi yaptıkları putlara taparlar diye tasavvur ederdi. O, büyük İslam ulemalarından biri sayılan Allame ibn-i Yahya’yı şöyle vasıflandırmıştır;

“O, onların en aşağılık ve en kâfir olanıdır.”

Şeyh artık bu tekfir etme olayını o derece abartmıştı ki; sanki hayatında yeni bir dönem başlamıştı. Hatta Şeyh bunu kendi döneminde yaşayan ulemaya da bulaştırdı dersek yeridir. Artık Şeyh, dinden dışlama konusunu kendi dönemiyle de sınırlı tutmuyor, hicri IV. yy. kadar bu zaman dilimini genişletiyordu.

Konuşmaları ağırlaşmış, eleştirinin dozunu iyice arttırmıştı ve yalnızca kendi taraftarlarını “Müslüman” olarak görüyor; dört büyük Ehl-i Sünnet mezhebi takipçilerini tekfir ediyor ve hatta Vahhabilikle bağlarını koparan herkesi dinden çıkmış ilan edip, onlara mürtet hükmünü yani ölüm cezasını taraftarları aracılığıyla icra ettiriyordu. Muhalif ve karşıtlarının idam haberleri karşısında mutlu olan bu zihniyet; maalesef sırf kendisine karşı gelen avam halkı da dışlamayı ve tekfir etmeyi adet haline getirmişti artık.

Dr. İ’sam Ali Yahya el-İmad