.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak
Toplumu ıslah etmek, düzenin en güzel şekilde yürümesini temin etmek, değer ve erdemleri yaygınlaştırmak, fesat ve suçların önünü almak için uygulanabilecek en güzel yöntem iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır. Bu yöntemle ilgili konular en az beş ilim dalında gündeme gelir: Fıkıh, hukuk, ahlâk, eğitim ve siyaset. En büyük önemi haiz nükte şu ki, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, İslam’ın zarurî hükümlerindendir. Bütün Müslümanlar, bu iki hükmün farz olduğuna inanırlar. Dolayısıyla en doğrusu, konuyu bütün boyutlarıyla incelemektir.
Yine Feyz-i Kaşani, bu konuyu el-Vâfi ve el-Meheccetu’l-Beyda kitaplarında bütün ayrıntısıyla ele almıştır. Konunun ana başlıkları şu şekildedir: Kur'an-ı Kerim ve Sünnet’te iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın önemi, konumu, farz oluşu, rükünleri, şartları, mertebeleri, sahası, uygulanma yöntemi vb… Burada incelenmesi gerekenler ise beş ana başlıktır:
* * *
a) Önemi
Feyz, u yöntemi, peygamberler ve salih insanların yolu bilir ve şöyle der: "Diğer bütün farzlar, bu vesileyle ikame olunur. Yolların güvenliği, gelirlerin helalliği, yeryüzünün imarı ve düşmanların defedilmesi gibi bütün her şey bu vesileyle bir düzene kavuşur."[1] Bu yöntem, dinin ana mihveridir. Öyle ki eğer uygulanmayacak olur, insanlar bu vecibeyi bilmez ve amel etmezlerse Peygamberlerin uğruna gönderildikleri bütün değerler yerde kalır. Din ve dindarlık gitgide zeval bulur, gevşeklik ve tembellik yaygınlaşır, sapkınlık ve fesat alır başını gider, düzen ve intizam bozulur, şehirler viran ve insanlar helâk olurlar.[2] Bu tabirler üç önemli nükte içermektedirler:
1. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak çok yüce bir makama sahiptir. Bu yöntem, peygamberlerin gönderiliş gayesi, toplumun ıslahı ve erdemlerin yaygınlaşmasıyla çok derin bir bağ içerisindedir.
2. Bu iki vecibenin sahası, öylesine engindir ki eğer ortadan kalkacak olursa, din ve dindarlık da ortadan kalkar. Dolayısıyla bu yöntem, vaaz, nasihat, sapkınların hidayeti, cahillerin eğitimi gibi diğer birçok yöntemi de kapsar.
3. Allah Teâlâ, bu iki vecibe vesilesiyle halkın, sorumluluk bilinci taşıması ve günahlardan uzak durmasını dilemekte, insanların sıkıntı ve sorunlardan kurtulmasını murat etmektedir. Bu sebeple hadislerde iyiliği emretmek Allah’a iman etmekle ve iyilikten sakındırmak Allah’a şirk koşmakla birlikte anılmıştır.
Bir adam Allah Resulü’nün huzuruna çıkar ve "İslam’da en üstün şey nedir" diye sorar. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurur: "Allah’a iman sonra akrabalık bağları sonra iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır." Adam tekrar sorar: "Allah’ın gazabına em çok müstahak olan nedir?" Allah Resulü (s.a.a): "Allah’a ortak koşmak, akrabalık bağlarını kesmek ve kötülüğü emredip iyilikten sakındırmaktır" diye buyurur.[3]
* * *
b) Kur'an-ı Kerim’de İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak
Feyz, el-Vâfi’de[4] dört ayet ve el-Meheccetu’l-Beyda’da[5] on üç ayete istinat eder. Bu ayetlerin toplamından şu sonuç elde edilmektedir: Saadet ve kurtuluş iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaya bağlıdır.[6] İslam ümmetinin, diğer ümmetler karşısındaki üstünlük ölçütlerinden biri, bu yöntemi uygulamaktır.[7] Bir insanın doğruluk ve sadakati, bu fariza ile ölçülür.[8] Allah’ın rahmeti bu yöntem üzere hareket edenleri kapsar.[9] Allah’a imanın nişanesi, bu farizayla amel etmektir.[10] İslam hükümetinin en temel gayelerinden biri bu farizayı ihya etmektir.[11] Feyz’in istinat ettiği ayetler iki açıdan incelenebilir: Birincisi, her bir Müslüman’ın dini kimliğini koruma sorumluluğu, bu sorumluluğu ifa etmek için bir hazırlık içerisinde olması ve en azından bu farizayla etmesi gerektiği açısından; öteki, sağlıklı bir toplum inşa etmek açısından ki bu vazife, iyiliği emretmeden ve kötülükten sakındırmadan kesinlikle yerine getirilemez.
* * *
c) Sahası
Feyz’e göre iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak yönteminin uygulanma sahası hem örnekleri ve konusu bakımından oldukça geniştir. Hiçbir farizanın uygulanma sahası bu denli geniş değildir. Zira ‘iyilik’ (maruf) dinî açıdan takdir olunan bütün işlere, ‘kötülük’ (münker) ise yine aynı açıdan bütün her şeyi içerir. Bu iyi ya da kötü işlerin ibadetle, ekonomiyle, siyasetle, yönetimle, sosyal ilişkilerle veya herhangi bir alanla ilgili olması fark etmez. Bir diğer nokta ise şudur: ‘İyiliği emretmek’ başlığı geneldir ve cahili eğitmek, sapkını yola getirmek, zayıfın elinden tutmak, zor durumda olanlara kucak açmak ve diğer güzel ve iyiliği celbeden ve kötülüğü defeden bütün amelleri kuşatır.
Feyz, el-Hakayık kitabında, dine özgü bir terim olan ‘maruf’ başlığı ve bağımsız bir bölüm kapsamında bu terimi inceler ve örneklendirir. Sapkını yola getirmek, cahili eğitmek, mazlumların yardımına koşmak, açları doyurmak, infak, hediyeleşmek, borçluya mühlet vermek, karzu’l hasene (borç vermek)[12] ve sair örnekler bu cümledendir. Demek ki iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, bütün ‘maruf’ örneklerini kapsamaktadır. Diğer taraftan can, mal ve aileyi muhafaza, mazlumun yardımına koşma, zayıfların elinden tutma gibi konuları da bu farizanın kapsadığı bölümler olarak ele almıştır.[13]
* * *
d) Aşamaları
Feyz, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farizası için beş mertebe ve aşama öngörmüştür:
1. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın ilk adımı kalpten başlamaktır. Bir Müslüman bir kötülükle yahut iyiliği terk etme olayıyla karşılaştığında, her şeyden önce kalben rahatsız olmalıdır. Zira münkerin sonucu, tüm toplumu etkiler. İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurur:
"Bir mümine izzet olarak şu yeter: O bir kötülükle karşılaştığında Allah, onun kalbindeki tiksinti ve rahatsızlığı görür."[14]
2. Bir sonraki mertebe surat asmaktır. Bir mümin, bir kötülükle karşılaştığında kalben rahatsız olduktan sonra, bu rahatsızlığını yüzüne yansıtır ve surat asarak tepkisini gösterir. Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurur:
"Allah Resulü bize, günahkârları asık bir suratla karşılamamızı emretti."[15]
3. Üçüncü mertebe dille tepki göstermektir. Bu mertebe bu yöntemin en açık örneği olup vaaz, nasihat, öğüt ve ikaz yoluyla uygulanır. İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurur:
"Bir insan iyiliği emredip kötülükten sakındırdığı zaman, mümin bir insan onun vaazını dinler, cahil ise irşat olur. Ancak güç sahipleri asla etkilenmezler."[16]
Dikkate şayan husus şu ki, vaaz ve nasihat dinleyenler, samimiyet ve ihlâsla yapılan ikaz ve uyarıları ciddiye almalı ve kabul ettiklerini gösteren bir davranış sergilemelidirler.
4. Bir diğer mertebe, pratikte uygulanmasıdır. Bu aşamada mümin bir insan güç kullanarak, bilek gücüyle ve fiili müdahale yoluyla kötülüklerin önünü almalıdır. Elbette bu tarz uygulamanın toplumsal düzeni bozma ihtimali söz konusuysa, kötülüklerin önünü almak devlet ve hükümete tevdi edilmelidir. İmam Ali (a.s) şöyle buyurur:
"Her kim kötülükle mücadelenin her üç mertebesini de (yani kalp, dil ve elle müdahaleyi) terk ederse, diriler içerisinde yaşayan gerçek bir ölüdür."[17]
5. Son aşama, yaralamaktır.[18] Feyz, bu aşamanın uygulanma tarzıyla ilgili şöyle der: "Bu aşamada girişimde bulunmamak daha evla ve ayrıntılarını dile getirmek tamamen faydasızdır. Zira bu vazifeyi üstlenen kişi, bütün şartları haiz biri olduğu cihetiyle uygulama esnasında bütün ayrıntıları kendisi araştırır ve bilir."[19]
* * *
e) Uygulama Yöntemi
Daha önce de hatırlattığımız üzere, toplumun sağlığı, halkın dünya ve ahiret saadeti ve dinin bütün hükümlerinin ihyası iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farizasına bağlıdır. Fakat tüm bunlara rağmen bu fariza, icra makamında asla arzulanan düzeyde önemsenmemiş gerektiği veçhiyle uygulanmamıştır. Bu ilâhî farizaya ilgisizliğin nedenlerinden biri, icra makamında yanlış yöntemlerin uygulanmış olmasıdır. İlginç olan şu ki bu konuyu araştıranların birçoğu, bu farizanın uygulanma yöntemlerinden gafil kalmışlardır. Bu münasebetle burada Feyz’in diliyle iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farizasını uygulama yöntemlerini ele alacağız.
Feyz, bu farizanın uygulama yöntemleriyle ilgili iki temel görüş ileri sürer:
1. Bu farizayı uygulama şartları
2. Uygulama yöntemi
Feyz’in bu farizayı uygulama şartlarıyla ilgili görüşü fakihlerin genelinin görüşleriyle örtüşmektedir. Buna göre dört şart öngörülür:
1. Maruf ve münkerin ne olduğunu bilmek:
"İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak isteyen bir insan, her şeyden önce maruf ve münkerin ne olduğunu bilmelidir ki bu ilâhî farizayı doğru uygulayabilsin ve yanlışa düşmesin."[20] İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurur:
"İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, maruf ve münkeri birbirinden ayırt edebilenlerin üzerine farzdır. Hakkı bâtıldan ve marufu münkerden ayırt edemeyenlerin üzerineyse farz değildir. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: İçinizde, insanları hayra çağıran ve iyiliği emreden bir topluluk bulunsun…"[21]
Elbette bazı fakihler bu şartı, ‘vücup şartı’ olarak görmez ‘vacibin şartı’ olarak değerlendirirler. Buna göre, maruf ve münkeri tanıyacak düzeyde tahsil görmek de vacip olmuş olur.[22]
2. Tesir ihtimali:
"Hiç kuşkusuz iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, etkili olma ihtimali olduğu durumlarda farzdır. Dolayısıyla kişi, etkili olmayacağını bildiği ve emin olduğu zaman bu durumda bu vazife vacip olmaktan çıkar müstehap hükmü kazanır."[23] İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurur:
"Bir insan iyiliği emredip kötülükten sakındırdığı zaman, mümin bir insan onun vaazını dinler, cahil ise irşat olur. Ancak güç sahipleri asla etkilenmezler."[24]
Unutmamak gerekir ki bazı durumlarda iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, karşı tarafı etkilemese de toplumu etkiler ve halkın hakka yönelmesine vesile olur ki bu kadarı dahi yeterlidir.[25]
3. Kötülükte Israrcılık:
Bu farizanın bir diğer şartı, münkere bulaşan ve günah işleyen şahsın bu amelinde ısrarcı olmasıdır. Yoksa sadece bir kez hata işlemiş olup yeniden tekrarlama kastı bulunmayan ve bu hususta ciddi olduğunu gösteren karineler taşıyan bir insana iyiliği emir ve kötülükten sakındırma vecibesi uygulanmaz.
4. Kötü sonuçlarının olmaması:
Son şart, bu amelin kötü ve istenmeyen sonuçlar doğurmaması ve herhangi bir zarara yol açmamasıdır.[26] Dikkat edilmesi gereken husus şu ki, İslam’ın temeli tehlikeyle yüz yüze geldiğinde, her ne kadar Müslümanların şehit olmaları ve sayısız sorunlarla karşılaşmaları pahasına da olsa küfür ve sapkınlığa karşı kıyam etmek ve zulme karşı mücadele etmek farzdır. Zira bu durumda hem akıl hem de şeriat bunu emreder ve ayrıca zannî delillere başvurmak gerekmez.
İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak vazifesinin nasıl uygulanacağı ve yöntemleri hususunda Feyz, gayet güzel ve ilginç tespitlerde bulunur:
1. Karşı tarafın düşünce tarzı, anlama kapasitesi ve yaşam tarzını göz önünde bulundurarak iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak gerekir. Dolayısıyla örneğin ayak takımıyla fıkıh diliyle konuşmanın hiçbir faydası olmaz. Bilakis onlarla anladıkları dille konuşmak gerekir.[27]
2. Açık ve kati bir şekilde konuşmalı, dolaylı ve imalı konuşmaktan sakınmak gerekir.[28] Nitekim Yüce Allah Kafirun Suresinde Peygamber Efendimiz’e (s.a.a) kesin ve kati bir dille mealen şöyle söylemesini emretmektedir:
"Din, hafife alabileceğimiz, esneklik gösterebileceğimiz ve üzerinde anlaşmaya varabileceğimiz bir dava değildir."[29]
3. Konuşma esnasında yumuşak ve sevgi ifadesi taşıyan bir dille konuşmalı, söylenecek her kelime, ses tonu, sözün uzunluk ya da kısalığı ve nerede nasıl durulacağı hususunda titiz davranmak gerekir. Zira maksat sözün etkili olması ve karşı tarafın kalbine işlemesidir. Allah Teâlâ Musa’ya (a.s) kardeşinle Firavun’a git ve ona "Yumuşak sözler söyleyiniz; umulur ki kendine gelir yahut ürperir"[30] diye buyurmaktadır. Örneğin ilkin bir soruyla söze başlayabilir ve güya meşveret ediyormuşçasına söze girebilir…[31]
4. Tevazu ve edeb kurallarına tam anlamıyla riayet etmelidir. Zira karşı tarafın kişiliğine saygı duymak, tevazu ve edep her yerde; özellikle de iyiliği emredip kötülükten sakındırırken hoş karşılanır. Çünkü edep ve tevazu ile konuşmak, kalpleri birbirine yakınlaştırır, güven duygusu yaratır ve sözün etkili olma ihtimalini arttırır.[32]
- - - - - - - - - - - -
[1] A.g.e., s. 102.
[2] A.g.e., s. 95.
[3] A.g.e., c. 15, s. 174-175.
[4] A.g.e., s. 167.
[5] El-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 96-98.
[6] Âl-i İmran: 104.
[7] Âl-i İmran: 110.
[8] Âl-i İmran: 114.
[9] Tevbe: 71.
[10] Tevbe: 71.
[11] Hac: 41.
[12] El-Hakayık, s. 259-260.
[13] El-Vâfi, c. 15, s. 187-197.
[14] A.g.e., s. 186; el-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 108.
[15] El-Vâfi, c. 15, s. 185.
[16] A.g.e., s. 182.
[17] El-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 105; el-Vâfi, c. 15, s. 177; el-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 108.
[18] El-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 108.
[19] A.g.e.
[20] A.g.e., s. 106; Nuhbe, s. 177.
[21] Âl-i İmran: 104.
[22] Bu nükte, fıkıh usulü ilminde gündeme geldiğinden, burada ayrıntısına girmek pek münasip değildir.
[23] El-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 106.
[24] El-Vâfi, c. 15, s. 182.
[25] El-Meheccetu’l-Beyda, c. 4, s. 106.
[26] A.g.e., Nuhbe, 177.
[27] Nuhbe, s. 262.
[28] A.g.e., s. 253.
[29] Tefsir-i Sâfi, c. 5, s. 374.
[30] Tâ-hâ: 44.
[31] Tefsir-i Sâfi, c. 3, s. 308.
[32] Nuhbe, s. 253.