Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

Sevgili okurlar..

Uzun zamandır zihinlere yanlış yer etmiş bazı kavramlar hakkında yazmak istiyordum ki nihayet yazma fırsatını buldum sizleri aydınlatmak isterim.

Ülkemiz müslümanları Ârif ile Sofi kavramını yanlış yorumlar. Hatta neredeyse aynı kapıya çıktığını ya da hemen hemen aynı anlam taşıdığını zannederler. Oysa bu iki kelime aynı anlam taşımamakla beraber hatta tamamen zıt kutuplardır. Ârifin kelime anlamı bilme ve tanımadır. Yani irfan ehli kişi önce kendine (nefsine) döner tanıma işlemine oradan başlar ve bunu aşama aşama üst seviyeye ulaştırır. İç dünyasında yanıt arar. Yanıtları bulduktan sonra bir sonraki aşamay geçer yani dış dünyasına. Alemi ele alır üzerinde tefekkür eder yaratılış sebebini ve nihayetinde yaratanının varlığına yakin eder. Adeta daima ona bakıyormuşcasına. Tıpkı Hz. Ali aleyhisselamın buyurduğu gibi “kim kendi nefsini tanırsa Rabbini de tanır” zira bilme ve tanımanın en değerli olanı Allah’ını tanımasıdır.

Ârif kul olduğunu farkındadır. Her daim kulluk yapmak için nefes alıp verir. Hep O’nun rızasını gözetir. Zahit olur züht eyler. Her hali ibadettir. Bu kişilerin sükûtu da, sözü de altındır. Tabi dünyevi işlerini, ailesini ve etrafını da ihmal etmez. Zira Allah’ın rızası bu yöndedir. Camiadan kendini soyutlamaz hatta ışık tutar, yön verir.

Ancak sofi, zahircidir. Zikri de zahirde, giyimi de zahirde. Batınında tufanlar vardır. Ve bu tufanlarda boğulmaktadır aslında. Gören de onu Allah ehli sanar ama içi bataktır. Yaptıklarını dine mal eder oysa dinle alakası dahi yoktur. Yaptığı zikrin çektiği tesbihin anlamına dahi ulaşamamıştır. Dudak tiryakisidir sanki. O yüzden camiada mide bulandıran işlere bulaşırlar. Ne yazıkki bu durumdan bilgisi olmayan insanlar da yanlış sonuç elde ederler. Hani derler ya hep bu hacı hocalar yokmu? Sofiler sapık zihniyetlidir. Yoldan çıkmış sapkınlardır. Zahirde mümin gözükür zahire hükmederler. İmam Sadık (as) onları mezemmet edip onların inhirafa düşmüş zihniyetlerini kendi döneminde aşikâr kılmak için çaba göstermişlerdir.

İslamda zahirciliğin bir diğer boyutu mabetlere yönelik oldu. İbadethaneler dört tarafı bir duvar olmakla kalmadı ihtişama büründürüldü. Herşey Mâbut için olması gerekirken herşey Mâbet için oldu. Ne acı verici bir durum! Duvarlar hat yazılarıyla süslendi, görkemli ışıklandırmalara maruz kaldı. Oysa mabedler fikirlere ışık tutmalıydı. İman ehlinin kalbine hitap etmeli ve yol göstermeliydi. Camiaya ışık tutmayan mabed, bataklığa düşmüş bir gencin elini tutup kurtamayan bir mabed, bir fakiri doyurmayan, bir garibana yurt olmayan, sağlıklı bir camia için genç nesiller yetiştirmeyen mabed varsın süslensin. Varsın İhtişam dolsun, minareleri göklere yükselsin ne fayda? Okunan ezanlara Lebbeyk diyen genci, çocuğu olmadıktan sonra okunan ezanın çalan çandan ne farkı var?

Kimi zaman hıncahınç dolu gözüksede camiler aslında boştur içi. Zira fikirler meşgul, ibadetler klişe ne huşu var ne de korku. Varsa da korku ayakkabılıkta bıraktığı ayakkabısına yönelik ve ya uzak kaldığı işine yetişememe endişesidir.

Bakınız Dr. Şeriatî ne güzel söylemiş: “ayakkabısının çalınma korkusuyla camide kılınan namazdansa evde kılınsın o namaz daha iyi.”

Bu yol Mâbuda giden yol değil seni Mâbuddan alan yoldur!

Bu yüzden diyorum Ey Âbid bu Mâbed seni götürmez Mâbuda!

Mâbetlerin ve camilerimizin sağlıklı bir nesil yetiştirip camiaya huzur başetmesi dileğiyle.

Kalın sağlıcakla…