.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Şia mezhebi, kendi tarihi boyunca, birçok siyasî ve sosyolojik değişiklikleri ardında bırakmakla birlikte, mezhebî ve kelâmî faaliyetler yönünden etkili olmuştur. Bu derste, bu değişikliklerin bir kısmına kısaca değineceğiz:

1- Halifeler Dönemi:

Bu dönemin genelinde Şia, siyasî ve ictimaî şart ve ortam yönünden uygun bir konuma sahip değildi. Ancak İmam Ali’nin (a.s.) zâhirî hilafeti döneminde iyi koşullara sahip olmuş ve Emîru’l-Mu’minîn (a.s.) tarafından tevhîd ilimleri beyan edilmiş, buna ek olarak da tefsir, fıkıh ve kelâm ilimleri alanında birçok âlim onun sonsuz ilim deryasından kana kana içmiştir. Elbette tevhidi ilimlerin beyanı ve İmam Ali (a.s.) tarafından âlimlerin yetiştirilmesi, onun hilafetinden önceki dönemde de gerçekleşmekteydi. Ancak İmam’ın (a.s.) kendi hilafet döneminde çok daha büyük bir artışla ilerledi.

2- Emevîler Dönemi

Bu dönemin genelinde siyasî koşullar, Şia’nın tamamen aleyhine idi ve Emevî hükümetleri tarafından birçok bedenî ve psikolojik işkence ve eziyetlere maruz bırakılmışlardır. Fakat bu duruma rağmen kendi dinî ve kelâmî görevlerinden yana gafil olmamış ve Masum imamların (a.s.) hidayet meş’alesi ışığında, imkânları miktarınca kendi sorumluluklarını yerine getirmişlerdir.

Emevî hükümetlerinin sona erdiği ve Abbasî hükümetlerinin başlangıcı döneminde, yani Hz. İmam Muhammed Bâkır (a.s.) ile Hz. İmam Cafer-i Sâdık’ın (a.s.) imamet dönemlerinde Ehlibeyt (a.s.) ve Şialar için nisbeten iyi bir siyasî ortam meydana geldi. Çünkü Emevî hükümetleri dağılıp düşmeye doğru ilerlemekteydi ve Emevî hâkimleri siyasî ve ruhsal bir takım ıstıraplarla boğuşmaktaydılar. Netice olarak, Ali dostları aleyhine çalışacak fırsat ve zamanları yoktu. Abbasî halifelerinin başlangıç döneminde de gerekli istikrarın oluşmamasından ve yine diğer taraftan Abbasîler, Ali dostlarını savunma amacıyla Emevîler aleyhine kıyam edip onlara galebe geldiklerinden dolayı, Ehlibeyt (a.s.) ve onların takipçileri çok güzel koşullara sahip oldular. Bu nedenle Şia’nın ilmî ve kültürel inkılâbı, İmam Muhammed Bâkır (a.s.) ve Caferu’s-Sâdık (a.s.) tarafından temelleri atılarak, güçlendirildi.

3- Mansur’dan Harun’a Kadar Olan Dönem

Mansur zamanında yine Ali dostları çok sıkı ve zorlu siyasî baskıya maruz kaldılar. Nitekim Suyûtî şöyle demiştir:

“Mansur, Ali dostları ile Abbasîler arasında fitne ateşini alevlendiren birinci halifeydi. Hicrî 145. yılında (Mansur’un hükümetinden dokuz yıl geçtikten sonra) Abdullah b. Hasan b. Ali b. Ebi Tâlib evlatlarından olan Muhammed ve İbrahim, Mansur’a karşı kıyam ettiler. Ancak o ikisi ve diğer birçok Ehlibeyt dostları onun eliyle şehid oldular.”[1]

Muhammed Eskanturî şöyle diyor:

“Mansur’un yanına vardım ve onu derin düşüncelere dalmış bir hâlde gördüm. “Ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. Bana şöyle dedi: Fatıma Zehra’nın (s.a.) evlatlarından bin kişiden fazlasını öldürdüm. Fakat onların büyüğünü (İmam Cafer-i Sâdık) öldürmedim.”[2]

Mansur’un Ali dostlarına karşı yapmış olduğu işkence ve eziyet, onları karanlık ve nemli zindanlarında hapsetmesi ve bedenlerini, binaların duvarları arasına koyması meşhurdur.[3]

Mansur’un emriyle şehid edilen kimselerden birisi, Hz. İmam Cafer-i Sâdık’ın (a.s.) Şialarından, yakın sahabesi ve İmam’ın (a.s.) malî işlerinin sorumlusu olan Mualla b. Huneys idi. Mansur, Medine valisi olan Davud b. Urve’den onu öldürmesini istedi. Davud, Mualla’yı huzuruna çağırttı ve onu öldürmekle tehdit ederek, Şiaların isimlerini kendisine vermesini istedi. Mualla direniş göstererek, şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, eğer onlardan birisinin ismi ayağımın altında olsa, ayağımı yerinden oynatmam.”Davud onu öldürdü ve darağacına çekti.

Mansur sonunda Hz. İmam Cafer-i Sâdık’ı (a.s.) zehirleterek, şehid etti.[4]

Bu durum Abbasî halifeleri Mehdî (158-169), Hâdî (on beş ay) ve Harun Reşid (170-193) dönemlerinde de aynı şekilde devam etti. İşkence, baskı, zindan, sürgün ve öldürülme hususlarında Mansur’un yolunu devam ettirdiler. İmam Musa Kâzım (a.s.), Harun’un emriyle yıllarca hapiste kaldı ve en sonunda yine onun emriyle şehid edildi. Muhammed b. Ebu Umeyr ve Fazl b. Şazan da onun emriyle zindana atılarak işkenceye maruz kaldılar. O, Hişâm b. Hakem’in yakalama emrini verdi. Ancak Hişâm saklandı. Hamîd b. Kahtabe’nin Harun Reşid eliyle öldürülmesinin öyküsü oldukça meşhurdur.[5]

4- Emîn’den Vâsık’a Kadar Olan Dönem (193-232)

Harun Reşid’ten sonra, Muhammed Emin hükümete ulaştı ve dört yıl birkaç ay hükümette bulundu. Ebu’l-Ferec, “Mekatilu’l-Tâlibîn”kitabında şöyle diyor:

“Emin’in Ali b. Ebi Tâlib evlatları hakkındaki yöntemi geçmiştekilerin aksine idi. Bunun sebebi de şuydu: O, güzel vakit geçirmek ve onun hazırlıklarını yapma düşüncesindeydi. Ardından da kardeşi Me’mun ile aralarında geçen savaş buhranının endişesine düştü ve sonunda da öldürüldü.”

Me’mun kendi kardeşini öldürerek, siyasî gücü ele geçirdi ve yaklaşık olarak (198-218) yirmi yıl hükümette bulundu.

Me’mun zamanında Şialık İslâm şehirlerinin çoğunluğunda güç edinmişti ve bunun etkisi Me’mun’un kendi sarayında da yaşanmaktaydı. Nitekim iki riyaset sahibi, kendi vezirleri Fazl b. Sehl ve Me’mun’un ordu komutanı olan Tâhir b. Hasan Huzaî Şia idiler.

Me’mun, Şiaların çoğaldığını gördüğünde, İmam Rıza’nın (a.s.) insanların ilgi odağı olduğunu ve sevildiğini anladı, buna ek olarak da halkın, babası Harun Reşid’den yana rahatsızlık içinde olduğunu ve geçmiş Abbasîlerin hükümetlerine karşı düşmanlık beslediğini gördü. Görünüşte Ali dostlarıyla dostluk ve barış yolunu seçmişti. Böylece halkın sevgi ve alâkasını kendi üzerine toplamaktaydı. Çünkü bu nifak ve riya kapısı yoluyla Şia olduğunu gösterme çabasındaydı. İmam Ali’nin (a.s.) hakkaniyetini ve onun hilafete Ebu Bekir ve Ömer’den daha lâyık olduğunu, hatta hilafeti devretme konusunu ve ardından da veliahtlılığı gündeme getirdi. Ancak bundan maksadı sadece gücünü korumak ve kendi makamını sağlamlaştırmaktan başka bir şey değildi. Fakat her hâlükârda bu zâhirî yumuşaklık ve mülâyimlik nisbeten Şia inancının yayılması ve tanıtılması hususunda münasip bir ortamı meydana getirtmişti.

Bu hususta önemli olan bir diğer konu ise, Süryanîce, Yunanca ve diğer çeşitli dillerden birçok ilmî ve felsefî kitabın Arap diline tercüme edilmesi ve yaygınlaşması idi. Bu da Müslümanların aklî ve kanıta dayalı ilimlere olan ilgisini hızlandırdı. Özellikle de Me’mun’un kendisi de Mutezile mezhebine mensuptu ve aşırı ilgisinden dolayı dinler ve mezhepler hususundaki kelâmî münazaraları serbest etmişti. Şia âlim ve mütekellimleri bu fırsattan yararlanarak, Ehlibeyt’in (a.s.) mezhebinin tebliğinde bulunmaya gayret gösterdiler.

Mu’tasım (ö. 227 h.k.) ve Vâsık (ö. 232 h.k.) dönemlerinde de Ehlibeyt (a.s.) hakkındaki siyasî koşullar hemen hemen Me’mun zamanıyla aynıydı. Özellikle, her ikisi de Mutezile kelâmına yönelmişler ve delillere dayalı ve kelâmî münazaralarla uyumlu idiler. Kelâmî ve dinî konularda İmam Cevad’dan (a.s.) birçok soru sorulmuştur. Her ne kadar Mu’tasım kendi iç dünyasında İmam Cevad’a (a.s.) düşmanlık besleyip ve nihayetinde öldürme emrini verdiyse de İmam Cevad’dan (a.s.) sorulan birçok kelâmî mesele, Mu’tasım döneminde halkın İmam Cevad (a.s.) ile görüşmesinin yasak olmadığını göstermektedir. İmam Muhammed Cevad’ın (a.s.) şehadetinden sonra, büyük bir topluluk İmam’ın (a.s.) mübarek bedeninin teşyi-i cenazesinde toplanmışlardı. Mu’tasım, her ne kadar onları teşyi-i cenazeden menettiyse de, onun kararına aldırış etmediler ve omuzlarında kılıçla İmam’ın (a.s.) evinin önünde toplandılar. Bu hadise de o zamanki Şiaların ne kadar çok olduğunu göstermektedir.[6]

5- Mütevekkil ve Ondan Sonraki Dönemler

Mütevekkil’in hükümete gelmesiyle (232-247) birlikte koşullar değişmiş ve Ali dostlarına karşı kin ve sıkıntılar yeniden ortaya çıkmıştı. Öyle ki, Ehlibeyt (a.s.) ile irtibat siyasî suç olarak sayılmaktaydı. İmam Hüseyin’in (a.s.) türbesinin harap edilmesi emrini vermesi ve insanları onun ziyaretinden alıkoyması Mütevekkil’in meşhur işlerindendir.[7]

Mütevekkil’in düşmanlığı Şialarla sınırlı değildi. Bilakis o felsefe, kelâm ve aklîilimlere çok karşıydı. Corci Zeydan şöyle yazıyor:

“Mütevekkil hilafete geldiği günden ta son nefesini verene kadar, sürekli filozoflar, görüş sahibi kimseler, kıyas ve mantık kanıtlarına karşı çalıştı.”[8]

Mütevekkil’den sonra Abbasîlerin hükümetinde birçok karışıklık ve çekişmeler meydana geldi. Saray ehli bazı zamanlarda kudret ve güç elde etmek için, çekişme ve savaşlara kalkışmaktaydı. Bu durum, Abbasî halifesi Mu’tazıd’ın (247-279) dönemine kadar sürdü. Abbasî hükümdarlarından; Muntasır, Mustein, Mu’tez, Muhtedî ve Mutemed adlarındaki beş Abbasî halifesi o dönemde hüküm sürdüler. Abbasî Mu’tazıd’ın (279-289) iktidarı ele geçirmesiyle birlikte yine Abbasî hükümranlığı kudretli bir hükümete dönüştü. Nitekim Suyûtî bu hususta şöyle yazmıştır:

“Ona İkinci Seffah lakabını vermişlerdir. Zira Abbasîler hükümranlığına yeniden hayat verdi. Ondan önce ve Mütevekkil’in döneminden sonra sıkıntı ve zorluklar artarak, dağılmaya yüz tutmuştu ve parçalanmaya doğru gidiyordu.”[9]

Dolayısıyla Abbasîlerin Ehlibeyt (a.s.) ve onların takipçilerine karşı olan düşmanlık ve kinlerinden yana hiçbir kuşkunun yeri yoktur. Ancak yukarıda değindiğimiz dönemde Abbasî hükümranlığındaki karmaşıklık ve ıstıraplar, İslâm topraklarının köşe bucak bölgelerindeki inkılâp ve başkaldırmalar ayrıca, göz önünde bulundurulacak olursa, Abbasîlerin Ali dostlarına baskı uygulayacak münasip koşulları oluşmamıştı ve onlar Mansur ve Harun dönemine nisbeten daha iyi koşullara sahiptiler.

6- Âl-i Buveyh, Fatımîler ve Hamdânîler Dönemleri

Hicrî Dördüncü ve Beşinci Asır, siyasî koşullar yönünden Şia’nın en güzel ve en rahat dönemlerinden sayılmaktadır. Zira Şia mezhebine mensup olan Buveyh (veya Bûye) Hanedanı (320-477), Abbasî hâkimiyeti söz sahibi olmakla birlikte, birçok vasıfta gücü ellerinde bulundurmaktaydılar. Buveyhoğulları hanedanından adları Ali, Hasan ve Ahmed olan ve daha önceleri Fars eyaletinde hüküm sürmekteyken Abbasî Halifesi“el-Müstekfi”zamanında 333 yılında Bağdad’a girdiler ve hükümet konağına doğru yöneldiler. Bu gelişleri, halife tarafından saygıyla karşılandı. Ahmed“Muizzu’d-Devle”Hasan “Ruknu’d-Devle”ve Ali “İmadu’d-Devle”lakaplarıyla anıldılar. Emîru’l-Umera (Emirlerin Emiri= Komutanların Komutanı) konumunda bulunan Muizzu’d-Devle güç ve iktidarı öylesine eline aldı ki, Müstekfi için bile bir maaş ve oturacağı yeri tayin etti; onun emriyle Aşura günü her yer, çarşı pazar tatil olurdu ve İmam Hüseyin (a.s.) için yas merasimleri düzenlenirdi. “Gadir-i Hum Bayramı” oldukça görkemli kutlanırdı.

Sözün özü şöyledir, Âl-i Buveyh, Oniki İmam mezhebinin yayılması için birçok çaba ve çalışmalarda bulunmuşlardı.

İslâm hükümetinin merkezi Bağdad’da halk, Âl-i Buveyh’den önce Ehl-i Sünnet mezhebi üzere idi. Onların gücü ele geçirmesiyle Şia mezhebi ilerleyip gelişti ve Şialara mahsus olan törenler çok görkemli bir şekilde yapılmaya başlandı. O dönemde yaşayan İmamiyye’nin meşhur mütekellimi Şeyh Müfîd, bir hayli saygı ve ihtiramla karşılanmaktaydı. Bağdad’ın Kerh bölgesindeki “Barâsâ”mescidi, ona mahsustu. Şeyh Müfîd, orada cemaat namazı kıldırmanın yanı sıra vaaz ve ders de vermekteydi. O aynı zamanda, özel ilmî ve ictimaî konumu itibariyle, Şia’nın çeşitli fırkalarını derleyip bir araya getirmeyi başardı ve Şia’nın görüş ve akaidini sağlamlaştırarak, yaydı.

Âl-i Buveyh’nin hizmetleri Şia mezhebiyle sınırlı değildi. Bilakis onlar edebiyat, kültür ve İslâm medeniyetine sayısız hizmetlerde bulunmuşlardı. Ganâvî (Mahmud Ganâvî Zuheyrî) “el-Edeb fî Zilli Benî Buveyh”adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

“Âl-i Buveyh döneminin en üstün özelliklerinden biri, ilim ve kültür düzeyinin ilerlemesi idi. Nitekim onların kendilerinin ve vezirlerinin bunda çok büyük katkıları olmuştur. Zira vezirler, her zaman yazar ve üstün âlimler tabakasından seçilmekteydi… Sedaları göklerde her yeri kaplamıştı. Öyle ki, âlimler ve ârifler, her açıdan onlara doğruya yönlendirmiş ve onların ihtiram ve saygılarına mazhar olmuşlardır. Edebiyat, felsefe ve bilim meydanlarında ilerlemede, düşünceleri kullanmada, sanki kendi hükümdarlarından (Abbasî Halifelerinden) öne geçmişlerdi.”[10]

Dördüncü Asır’da, Mısır’da, Fatımîler, iktidarı ele geçirdiler ve onların hükümranlığı Hicrî VI.Asr’ın (567) başlarına kadar devam etti. Fatımîlerin hükümeti Şialığa davet üzere kuruldu. Her ne kadar Oniki İmamcı olmasalar da İsmailiyye mezhebinin takipçileri olsalar da ve bu iki mezhep arasında bir takım ihtilaflar olsa da Şialık mezhebinin şiarlarını korumada ve yine İslâmî öğretiler öğrenmenin vahiy hanedanı yoluyla olduğu düşüncesinde ve insanları bu yönteme teşvik etmede, her iki mezhep de aynı görüşteydiler. Suyûtî şöyle yazmaktadır:

“Hicrî 357 yılında Karmatîler, Şam’ı ele geçirdi ve yine Mısır’ı da kendi sultaları altına almak istediler. Ancak Ubeydiyyûn [11](Fatımîler) Mısır’ın malikleri oldular ve Râfızî (Şia) devletleri; Fas, Mısır ve Irak topraklarına yerleştiler. Mısır hâkimi Kâfur İhşîdî (veya Akşidî)’nin ölümünden sonra, Mısır’ın düzeni bozulmaya yüz tuttu ve askerler maddi sıkıntılarda bırakıldılar. Onlardan bir grubu, el-Muizzu Lidinillah’a (Fas’ın hâkimine) Mısır’a girmesi için mektup yazdı. O, kendi ordu komutasını “Cevher” ismindeki birine vererek, onunla bin süvariyi Mısır’a doğru harekete geçirdi. Hicrî 358 yılında Abbasî’lerin giydikleri siyah elbiseyi ve okudukları hutbeleri yasakladı ve beyaz elbise giyerek, aşağıdaki hutbeyi okumalarını emretti:

اللّهم صلّ على محمد المصطفى، وعلى علي المرتضى، وعلى فاطمةا لبتول وعلى الحسن و الحسين سبطي الرسول ...

O, Hicrî 359 yılında el-Ezher Üniversitesinin kurulmasının emrini verdi ve bina 361 yılında bitti. Yine aynı şekilde ezanda; العمل خير علىحى(Hayye alâ hayri’l-amel) denilmesini emretti. Buna benzer bir diğer emir de el-Muizzu Billah’ın komutanı Cafer b. Fellah tarafından Şam’da verildi.”[12]

Hamdânîler ve Şia Mezhepleri

Hicrî Dördüncü Asır’da, İslâm dünyasında bir Şia hükümeti daha kuruldu ve bu da Hamdânîler (293-391) hükümeti idi. Bu hükümetin en ünlü hükümdarı (303-350) Âl-i Hamdân Ali b. Abdullah b. Hamdân olup, Seyfu’d-Devle lakabını taşıyordu. O, akıllı, ilim sever ve silahşör biriydi ve ömrünün oldukça çoğunu sınırı tecavüz Romalılarla (Bizans’la) savaşmakla geçirdi. Hamdânîler döneminde Suriye toprakları, Halep ve etrafı, Baalbek ve ona bağlı yerler, Cebelu’l-Âmil ve onun sahil bölgeleri, Şialarla doluydu. Özellikle de Halep şehri Şia âlimleri ve Zühre oğulları’nın merkezi konumunu üstlenmişti. Şia mezhebinin yayılıp sağlamlaşmasında çok önemli rollerden birini üstlenen kimselerden birisi de Hamdân ailesinin meşhur şâiri Ebu Firâs (ö. 357) idi. Nitekim onun “Mîmiye”kasidesi olağanüstü bir şöhrete sahip olup, Matlaı şöyledir:

الحق مهتضم والدين محترم
وفيءٍ آل رسول اللّٰهم قتسم [13]

Hamdânîler, hiç kimseyi Şia mezhebine tâbî olması için zorlamamış, mal ve makamla da kandırmamıştır. Bilakis halkı özgür bırakarak, kendi beğendiklerini seçmelerini istemişlerdir. Fakat ihlâs sahibi tebliğciler, hakikatleri halk için açıklıyorlardı. Bunun tam aksine Emevîler, Abbasîler ve Salahaddîn Eyyûbîler korkutma ve baskı yoluyla halkı Ehl-i Sünnet olmaya davet ediyorlardı.

Hamdânîler, ileri görüşlü ve özgür kimselerdi. Bu nedenle ilim sahiplerinin, filozofların, ediplerin ve bütün mezhep ve dinlerden olan ileri görüşlü kimselerin sığınağı oldular. Durum öyle bir hâl almıştı ki, sanat ve hüner sahipleri Roma’dan (Doğu Roma olan Bizans’tan) kaçarak, Seyfu’l-Devle’nin yanına geliyorlardı.[14]

Selçuklular ve Eyyûbîler Döneminde Şia

Hicrî V. Asr’ın ortalarında Selçuklu isminde önemli bir devlet kuruldu ve dağılmaya yüz tutmuş olan Sünnî mezhebe bağlı Abbasî hilafet hükümetini, düşmekten kurtardı. Ardından Şiaların Mısır, Irak, Şam, Fars ve Horasan bölgelerinde ilerlemelerinin önünü kesti. Selçuklu yönetimi, Hicrî VII. Asr’ın sonlarına kadar devam etti.

Hicrî Altıncı Yüzyıl’ın ikinci yarısında (565) kurulan bir diğer güçlü devlet de Eyyûbîler devleti idi. Bu devlet meşhur komutan Salahaddîn Eyyûbî tarafından kuruldu ve 848 yılına kadar varlığını devam ettirdi.[15]

Salahaddîn’in Haçlılar ile yapılan savaşlardaki fedakârlıkları övgüye değerdir. Ancak onun Ehl-i Sünnet mezhebine olan aşırı taassubu ve Şia mezhebine karşı olan kin ve düşmanlığı, çok büyük bir eksiklik olmakla birlikte göz yumulacak bir şey değildir. Mısır’ı ele geçirdikten sonra Fatımîlere karşı tam bir şiddet yöntemi uygulamıştır. “el-Ezher fî Elf Âm”kitabında şöyle geçmektedir:

“Eyyûbîler, Şia’nın mutlak bütün eserlerine el uzatarak, onları yok ettiler. Salahaddîn, Fatımîlilerin Devletini lağvetti, kendi kavminden olan kimseleri bir gecede onların evlerinin içine kadar sokarak yaptığı katiâmla kalpleri yakan nâleler ve gönülleri kana boğan ağlama sesleri o kadar yüksekti ki, halk aklını kaçırmıştı…”[16]

Emevîler ve Haccac’ın bayram olarak kutladığı Aşura gününü yeniden bayram günü ilân etti ve kutlanmasını emretti.

Ezandan العمل خير على حى  (Hayye alâ hayri’l-amel) zikri kaldırıldı ve Şialara karşı öylesine zorluk çıkarmış ve ileri gitmişti ki, dört Sünnî mezhebe inanmayan kimselerin şahitliğinin kabul edilmemesini emretti. O mezheplere tâbî olanların sadece ders verme ve hitap etme hakkı vardı. Hatta Fatımîler tarafından kurulan büyük kütüphaneler ve orada toplanan çeşitli alan ve dallardaki nefis eserler, onun eliyle yakılıp yok edildi. Sonuçta da onun bu düşmanca tutumu, Şia mezhebinin Mısır’da unutulmasına sebep oldu.[17]

Moğollar Döneminde Şia

Moğol devleti Hicrî 650 yılında Hülagu Han tarafından İran’da kuruldu ve Sultan Ebu Saîd’in (Bahadır Han) 736 yılında ölümüyle son buldu.

Hülagu Han, Irak’a yapmış olduğu ikinci hamlesinde, Abbasîler hükümetini yıktı ve bütün mezhepleri kendi mezhepsel tören ve öğretilerinde serbest bırakarak, âlimlere saygı ve ihtiram gösterdi. Bir diğer tabirle Hülagu Han’ın yaptığı yağmalamaların, dinî boyutu yoktu. Bu nedenle, onun eline geçen bölgelerde çeşitli dinler aynı düzeydeki özgürlükten faydalanmaktaydı.

Hülagu Han’ın İslâm dinine girip-girmediği hususunda, ihtilaf vardır. Hatta Şia olanlar onu Müslüman bilirler. Ancak kesin olan şudur ki, dört Moğol sultanı; Hulagu’nun oğlu Tekudar (Ahmed), Gazan Han (Mahmud), Nikolas Olcayto (Sultan Muhammed Hüdabende) ve Bahadır Han (Ebu Saîd) , İslâm’ı kabul ettiler. Ahmed’in hükümeti fazla uzun sürmedi. Gazan Han hakkında ise tarihî deliller onun Şia olduğunu göstermektedir. Sultan Olcayto Muhammed Hudabende, başlangıçta Hanefî mezhebi üzere idi. Ancak o zamandaki Ehl-i Sünnetin en bilgini olan Nizâmuddîn Abdulmelik-i Şafiî, onun tarafından Kaziyu’l-Kuzat (Kadılar Kadısı) olarak atandı ve Hanefî âlimleriyle arasında geçen münazaradan galip çıktı. Sultan da Şafiî mezhebini seçti. Sonunda, Allame Hillî (ö. 726) ile Nizâmuddîn arasında bir münazara gerçekleşti ve Allame Hillî ona galip geldi. Netice olarak Sultan Hüdabende (Olcaytu) Şia mezhebini seçti ve hükümranlığının sürdüğü toprakların hepsinde, İmamiyye mezhebinin merasimlerinin icra edilmesini emretti. Onun isteği üzere, Allame Hillî“Nehcü’l-Hak ve Keşfu’l-Sıdk”adlı kitabını yazdı. Ondan sonra da Moğol sultanlarının sonuncusu olan evladı Bahadır Han da yine Şia mezhebi üzere idi.

Şia’nın büyük âlimleri, Moğol sultanları döneminde yetişti. Onlardan bazıları şunlardır: “Şerâi” adlı eserin sahibi Muhakkik Hillî (ö. 676), “el-Câmiu’l-Şerâî”kitabının yazarı Yahya b. Saîd (ö. 689), Allame Hillî (ö. 726), babası Sediduddîn Hillî, oğlu Fahru’l-Muhakkikîn (ö. 771), Seyyid Raziyuddîn b. Tâvûs (ö. 664), Seyyid Gıyasuddîn b. Tâvûs (ö. 693), İbn Meysem Bahrânî (ö. 679 veya 699), Hâce Nasiruddin Tûsî (ö. 672), Kutbuddîn Râzî (ö. 766) ve diğerleri.

Bu dönemin en ilginç olayı, Allame Hillî’nin önerisiyle, Sultan Muhammed Hüdabende tarafından tesis edilen “Seyyar Medrese”nin ortaya çıkmasıdır. Bunun öyküsü şöyledir: Moğol sultanların geleneği üzere, sıcak mevsimler, Merağa ve Sultaniye’de, soğuk mevsimler ise Bağdad’da geçirilirdi. Diğer taraftan Sultan Hudabende, sefer ve hazerde büyük âlimleri kendisiyle birlikte götürüyordu. Özellikle de Allame Hillî’ye büyük ilgisi vardı. Ona kendisiyle birlikte gelme önerisinde bulundu. Bu öneriyi kabul etmemek doğru bir karar olmazdı. Zira muhâlifler ve kin besleyen kimseler Allame’nin bu kararını farklı bir şekilde yorumlayarak, onun aleyhine kullanabilirlerdi. Diğer taraftan Allame Hillî bütün vaktini sultanın yanında geçirerek, ilmî çalışmalarından geri kalmak istemiyordu. Bu nedenle, seyyar medrese kurma önerisini sundu ve sultan tarafından da bu öneri kabul edildi. Böylece Allame Hillî, İmamiyye’nin inanç ve düşüncesini yayma ve birçok öğrenci yetiştirmeyi başardı.[18]

Safevîler ve Osmanlılar Dönemi

Şia, Hicrî Onuncu Yüzyıl’a kadar siyasî şartlar açısından, eski dönemlerdeki (Eyyûbîler ve Selçuklular dönemi) gibi bir dönem yaşamaktaydı. Ancak bu asrın başlangıcında, I. Şah İsmail tarafından Safevî Devleti kuruldu ve Şia mezhebi resmî mezhep olarak kabul edildi. İran, o dönemde Tavaifu’l-Mülük (Bir merkeze bağlı yarı bağımsız taife memleketler) olarak idare ediliyordu. Her bir bölümünü emir, vezir, han ve kabile reisi ele geçirmiş ve orada hükümranlık etmekteydiler. İsmail’in yaşı henüz on dörde varmamıştı ki, babasının takipçileri ve yaşlı-genç müridlerden bir ordu oluşturarak, İran’ın birlik ve bütünlüğü için Erdebil’den kıyam etti ve bölgeleri biri diğeri ardınca fethederek, Tavaif-i Mülük memleketi töresini kaldırdı. Parça parça olan İran’ı birleştirerek güçlü bir devlet hâline getirdi ve hükümranlığı altındaki bütün bölgelerde, Şia mezhebine resmiyet kazandırdı.

Ölümünden (Hicrî 930) sonra, diğer Safevî padişahları Hicrî XII. Asr’ın ortalarına (1148) kadar hükmettiler ve bütün hepsi Şia mezhebini resmî olarak tanıyıp, onaylamış ve onu güçlendirerek yayılmasında çaba sarf etmişlerdir.

Camiler, dinî medreseler ve Hüseyniyeler gibi birçok dinî merkezler kurulmasını sağlamış vekutsal türbelerin genişletilip, onarılmasına çalışmışlardır. Bu çalışmaların nedeni, dinin fıtrattaki yeri ve mâneviyatıyla birlikte, Şeyh Bahayî (Bahâuddîn Âmilî) ve Mir Damad gibi büyük âlimlerin Safevî sarayında söz sahibi olması idi. Onları dinî şiarları güçlendirme ve saygıyla anmaya, çeşitli alanlarda büyük âlimlerin yetiştirilmesi hususunda teşvikte bulunuyorlardı. Bu dönemin meşhur âlimlerinden; “Mir Damad, Muhakkik-i Kerekî, Şeyh Bahaî ve babası Şeyh Hüseyin Abdussamed, Sadru’l-Muteellihîn (Molla Sadra), Allame Meclisî, Muhakkik-i Erdebilî, Molla Abdullah Yezdî, Feyz-i Kâşânî… isimlerini saymak mümkündür”[19]

Bu dönemde Osmanlı Devleti de İslâm topraklarının büyük bir bölümünde hüküm sürmekteydi ve Ehl-i Sünnet mezhebine mutaassıp olarak bağlılıklarından Şialara karşı düşmanlık besliyordu. İş öyle bir noktaya vardı ki; bu kesimden bir grup ulema, Şiaların İslâm’dan hariç olduğuna ve onların öldürülmelerinin vacipliğine dair fetvalara imza koydular. Sultan Selim (Yavuz), Anadolu’da kırk bin veya yetmiş bin kimseyi Şia olma suçuyla öldürdü. Hanefî Şeyhi Nuh’un, Şialar kâfir ve öldürülmeleri vaciptir fetvasıyla, Halep’te on binlerce Şia öldürüldü ve geriye kalanlar da kaçtılar. Öyle ki, Halep’te tek bir Şia dahi kalmadı. Oysaki Hamdânî devletinin başlangıcında Şialık, Halep’te tamamen yerleşmiş ve yaygındı. Halep, fıkıhta Âl-i Ebu Zühre, Âl-i Ebu Cerrâde ve bunlar gibi büyük âlimlerin mekânı idi ve onların isimleri “Emelu’l-Âmâl”kitabında kaydedilmiştir. Osmanlıların eliyle şehid edilen İmamiyye’nin büyük âlimlerinden birisi de Şehid-i Sânî’dir.

Osmanlılar, Şiaları devlet kurumlarından attılar ve onları kendi dinî vazifelerini yerine getirmekten alıkoydular. Şam ve Şiaların az sayıda olduğu bölgelerde, onların dinî işlerini yerine getirmelerini engellediler. Bu olaylar ve musibetler dört asır (1198 Hicrî/1516 Milâdî) boyunca devam etti.[20]

Ondan sonra Şialar için yine buna benzer siyasî koşullar devam etti. İran’da Şia mezhebi resmî mezhep olarak tanındı ve mezhepsel cidal ve nizalar yaşanmadı. Ancak diğer İslâm devletleri ve Şia olmayan ülkelerde ve özellikle de Vehhabîlerin söz sahibi olduğu bölgelerde, Şialar iyi siyasî koşullara sahip değillerdir. Fakat İran’da İslâm İnkılâbının zaferi ve İnkılâbın hikmet sahibi kurucusunun siyaseti ve yol göstericiliği sayesinde, her nekadar istismar ve sömürgeci güçler, İslâm dünyasının çeşitli köşe ve bucaklarında ayrılık ve ihtilaf çıkarmaya ve düşmanlık ortamı yaratmaya devamlı çalışsalar da Şia mezhep ve akâidi hakkında birçok gerçek açığa çıktı; öyle ki, onun taraftarları ve sevenleri çoğaldı.

[1]     Tarihu’l-Hulefa, Suyûtî, s.261.

[2]     eş-Şia ve’l-Hâkimûn, Muhammed Cevad Muğniye, s.149.

[3]     Tarih-i Mes’ûdî, c.3, s.31; Tarih-i İbn Esîr, c.4, s.275 kitaplarına müracaat ediniz.

[4]     Bihâru’l-Envâr, c.47.

[5]     A’yânu’ş-Şia, c.1, s.29.

[6]     Tarihu’ş-Şia, s.57.

[7]     Tarihu’l-Hulefa, s.437. müracaat ediniz.

[8]     Tarih-i Temeddün-i İslâmî, Corci Zeydan, s.587.

[9]     Tarihu’l-Hulefa, s. 369 ve yine Tarih-i Temeddün-i İslâmî, s.814-820.

[10]    Tarihu’ş-Şia, s.206-213; eş-Şia ve’t-Teşeyyü, s.148-159; Şia der İslâm, Allame Tabâtabâî, s.29-30; Felasifetu’ş-Şia, Şeyh Abdullah Ni’me, s.156-519 kitaplarına müracaat ediniz.

[11]    Fatımîler “Ubeydiyyun”olarak da adlandırılmaktaydı. Çünkü Fatımîlerin birinci halifesinin adı Ubeydullah Mehdî’ye nisbet verilmekteydi. O Hicrî 296 yılında hükümete ulaştı.

[12]    Tarihu’l-Hulefa, s.401-402.

[13]    Tarihu’ş-Şia, s.139-141.

[14]    eş-Şia ve’t-Teşeyyü, s.177-188.

[15]    Tarih-i Temeddün-i İslâmî, s.822-825.

[16]    el-Ezher fî Elf Âm, Haffâcî, c.1, s.58.

[17]    Tarihu’ş-Şia, s.192-194; eş-Şia ve’l-Hâkimûn, s.190-193; El-Hıtatu Makrîzî’den nakletmiştir, c.2 ve 3; el-Ezher fî Elf Âm, Haffâcî, c.1; Tarih-i İbn Esîr, c.9; A’yânu’ş-Şia, c.1.

[18]    Tarihu’ş-Şia, s.214-219; Kitabu’l-Elfeyn kitabının mukaddemesi, Seyyid Mehdi Horasan.

[19]    Tarihu’ş-Şia, s. 220-222; Şia der İslâm, s. 31; eş-Şia ve’t-Teşeyyu, s. 190-198.

[20]    Eş-Şia ve’l-Hâkimûn, s.194-197.