.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Muhammed Taki Misbah Yezdi

Yüce Allah miraçta Peygamberine şöyle buyurdu:

"Ey Ahmed! Hangi hayatın daha mutlu ve kalıcı olduğunu biliyor musun?

Arz etti: Hayır, Allah'ım, bilmiyorum.

Buyurdu: Mutlu yaşam; beni hatırlamaktan alı koymayan, verdiğim nimetleri unutturmayan, hakkıma bilgisiz bırakmayan ve gece gündüz sürekli benim rızam için yaşanılan hayattır.

Kalıcı ve ebedi yaşam ise; insan kendisi için öyle çalışmalı ki, dünya onun gözünde değersiz ve hakir olsun, ahiret ise onun gözünde yücelsin. Benim isteğimi kendi isteğine tercih etsin, sürekli benim rızam peşinde koşsun ve beni hakkıyla övsün. Onun her halinden haberdar olduğumu ve gece gündüz işlediği her günahı bildiğimi hatırlasın. Kalbini benim hoşlanmadığım her şeyden temizlesin. şeytana, onun vesveselerine düşman kesilsin ve kalbine hüküm etmesi için ona açık bir yol bırakmasın."

Bütün insanların en büyük hedefi ebedi ve mutlu bir yaşam sürebilmektir. Kimse acı çekmek ve yok olmak istemez. Lakin mutluluğu ve kalıcılığı yanlış yerlerde aramaktadır. Yüce Allah da miraç hadisinin bu bölümünde bizlere, nasıl ebedi ve mutlu bir yaşama ulaşabileceğimizi buyurmaktadır. çnce bunun yolunu Peygamber Efendimizden (s.a.a) soruyor. O hazret de bilmediğini arz ediyor.

Peygamber'in bilmiyorum cevabını vermesi, onun kul olması hasebiyledir, yani kulun her şeyi Allah'tandır, kendisine ait hiçbir bilgisi yoktur. Gerçekte Hz. Resulullah (s.a.a)  bilmiyorum demekle başkalarına, bütün peygamberlerin ve imamların bilgilerinin, kendilerinden olmadığını, aksine her şeyin Allah tarafından onlara öğretildiğini anlatmak istemektedir. Daha sonra yüce Allah sorunun cevabını şöyle buyurmaktadır:

Mutlu Yaşamın Özellikleri

"Mutlu yaşam; beni hatırlamaktan alı koymayan, verdiğim nimetleri unutturmayan, hakkıma bilgisiz kılmayan ve gece gündüz sürekli benim rızam için yaşanılan hayattır."

Bizler kayıtsız şartsız Allah'ın buyurduğu gibi insanların sadece O'nu anmakla mutlu olabileceğine inanmışızdır, ama yine de mutlu bir yaşamla Allah'ı anmak arasında nasıl bir ilişki olduğunu açıklamakta fayda vardır. İnsan fıtratı gereği her zaman güvenip, dayana bileceği, varlık yönünden bağımsız olan birine gereksinim duymaktadır. çünkü insan kendisine baktığı zaman, muhtaç olduğunu görmektedir, yiyecek, giyecek, yaşam için nefes alma bunlar; insanın sürekli ihtiyaç duyduğu olan şeylerdir. Demek ki, bu insan yaşamda mutlu olmak istiyorsa ihtiyaçlarını karşılayacak birine muhtaçtır. şuna benzete biliriz; küçük nehir kurumak istemiyorsa mutlaka denize bağlı olmalıdır, ancak bu şekilde sürekli akıntısı olabilir. İnsanoğlu da Allah'a muhtaç olduğunu,  fıtratını dinlediği zaman anlamaktadır, tabii ki her insan bunu kendi bilgi kapasitesine göre anlamaktadır. Bazıları üstü örtülü anlarken, bazıları da tanımalarının çoğalması sonucu yakine ulaşırlar ve şuhut ile anlarlar.

Herkes sonuçta, kendisinin ne kadar fakir ve muhtaç olduğunun farkındadır. Hayatlarını sürdürüp, ilerleye bilmeleri için de sonsuz bir zenginlik sahibine muhtaç olduklarını bilmektedir. Yaşamın kaynağı olan sınırsız zenginlik sahibini tanıyıp ona ulaştıkları zamanda psikolojik yönden büyük bir rahatlığa kavuşurlar. Her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak birini tanıyıp ona güvendikten sonra insanın şimdi ve gelecek için hiçbir endişesi kalmaz, çünkü gerek duyduğu her şeyin başkası tarafından verileceğini bilmektedir. Fakat insan sonsuz zenginlik sahibi olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a, ihtiyaçları için güvenmediğinde; içini sürekli bir huzursuzluk kaplayacak ve her an gelecek endişesiyle mutsuz bir şekilde yaşayacaktır.

Günümüzde, hayatın boş, saçma, acı ve anlamsız olduğunu savunan birçok ekoller bulunmaktadır. Avrupa'da temelleri atılan bu öğretilerin başlıcaları şunlardır; Nihilizm, Egzistansiyalizm, Hippizm… bu ekollerin hepsinin ortak özelliği, yaşamın hedefsiz ve hep üzüntülerle beraber olduğudur. Onlara göre var oluşun belirtisi, kederli olmaktır. Sartre'ye göre insan üzülmeyip, kederlenmese aslında ona yaşıyor bile diyemeyiz. Böyle düşünen insanlar, hak ve hakikatten uzak oldukları için zaten sürekli mutsuzdurlar, bu yüzden de mutsuzluğun hayatın ayrılmaz bir parçası olduğunu zannediyorlar. Oysa zavallılar, mutsuzluklarının nedeni Allah'a inanmadıkları için olduğunun farkında bile değiller. İnsan yaratılış itibariyle sürekli Allah'ı istemektedir ve buna karşı gelindi mi, bu fıtrata savaş açmak demektir. Fakat Allah'a inanıp, onunla irtibatta olan kimseler her zaman mutludur, gönüllerinde asla huzursuzluk olmaz. Kim Allah'ı daha çok tanırsa korkuları da o denli yok olacaktır, mutluluk yalnız Allah'ı tanımakla ve üzüntüde yalnızca onu unutmakla çoğalır.

Demek ki, mutlu bir yaşam insanda bulunan kaygı ve endişelerin giderilmesine bağlıdır. Kaygılar da sadece Allah'ı anmakla kısmen veya tamamen giderilir. (Bu Allah'la olan irtibata bağlıdır.) Kuran-ı Kerim bu şöyle buyurmaktadır:

"Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." [1]

Öyleyse şunu çok iyi anlamamız gerekir; insanın psikolojik sorunlarının ve bütün kaygılarının nedeni Allah'tan uzak olmaktır, eğer insan Allah'a yaklaşılacak olursa her ne kadar yaklaşırsa sorunları da o kadar azalacak ve huzura kavuşması da o denli çoğalacaktır. Bazen insan mutluluğun sadece Allah'ı bazı lâfzî zikirlerle anmakta olduğunu zannediyor, örneğin biraz "Lailaheillalalah" demekle hemen kaygılarının yok olacağını sanıyor. Hâlbuki böyle değil; bu zikirler sadece dilde değil de, gönüle işlediği zaman etkili olabilir. Zikir, insanı gafletten kurtarıp, Allah'ı hatırlatmalıdır, ancak o zaman içsel bir huzura ulaşıla bilinir.

İmam Humeyni (r.a)  gibi hiçbir zaman yalan ve abartılı konuşmayan büyük âlim, Allah'a yemin ederek şöyle diyor: "Allah'a yeminler olsun ki, ömrümde biran dahi hiçbir şeyden korkmadım." demek ki insan böyle büyük bir makama ulaşabilir. Bizler en ufak meseller karşısında hemen heyecanlanıp, endişelenmeye başlıyoruz; ama insan, İmam gibi Allah'a ulaştı mı en büyük musibetlerde bile kaygılanmaz, kalbini tamamen Allah sevgisiyle doldurduğundan asla korkup, üzülmez. İmam, 7 Tir'de (28 Haziran) birçok yardımcısını kaybetti, herkes inkılâp için üzülüp korkmaya başladılar, oysa İmam en ufak bir koku yahut endişeye dahi kapılmadı.

Bizler ihtiyacımız olan arkadaşlarımızdan birini kaybettiğimizde günlerce uyamıyoruz, lakin İmam bir anda yetmiş tane en yakın yardımcısını kaybettiğinde kesinlikle telaşlanıp, ne olacak diye endişelenmiyor. Bazıları bu haberi vermek için İmam'ın yanına geldiler, yavaş yavaş anlatarak, İmam'ı bu üzücü haber için hazırlamaya çalışıyorlardı, oysa daha onlar demeden, İmam anlamıştı ve hiçbir şey olmamış gibi, "Gidin ve İslami şura meclisini toplayın" emrini verdi. Bu gerçekten şaşılacak bir haleti ruhiyedir, normalde kimse bu kadar zorluklara tahammül edemez. Bu ruhiyeye ulaşmanın tek bir yolu vardır, o da kalben sürekli Allah'la beraber olmaktır. İnsan ne kadar Allah'a yakın olursa zorluklarla karşılaştığında tahammülü o kadar çok olacaktır. Bu özellik ruhlarını okyanuslar misali büyük kılan kimseler için geçerlidir, en büyük dalgalar ve fırtınalar bile bu okyanuslara hiçbir etkide bulunmaz, okyanus her zaman sakindir, ama bizlerin küçük ruhları ufak bir olayda hemen soğukkanlılığını kaybeder.

Sürekli İmam'la beraber olan birisi, bu büyük felaketten sonra İmam'ın günlük programında hiçbir değişikliğin olmadığını söylüyor. Yine her gün ki gibi vaktinde Kuran okudu, diğer işleriyle ilgilendi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, ibadetini ve işini zamanında yapmaya devam etti.

Demek ki, bütün kaygılardan, endişe, korku ve sıkıntılardan kurtulup, iç huzura kavuşarak, psikolojik rahatlığa ulaşmanın tek yolu sürekli Allah'ı anmaktır. Allah'la irtibatımızın iyi olmaması ve her işimizde onu hatırlamadığımız için çok hayatımızda zararlar görmekteyiz. Öyleyse yaşamda mutlu olmanın ilk ve en önemli şartı, Allah'ı anmak ve onu zikretmektir.

İkinci şart ise; Allah'ın bizlere vermiş olduğu güzelliklerin farkına varmaktır. İsteklerimize ulaştığımızda daha çok mutlu olmaktayız, ama binlerce sahip olduğumuz isteklerimize ise hiç dikkat etmemekteyiz, mesela Allah'ın bizleri yaratıp yaşatması, sağlığımızın yerinde olması, Allah'a, kıyamet gününe inanmamız, Ehlibeyti sevip onlara bağlı olmamız ve bunlar gibi Allah bizlere birçok nimetler nasip etmiştir, bunların farkında olmamız gerekir. Sürekli bu nimetlerden yararlanmaktayız, ama dikkat edip, önemsemediğimiz için bunlarla mutlu olmuyoruz. Eğer bir hastalığa yakalanacak olsak ve uzan tedaviler sonrası o hastalıktan kurtulacak olsak işte ancak o zaman sağlığımızın kıymetini bileceğizdir. Sonra zamanla ne kadar büyük bir nimet olduğunu gene unutacağızdır. Öyleyse hayatta mutlu olmak için bir diğer şart; Allah'ın bahşetmiş olduğu nimetleri hatırlayıp, onların ne kadar değerli olduğunu anlamaktır.

Oysa ne yazık ki, büyük nimetler görmezlikten gelinir ve ulaşılmayan küçük, değersiz istekler çok büyütülür, insan kendisine dert eder, sürekli sızlanır. Eğer Allah'ın insana verdiği büyük nimetleri hatırlanacak olsa, küçük istekler onların yanında bir hiç olarak gözükecektir, ayrıca her isteğin verilmeyişinin de bir hikmeti bulunmaktadır. Bazen oturup Allah'ın bizlere vermiş olduğu nimetleri ve hatta istediğimiz şeyleri düşünecek olursak ne kadar güzel olur, işte o zaman hayretle ne büyük şeylere sahip olduğumuzu anlayacağız.

Elbette sadece hatırlamak yetmez, bu nimetlerin kim tarafından verildiğine de dikkat edilmelidir, yoksa insan zamanla onlara bağlanıp Allah'ı unutacaktır. Bu da gene mutsuzluğun nedeni ve mükemmelliğin önünde büyük bir engeldir. Öyleyse sahip olduklarının farkına vardıktan sonra bunları kim verdi ve ona karşı nasıl teşekkür edebilirim diye düşünmen gerekir. Ancak böylelikle hayat güzel ve mutluluk içinde olabilir.

Ebedi Yaşamın Özellikleri

Yüce Allah, hadisin diğer bölümünde ebedi ve kalıcı yaşamın özelliklerini buyurmaktadır. Buyurduğu özellikler aslında özetle seyr-i süluk ve ameli irfandır, bu birkaç satırı eğer hayatımızda uygulayacak olursak, kesinlikle çok büyük manevi kemallere ulaşacağızdır. şöyle buyuruyor:

"Kalıcı ve ebedi yaşam ise; insan kendisi için öylesine çalışmalı ki, dünya onun gözünde değersiz ve hakir olsun, ahiretse onun gözünde yücelsin."

Hayvani boyuttan kurtulup, insani boyutta ilerlemek ve kemale ulaşmak isteyen birisinin ilk yapması gereken dünya ile ahireti karşılaştırmak olmalıdır. Yüce Allah insanın bu dünyada yapması için bir takım hükümler belirlemiştir, örneğin namaz kılmak, oruç tutmak gibi vacip veya müstehap ameller, bunların hepsi insanın mükemmel olması içindir. İnsan, Allah tarafından konulan ilahi hükümleri uyguladığında, neticeye ahirette ulaşacaktır; ama insanoğlu neticesini hemen gördüğü işleri yapmak ister ve faydası uzun vadeli olan işler onun için sıkıcı, aynı zamanda da yorucudur. İnsan yaptığı işten hemen lezzet alıp, faydasını görmek ister, yoksa o işin peşine düşmez. Bu konunun önemi hasebiyle, Kuran birçok ayette buna değinmektedir.

"Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir." [2]

Her ne kadar fazla zaman almasa da, yine de namaz kılmak insan için çok ağır bir görevdir. Bu yüzde doğru yöntemler uygulanmadığı takdirde çocuklara namaz kıldırmak çok zordur. Sebebi şudur; o yemek yiyip, oyun oynayıp, televizyon izlediğinde lezzet almaktadır, ama abdest alıp namaz kılmakla o anda bir lezzet almamaktadır. İnsan bu işin kesinlikle onun faydasına olan, çok keyif verici bir iş olduğuna yüzde yüz inanacak olursa, ancak o zaman istekle yapacaktır.

Çok açıktır ki; dünyadaki ilahi emirleri uygulamakla, onların sonucuna varmak arasında fazla bir fasıla bulunmamaktadır, zira dünya yaşamı ne kadar çok olursa olsun bir göz açıp kapayıncaya kadar bitmektedir. Ebedi olan ahiretle kıyaslandığında yüz senelik bir ömür çok kısa bir zamandır. Eğer dünya lezzetleri, ahiret lezzetleriyle kıyaslanacak olsa, insan derinden bağlandığı ve ulaşmak için çalıştığı dünyevi lezzetlerin, uhrevi lezzetler karşısında bir hiç olduğunu görecektir.

Bu dünyada bir anlık lezzet almak nice zorluk ve zahmetlerle beraberdir. Baksanıza insan bir lokma ekmek için ne kadar çok çalışmaktadır. Refaha ulaşıp, rahat yaşamak için gece gündüz hiç durmadan çalışılıyor, kışın üşümemek için soba almak, yazın sıcaklamamak için klima almak, daha rahat bir yerde oturmak, velhasıl bütün çalışıp çabalamalar yalnızca dünyadan daha çok keyif almak içindir. Savaşlar, tartışmalar, buluşlar bunların hepsi geçici bu dünyada daha rahat yaşamak içindir. çyleyse, geçici olan bu dünyada bir takım lezzetlere ulaşmak için, bu kadar zorluk ve sıkıntılara katlanılıyorsa, demek ki, ebedi olan ve hiçbir acıyla beraber olmayan ahiret lezzetleri için ne kadar çalışılmalıdır? Acaba bunun için, iki rekât düzgün bir namaz kılmak gerekmez mi?

Dünya ile ahiret kıyaslandığında insan ibadetin zorluklarına çok daha rahat katlanacaktır, en güzel şekilde vazifesine amel edip, ahirete ulaşmak isteyecektir. Her ne kadar ilk başta zor olsa da mukayese edildikçe ahiret nimetlerinin önemi, devamlılığı, değeri insanın gözünde büyüyecek ve dünyanın ne kadar değersiz olduğu anlaşılacaktır, bu sayede insan çok daha kolay bir şekilde ilahi hükümleri yerine getirecektir.

Öyleyse ilk yapmamız gereken şey, dünya ile ahireti kıyaslayıp, ahiretin ne kadar güzel ve kalıcı olduğunun dünyanın da ne kadar geçici ve değersiz olduğunun farkına varmaktır. Hangisinin daha faydalı olduğunu da bilmemiz gerekir, hangisi bizim için daha faydalıysa onu seçelim ve ona ulaşmak için gayret gösterelim. Sonuçta dünya insanın gözünde değersiz oysa ahiret değerli olacak, ahirete ulaşmak içinde insan büyük bir gayretle çalışacaktır.

"İnsan kendisi için öylesine çalışmalı ki…" cümlesi de şu gerçeğe değinmektedir: İnsan kendisini her şeyden ve herkesten daha çok sevmektedir, bir insan için değerli şey kendisidir, diğer bütün dostluklarda bunun etrafında kurulmaktadır. Eğer biriyle dost olmuşsa sebebi bu dostluktan keyif aldığı içindir, demek ki gene kendisini sevmektedir.

Bizler her ne kadar kendimizi çok sevsek bile, nelerin bizim için iyi ve nelerinde kötü olduğunu bilmiyoruz. Siz eğer birini sevecek olsanız, onun yararına olan şeyleri temin etmeye, zararına olan şeyleri de gidermeye çalışırsınız, peki siz her şeyden daha kıymetli olan nefsiniz için ne yapıyorsunuz? Niçin kendi yararına ve zararına olan şeyler için bir önlem almıyorsun! Faydana ve zararına olan şeyleri tanıma çalış ve senin için zararlı olan şeylerden uzak dur. Eğer iyice düşünecek olursan, en zararlı şeyin dünya ve en yararlı şeyinde ahiret olduğunun farkına varacaksın, böylelikle dünya gözünde değersiz, ahiret değerli olacaktır.

"Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." [3]

Emir'el Müminin Hz. Ali (a.s) Nehcül Belağa'da şöyle buyurmaktadır:

 "Geçmişte, Allah yolunda arkadaş olduğum biri vardı; dünya onun gözünde değersiz olduğu için O benim gözümde çok değerliydi." [4]

İmam Ali'ye göre asıl şahsiyet sahibi ve değerli olan kimse, dünyanın gözünde küçük olduğu kimsedir, yani dünya ahiretin karşısında hiçbir değere sahip değil. Sonuçta doğru düşünecek ve yararımıza olan şeyin peşinde olsak, ahireti asla unutmamamız gerekir, çünkü dünya geçici ve çok değersizdir. Ama bu, sadece düşüncede kalmamalı, pratikte bizi Allah'a doğru götürmeli ve ahiret için çalışmaya sevk etmelidir. Ne zaman ahiret ve dünya lezzetleri arasında seçim yapacak olsak mutlaka ahireti tercih edelim, kendi isteğimiz ve Allah'ın isteği arasında da bir tercihte bulunacak olsak mutlaka Allah'ın isteğini ön planda tutalım.

"Benim isteğimi kendi isteğine tercih etsin, sürekli benim rızam peşinde koşsun ve beni hakkıyla övsün. Onun her halinden haberdar olduğumu ve gece gündüz işlediği her günahı bildiğimi hatırlasın."

İnsan kemal yolunda attığı ilk adımdan başlayarak, kemale ulaşana kadar yaptığı her işte neyin ahiret ve neyinde dünya için olduğunu düşünmelidir, sonuçta her zaman ahiret için olanı seçip, onu yapmalıdır. Hayatın her aşamasında Allah bu işi mi, yoksa o işi mi seviyor diye karşılaştırma yapmalı ve Allah'ın istediği yerine getirilmelidir. Ahlak âlimleri, bunun adına murakabe derler, murakabeyi düzgün yapabilmek için, Allah'ın azameti üzerinde düşünülmelidir.

İnsan, yapmış olduğu her şeyin Allah tarafından görüldüğüne, gece gündüz sürekli onun tarafından izlendiğine inanacak olursa hiçbir zaman günah işlemez. İnsan çocuktan utanıp, onun yanında bile günah işlemezken, Allah'ın sürekli onu gördüğünü bildikten sonra nasıl olur da günah işleye bilir? Bu sadece dışta dikkat edilmesi gerekenlerdir, asıl önemli olan ve mutlaka yapılması gerekilense, içe dikkat edilmesidir. İnsan kalbine, düşüncesine ve niyetine çok dikkat etmelidir.

"Kalbini benim hoşlanmadığım her şeyden temizlesin."

Zahiri amellere dikkat etmeliyiz, yani el, göz vb. organlarla günah işlenmemeli, vacipleri yerine getirip, haramlardan sakınmalıyız. Fakat bununla beraber insan batınına da hâkim olmalı ve çok dikkat etmelidir. Allah'ın sevmediği bir şeyi asla düşünmemeli ve hatta kalpten bile geçirmemeliyiz.

ş

Şia mektebinin büyük âlimlerinden olan Seyit Murtaza'nın (r.a) yine kendisi gibi çok önemli âlimlerden olan kardeşi Seyit Razi'ye (r.a) şöyle diyor: Cemaat imamının günah işlemeyen kimse olması daha iyidir. Seyit Razi ise cevap olarak şöyle diyor: Günahı bile düşünmeyenin cemaat imamı olması daha iyidir.

Hadisin devamında yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şeytana, onun vesveselerine düşman kesilsin ve kalbine hüküm etmesi için ona açık bir yol bırakmasın."

Ne zaman ki şeytan vesveseleriyle savaşıp, yoldan çıkarmaya çalışsa, asla teslim olmaz, onunla savaşır. Tertemiz ve Allah sevgisi için olan kalbini, şeytanın pis düşünceleriyle kirletmez. Mümin, şeytanın vesveselerini kendisine en büyük düşman olarak kabul etmiştir, canına kasteden şeytani hilelerle durmaksızın savaşır ve asla kalbine egemen olmasına izin vermez. şeytani vesveselerin kalbine girmesine izin vermeyen mümin kimse, tabi ki amelde de asla ona kanmaz.

1- Rad,28.

2-Bakara,45.

3- Ala,17.

4- Nehc'ül Belağa, s:1225,hikmet:281.