.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İrfan alanında öteden beri bilinen yanlışlardan birisi insanın birbirine zıt iki boyuttan oluşan bir varlık olduğu düşüncesidir. İnsanın biri toprak menşeli diğeri semavî olmak üzere birbirine karşıt iki boyuttan oluştuğu düşüncesi ve bu boyutların her birinin tekâmül seyrinin diğerinin tam tersine olduğu düşüncesi öteden beri irfânî akımlarda görülen bir düşüncedir. Bu düşünceye göre vücudumuza önem verip onu güçlendirdiğimiz ölçüde ruhumuza yönelemiyoruz ve ruhumuzu güçlendiremiyoruz. Dolayısıyla ruhumuzu güçlendirmek için vücudumuzu zayıflatıp fizikî gücünü azaltmalıyız.

Bu tür bir bakış tarzına göre insan, dünya işlerine yöneldiği ölçüde uhrevî işlerden uzaklaşıyor ve buna karşın uhrevî işlerle uğraştığı ölçüde dünyevî işlerden uzaklaşmak durumundadır. Yani insan uhrevî yönünü güçlendirmek istiyorsa kaçınılmaz olarak dünya işlerinden uzaklaşmalıdır ve uhrevî yönün güçlenmesi için dünya işlerinden uzaklaşmak kaçınılmazdır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer inançlardaki mabetlere çekilme olayları işte bu tür bir düşüncenin ürünüdür. Bu düşünce tarzı özellikle Hıristiyanlarda bolca göze çarpıyor.

Maalesef bu yanlış bakış tarzı İslam’ın ilk dönemlerinden beri günümüze kadar Müslümanlar arasında da büyüklü küçüklü gruplar halinde taraftar toplamıştır. İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlığı benimsemiş olan Hıristiyanlar ve özellikle Manihaizm geçmişi olanlar bu düşüncenin Müslümanlar arasına intikal etmesinde büyük ölçüde etkin olmuşlardır. Bu grupta yer alan insanlar İslamî öğretileri, babalarından almış oldukları önceki din bilgilerine uygun bir şekilde yorumluyorlardı.

Sonuç olarak İslam tarihi daha ilk yıllarında ‘zahitik’ ve ‘tasavvuf’ gibi tabirlerle tanışmıştır ve birileri ta bu yıllardan beri bu tür düşünceleri Müslümanlar arasında yaymaya çalışmıştır. Bu düşünceye sahip insanlara göre ahirette güzel bir hayata sahip olmak isteyenler dünya işlerini tümüyle bir kenara bırakıp dünyevî hazlardan uzak durmalıdır. Bu insanların manevî tekâmül ve iyi bir ahiret hayatı yönündeki tavsiyesi, dünya işlerinden tamamen uzaklaşıp bir köşede kendini ibadete adamaktı. Bu görüşe göre insan, sadece zaruret miktarınca ve hayatta kalması için gerekli olduğu kadar dünya nimetlerinden yararlanmalıdır. Bu düşünce yapısındaki insanların tavsiyelerinden birisi uzun riyazetlerle kırk gün boyunca sadece bir badem veya bir hurma yiyerek hayatta kalabilecek duruma gelmektir.

Evet, işte bu şekilde bütün dünya ve güzelliklerini bir kalemle silmek gerek. Bu iş burada da bitmiyor. Bu düşünce gereğince diğer insanları kendinizden nefret edecek duruma getirmelisiniz. Bunu yaparak onlar sizi kendi halinize bırakacaklardır ve inzivalarını bozmayacaklardır. Geçmişte yaşamış olan ve günümüzde bile kalıntılarına rastladığımız birtakım ‘sadu’ diye tabir ettiğimiz kişiler ve tasavvufçuların bir bölümü insanları kendilerinden uzaklaştırıp da inzivalarının bozulmasını önlemek için özellikle insanları kendilerinden uzaklaştıracak işler yapıyorlardı.[1] Manevîyat ve irfân yolunun yolcusu olduğunu söyleyip insanın bu iki boyutunun bir araya getirilemez olduğuna inanan insanlar az değil.

Bu insanlar insanın temiz giyinip güzel kokular kullanmasını, evlenip çocuk sahibi olmasını, ev yurt sahibi olmasını, sosyal işlerde aktif olup gerektiğinde savaş meydanında kılıç sallamasını ve aynı zamanda bir arif olmasını imkânsız görüyorlar. Bu tür işlerle uğraşmak insanın dikkatini dağıtıyor. Oysa irfânın olmazsa olmaz şartlarından birisi dikkatini toplamak ve düşüncelerden kurtulmaktır. Bu düşünceye göre özellikle siyasî işlere karışmak büyük günahlardan biridir ve bir sâlik için bağışlanmaz başlıca hatalardan biridir.

İrfan konusunda bu yaklaşıma sahip olan insanların bu sebeple hiç evlenmediklerini, çok zayıf ve cansız bir vücuda sahip olduklarını, diğer insanlarla çok kısıtlı bir iletişime sahip olduklarını, olabildiğince insanlardan ve sosyal olaylardan uzak durmaya çalıştıklarını ve özellikle siyasî işlere hiç karışmadıklarını görüyoruz. Görüntü itibariyle ise kirli ve dağınık giysiler, uzun ve bakımsız saç ve sakal ve kısaca hoş olmayan bir görüntü, bu grubun belirtilerindendir.

Hakiki İslamî irfân konusunda yapmış olduğumuz açıklamalar çerçevesinde bu tür bir yaklaşım kesinlikle yanlıştır ve İslamî öğretilerle örtüşmez. İslam insanın birbiriyle kesinlikle uyuşmayan, tamamen iki farklı istikamete ve birbirinden ayrılması gereken iki farklı yöne sahip olduğunu söylemiyor. İslam hiçbir zaman insanların maddî hayat ve manevî hayattan birini seçmesi gerektiğini ve bu iki hayatı bir arada yaşamanın imkânsız olduğunu söylemiyor. İslam hiçbir zaman bize “siz manevî boyutunuzla hiç uyuşmayan bir maddî boyuta sahipsiniz ve bu iki boyut arasında birisini seçmelisiniz” demiyor. Diğer bir tabirle İslam, insanın maddî ve manevî boyutunun kesin bir şekilde birbirine karşı olduğunu ve bu iki boyutu aynı anda bir hedef doğrultusunda kullanamayacağımızı söylemiyor. Kesinlikle İslamî öğretilerden vücut ve ruh kanun ve kurallarının birbirinin karşısında olduğu sonucunu, bu iki kanun ve kuralın birbiriyle hiç uyuşmadığı ve insanın dünyevî hükümler veya uhrevî hükümler arasında birisini seçmesi gerektiği sonucunu çıkaramayız. Daha önce de söylediğimiz gibi İslam öğretileri bize insanın farklı boyutlara sahip olduğunu, bu boyutların birbiriyle etkileşim halinde olduğunu ve insanın ancak bütün bu boyutlarda ilerlemesi kaydıyla yaratılış gayesine ulaşabileceğini söylüyor. İşte bu öğreti İslamî irfânını diğer irfânlardan ayıran önemli ve temel öğretilerden birisidir.

Diğer bir tabirle İslam dini insanın, biri maddî diğeri manevî iki farklı yöne sahip olduğunu kabul ediyor. İnsanın hayvanî ve insanî olmak üzere iki farklı eğilim ve rağbete sahip olduğunu kabul ediyor. Ancak bu iki yönün kaçınılmaz olarak birbirinin karşısında olduğunu, bir eğilime meydan verirken diğer eğilime sırt çevirdiğini ve bu eğilimin tekâmülünden uzaklaştığını kabul etmiyor. Örneğin insanın yemek yemesi kesinlikle manevîyattan uzaklaştığı anlamına gelmez veya cinsel ilişki yaşaması ve cinsel isteğini doyurması kaçınılmaz olarak ruhî kemallerden uzaklaştığı anlamını taşımaz. Tam aksine İslam bu iki boyutu birbirinin tamamlayıcısı olarak tanıtıyor ve ancak maddî ve manevî boyutlarını doğru bir şekilde yönlendirip çok yönlü bir seyirle kemal yönüne doğru ilerleyen kişiyi kâmil insan olarak tanımlıyor.

İslam’ın maddî, manevî bütün işlerde öne sürdüğü ve insanın tekâmülü yönünde etkin olduğunu söylediği unsur, niyet ve hedeftir. Belirleyici olan unsur, insanın, maddî veya manevî işlerini yaparken bu işleri Allah için mi kendisi için mi yaptığıdır. Maddî ve manevî işler arasında, dünyevî ve uhrevî işler arasında çelişme yoktur, asıl çelişme insanın kendisi ve isteklerine tapması veya Allah’a tapması arasındadır.

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[2]

Allah’a kul olmak, toplumdan uzaklaşıp sosyal ilişkileri hiçe saymak, dünyaya sırt çevirmek ve bütün dünyevî hazları bir kenara bırakmak anlamına gelmez. Aksine bütün bunlar Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla ve onun belirlemiş olduğu çerçevede gerçekleşirse insanın Allah’a yakınlık kazanmasına vesile olacaktır. Buna karşın geceler boyunca yapılan ibadetler, insanlardan uzak bir köşede yapılan ibadetler ve riyazetler, ilahî olmayan bir niyetle yapılırsa hiçbir değer taşımadığı gibi insanın düşüşüne bile vesile olacaktır. İnsanın yaptığı ibadetler ve çektiği riyazetler örneğin şöhret için veya birtakım olağanüstü ruhî yeteneklere sahip olabilmek niyetiyle yapılıyorsa zerre kadar değer taşımadığı gibi ufak bir adım kadar bile insanı gerçek kemal yönünde ve Allah’a yakınlık kazanması yönünde ilerletemez. İnsanın çektiği riyazetler ona birtakım olağanüstü ruhî yetenekler kazandırabilir; ancak bu yetenekler bu insanın Allah’ın sevdiği, ona yakın bir kul olduğunu göstermez.

İnsanın yaptığı amellere değer katan, değersizleştiren veya bu amelleri değer karşıtı yapan faktör kişinin niyetidir. Bu sebeple görüntü itibariyle maddî diyebileceğimiz bir iş, Allah’ın rızası doğrultusunda ve şeriat kuralları çerçevesinde yapılırsa buna irfân karşıtı bir iş veya insanın kemaliyle uyuşmayan bir iş diyemeyiz. Evlenmek ve aile kurmak Peygamber efendimizin (s.a.a) sünnetine uymak niyetiyle ve Peygamber efendimizin (s.a.a) “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetime sırt çeviren benden değildir” buyruğuna uymak niyetiyle yapılırsa bu durumda bu evlilik manevîyattan uzaklaşmanın bir örneği değil tam tersine Allah’a yakınlaşmanın bir örneğidir. Bu durumda bu davranış insanı kemalinden alıkoymadığı gibi onu, kemal yönünde ilerletecektir. Bu düşünce tarzı kendimizden çıkardığımız şahsi bir düşünce veya İslam öğretilerinin bir yorumu değildir. Aksine Peygamber efendimizin (s.a.a) açık ifadesidir. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyuruyor:

اَلْكادُّ عَلى عِيالِهِ كَالْمُجاهِدِ في سَبيلِ اللّٰهِ

“Ailesinin geçimini sağlamak için çalışan kişi Allah yolunda cihat eden gibidir.”

İmam Muhammed Bakır’ın (as) Yanıtı

İmam Muhammed Bakır’ın (a.s), Muhammed bin Münkedir’e vermiş olduğu cevap, hakiki İslam irfânında dünya işleriyle ilgilenmenin ahiret ve manevîyattan uzaklaşmakla eşdeğer olmadığını, aksine Allah rızası için yapılan dünyevî işlerin birer ibadet olduğunu ve insanı Allah’a yakınlaştırdığını gösteriyor. Kendisini bir zahit, âbid ve tarik-i dünya gören Muhammed bin Munkedir bir gün tesadüfen Medine dışına çıktı. Sıcak yaz mevsiminde güneşin en yakıcı olduğu bu dönemde adeta etraftaki tarla ve bahçeler kavruluyordu. Tam da bu sırada Muhammed bin Münkedir cüsseli dolgun bir adamı tarlasıyla ilgilenirken gördü. Aşırı bir şekilde yorgun düşmüş olan bu şahsın iki arkadaşı onun koluna girip yürüyebilmesi için ona yardım ediyorlardı. Muhammed bin Münkedir kendi kendine “bu sıcak havada bunca hırsla dünya işleriyle ilgilenen bu şahıs da kim acaba” diye düşündü. Yaklaştığında ise şaşkınlığı iyice arttı. Zira bu şahsın İmam Muhammed Bakır (a.s) olduğunu gördü. Kendi kendine şöyle dedi: Bunca değerli bir adam neden bu kadar büyük bir hırsla dünya peşinde koşuyor acaba? Onu nasihat edip mutlaka uyarmalıyım.

Bu amaçla yakına gitti ve selam verdi. İmam Muhammed Bakır (a.s) bir yandan terini silerken soluklandığı halde selamın cevabını verdi. Muhammed bin Munkedir şöyle dedi: Sizin gibi değerli bir insanın dünya peşinde olması doğru mu acaba? Hem de bunca sıcak bir havada ve size fazladan bir sıkıntı yaratan bu dolgun vücutla? Kim ölümün ne zaman geleceğini bilebilir? Belki şimdi bile ölebilirsiniz. Allah korusun; ama bu halde eceliniz gelirse haliniz ne olacak? Bu dolgun cüsseyle bu sıcak havada dünya peşinde koşup bunca sıkıntıya girmek size yakışmaz, asla yakışmaz.

İmam Muhammed Bakır (a.s) elini yanındaki yardımcılarının omuzundan kaldırıp sırtını duvara yasladı ve şöyle buyurdu: Bu halimde ölecek olursam ibadet halinde ve görevimi yaparken dünyadan ayrılmışımdır. Zira bu yaptığım iş, ibadet ve kulluğun ta kendisidir. İbadetin sadece namaz, zikir ve dua olduğunu mu sandın? Benim bir evim ve giderlerim var. Çalışmayacak olursam sen ve senin gibilere el açmak zorundayım. Ona buna muhtaç olmamak için rızkımın peşinde gidiyorum. Günah halinde olursam eğer işte o zaman ölümün gelip beni bulmasından korkmalıyım. Beni ailemin geçimini temin etmekle yükümlü kılan yüce Allah’ın emrini şimdiki gibi yerine getirirken değil.

Muhammed bin Munkedir şöyle diyor: İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) bu cevabından sonra asıl yanlış yolda olan kişinin kendim olduğumu, asıl nasihat edilmesi gereken kişinin benim gibi yanlış düşünceli birisi olduğunu fark ettim.[3]

İmam Cafer Sadık’ın (as) Yanıtı

Dünya ve ahiret işlerinin ayrı olduğu düşüncesi ve ahirete varmak için dünyaya sırt çevrilmesi gerektiği düşüncesi İslam irfânına yama ile tutturulan en tehlikeli düşüncelerden birisidir. Çok eski bir geçmişe sahip olan ve İslam’ın ilk dönemine dayanan bu düşünce tarzı maalesef günümüze kadar canlılığını sürdürebilmiştir ve günümüzde bile ciddi oranda savunuculara sahiptir. Oysa daha önce de değindiğimiz gibi hakiki İslam irfânının başlıca özelliklerinden birisi kapsayıcı olması ve Allah’a giden yolda insanın tüm yönlerini gözetmesidir.

Hicrî ikinci yüzyılın başlarında kendilerini “zahit” ve “sûfî” olarak tanıtan yeni bir akım meydana geldi. Bu grupta yer alan insanlar kendilerine özgü bir hayat tarzına sahiplerdi ve kendilerince İslam’ın yolu diye tabir etikleri bu yola diğer insanları da davet ediyorlardı. Bu gruba göre insanlar dünyevî nimetlerden uzak durmalıdır, müminler iyi giysiler giymemeli, lezzetli yiyecekler yememeli ve güzel bir evde yaşamamalıdır. Bu gruptakiler, dünyevî nimetlerden yararlanan insanlarla karşılaştıklarında çok ağır bir şekilde bu insanları kınayıp onları dünya ehli ve manevîyattan uzak insanlar olarak tanımlıyorlardı.

Bu tür düşünceler İslam öncesinde Hindistan ve Çin gibi dünyanın farklı bölgelerinde aktif bir düşünce olarak toplum içinde belirli bir konuma sahipti ve daha sonra Müslümanların içinden birileri kalkıp da bu düşüncelere İslamî bir görüntü vererek Müslümanlar içinde yaymaya başladı. Bu düşünceler sonraki nesillerde İslam toplumu içinde belirli bir yer edindi ve maalesef çok kısa bir sürede çok geniş bir Müslüman kitlesine yayıldı. Bu düşünce tarzı sadece kendilerini sûfî olarak tanımlayan gruplarla sınırlı kalmayıp diğer gruplara ve hatta kendisini tasavvuf karşıtı tanımlayan gruplara bile sıçradı.[4] Bu düşünce tarzı İslam tarihi boyunca Müslüman toplumuna oldukça büyük ve bazen telafi edilemez büyük zararlar vermiştir. Kesinlikle bu yaklaşımı bir hastalık olarak tanımlamalıyız ve elimizden geldiğince İslam toplumundan söküp atmalıyız.

Konunun önemine binaen burada İmam Cafer Sadık (a.s) ve bir sûfî grup arasındaki tartışmayı hatırlatmak istiyorum. Bu münazaranın önemini göz önünde bulundurarak ve İmam Cafer Sadık (a.s) gibi yüce bir şahsiyetin beyanlarını içermesi hasebiyle münazarayı geniş bir şekilde aktarmakta fayda görüyorum. Ancak öncesinde hakiki irfânın peşinde olan bütün hakikat yolu yolcularının bu münazaranın bütün detaylarına yoğunlaşarak bu yönde büyük ölçüde yol alabileceklerini hatırlatmak isterim.

Münazara: Medine’de oturan Süfyan Sevrî bir gün İmam Cafer Sadık’ın (a.s) yanına gitti. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) yumurtanın zarı gibi ince ve beyaz bir giysi giydiğini gören Süfyan, itiraz diliyle şöyle dedi: Bu giysi senin için uygun bir giysi değil. Sen kendini dünya güzellikleriyle kirletemezsin. Senden beklenen şey, züht ve takva sahibi olmak ve dünyaya bulaşmamaktır.

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdular: Sana söyleyeceklerimi iyi dinle. Söyleyeceklerim senin dünyan için de ahiretin için de yararlıdır. Gerçekten yanılıyor durumda isen söyleyeceklerim senin için çok faydalı olacaktır; ancak İslam’da bir bidat yaratmak istiyorsan ve gerçekleri değiştirmek niyetindeysen bu durum başkadır ve benim söylediklerimin sana bir yararı olmayacaktır.

Allah Resulü (s.a.a) ve sahabelerin o dönemdeki yoksul halini gözünde canlandırıp kıyamete kadar bütün Müslümanların bu hayat tarzını örnek alıp da bu şekilde yaşaması gerektiğini düşünmüş olabilirsin. Ancak sana şunu söylemeliyim ki Peygamber efendimiz (s.a.a) insanların genel olarak fakir olduğu bir dönemde ve yaşam için gerekli olan ilk ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları bir dönemde yaşadı. Peygamber efendimiz (s.a.a) ve sahabelerin bu yaşam tarzı o dönemin genel haline uygun bir yaşam tarzıydı. Ancak bir dönemde yaşam şartları kolaylaşırsa ve Allah’ın nimetlerinden yararlanmak imkânı genişlerse bu nimetlerden yararlanmayı daha çok hak edenler iyi insanlar ve sâlih kullardır, fâsık ve kötü insanlar değil. Bu nimetleri daha çok Müslümanlar hak ediyor kâfirler değil.

Bendeki neyi kusur olarak gördün? Gördüğün gibi Allah’ın nimetlerinden yararlanıyorum; ama Allah’a yemin ederim ki kendimi bildiğim günden beri yaşadığım her gündüz ve gece üzerime gelmiş olan bir hak var mı diye kendime soruyorum ve üzerimdeki hakları anında eda ediyorum.

İmam Cafer Sadık (a.s) sözlerini burada bitirdi ve bu hikmet dolu sözler karşısında cevapsız kalan Süfyan başını eğerek oradan ayrıldı. Süfyan daha sonra başından geçenleri arkadaşlarına anlattığında arkadaşları toplu bir şekilde İmam Cafer Sadık’ın (a.s) yanına gidip münazara yapmaya karar verdiler. Süfyan’ın arkadaşları İmam Cafer Sadık’ın (a.s) yanına gidince şöyle dediler: Arkadaşımız delillerini açıklayamamış, şimdi biz elimizdeki kanıtlarla seni susturmaya geldik.

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdular: Elinizdeki kanıtlar nedir?

Onlar; “Kur’an ayetleri” deyince İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: Hangi kanıt Kur’an’dan daha iyi olabilir. Sizi dinliyorum, söyleyin.

Süfyan’ın arkadaşları şöyle dediler: Kur’an’ın iki ayet-i kerimesi seçtiğimiz yolun doğruluğu için yeterlidir. Birinci ayet-i kerime Resulullah’ın (s.a.a) sahabelerinden övgüyle bahseden şu ayet-i kerimedir:

 وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُا الدّارَ وَالإِْيمانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حاجَةً مِمّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كانَ بِهِمْ خَصاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُون 

“Daha önceden (Medine’yi) yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[5]

Diğer ayet-i kerime ise şudur:

وَيُطْعِمُونَ الطَّعامَ عَلى حُبِّهِ مِسْكِيناً وَيَتِيماً وَأَسِيرا

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.”[6]

Söz buraya gelince köşede oturan birisi yerinden kalktı ve Süfyan’ın arkadaşlarına şöyle seslendi: Şimdiye kadar gördüğüm şey sizin kendi dediklerinize inanmadığınızdır. Siz bu sözlerle insanları kendi varlıklarına karşı soğutup onların varlıklarını ele geçirmeye çalışıyorsunuz. Zaten bundan dolayı sizin güzel yiyeceklerden uzak durduğunuz da hiç görülmemiştir.

İmam Cafer Sadık (a.s) burada müdahale edip şöyle buyurdular: Şimdilik bu sözleri bir kenara bırakın. Bu sözlerin bir faydası yok. Daha sonra Süfyan’ın arkadaşlarına dönüp şöyle buyurdular: Önce söyleyin bakalım, Kur’an’ı delil olarak gösterirken acaba Kur’an’daki muhkem ve muteşabih ayetleri, nâsih ve mensuh ayetleri biliyor musunuz ve bu ayetleri birbirinden ayırabiliyor musunuz? Bu ümmet içinde yolunu şaşıranlar işte Kur’an’ı iyi tanımadan ona sarılanlardır.

Süfyan’ın arkadaşları şöyle dediler: Bu konuyla ilgili bütün her şeyi bildiğimizi söylemiyoruz; ancak bilgisiz de değiliz.

İmam Cafer Sadık (a.s) bunun üzerine şöyle buyurdular: Şu anda yanlış yolda olmanızın sebebi de budur zaten. Peygamber efendimizin (s.a.a) hadisleri de bu yönüyle Kur’an-ı Kerim gibidir ve (doğru anlaşılması için) konuya tam bir hâkimiyet gerektiriyor. Delil olarak gösterdiğiniz ayet-i kerimelere gelince bu ayetler kesinlikle yüce Allah’ın sunmuş olduğu nimetlerden yararlanmayı yasaklamıyor. Bu ayetler yardımlaşma ve diğer insanlara öncelik tanımakla ilgilidir. Bu ayetler, çok sıkıntılı bir dönemde diğer insanları kendilerine tercih eden ve kendi mallarını diğer insanlara sunan bir topluluğu methediyor. Bu insanlar ellerindeki bu malları kendileri için kullansalardı bile harama düştüklerini söyleyemezdik. Yüce Allah onları bunu yapmak zorunda bırakmamıştı ve aynı zamanda onları bu işten menetmemişti de. Bu insanlar ihsan gereği kendilerini sıkıntıda bırakmak pahasına mümin kardeşlerini kendilerine tercih ettiler ve yüce Allah da bunun karşılığında onlara çok büyük bir mükâfat verecektir.

Dolayısıyla bu ayetler sizin dediklerinize delil olamaz. Siz insanları yüce Allah’ın onlara vermiş olduğu malları kullandıkları için kınıyorsunuz oysa bu ayetler kesinlikle bunu demiyor.

Ayrıca bu ayet-i kerimedeki ihsan ve iyilik, özel bir dönem ve özel bir konum için geçerliydi ve sonraki zamanlar için yüce Allah genel bir emir vererek bu işin sınırlarını belirlemiş oldu. Bu ayet sonrasında verilmiş olan ikinci emir aslında bu ayetin nâsihidir ve bizim şimdiki görevimiz birinci ayete değil, ikinci emre uymaktır. İkinci emirde yüce Allah elimizde avucumuzda ne varsa başkalarına verip de kendimizi ve ailemizi sıkıntıya atmayı yasaklamıştır. Zira aile içinde güçsüz, çocuk ve yaşlılar da var ve bu insanların sıkıntılara katlanması düşünülemez. Ben elimdeki ekmeğin tamamını Allah yolunda infak edersem bu durumda geçimiyle sorumlu olduğum aile fertlerim aç kalacaktır. Bu sebeple Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Elinde birkaç hurma, ekmek veya biraz para olup da bunu infak etmek isteyen kişi herkesten önce anne ve babasına öncelik tanımalıdır. İkinci aşamada kendisi ve ailesine öncelik vermelidir. Üçüncü aşamada akrabaları ve mümin kardeşleri, dördündü aşamada ise Allah yolunda diğer insanlara infak etmelidir. Dördüncü sıradaki “diğer insanlar” önceki üç kademeden sonradır.”

Allah Resulü (s.a.a) Ensar’dan olan bir sahabenin dünyadan göçtüğünü ve elindeki az buçuk mal varlığını Allah yolunda infak ederek küçük evlatlarına hiçbir şey bırakmadığını duyunca şöyle buyurdu:

İstibdat Devletleri ve Toplumsal Zararları
İstibdat Devletleri ve Toplumsal Zararları
İçeriği Görüntüle

“Bunu daha önce bana söylemiş olsaydınız Müslümanlar mezarlığına gömülmesine müsaade etmezdim. Kendisinden geriye insanlara el açmak zorunda kalan çocuklar bıraktı.”

Babam İmam Muhammed Bakır (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu bana nakletti:

“İnfak yaparken kendi ailenizden başlayın, yakınlık derecesine göre, daha yakın olana öncelik tanıyın.”

Ayrıca Kur’an-ı Kerim insanları sizin gittiğiniz yoldan sakındırıyor. Kur’an-ı Kerim Allah’ın hakiki kullarını anarken şöyle buyuruyor:

وَالَّذِينَ إِذا أَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكانَ بَيْنَ ذلِكَ قَواما

“(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”[7]

Yüce Allah bu ayet-i kerimede bizi aşırı infaklardan sakındırıyor ve bunu bir tür israf olarak bize tanıtıyor. Ayrıca yüce Allah diğer bir ayet-i kerimede israf eden kulları sevmediğini açıkça ifade ediyor. Allah israf edenleri sevmez[8]. Kur’an-ı Kerim bu iş için orta bir sınır belirlemiştir. İnsan elinde avucunda ne varsa infak edip de sonrasında elini açıp “Allah’ım bana rızık ver” şeklinde dua edecek hale düşürmemelidir kendisini. Yüce Allah kesinlikle bu duayı kabul etmeyecektir. Zira Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Yüce Allah kaç kişinin duasını kabul etmiyor. Onlardan birisi de elini elinin üstüne koyup evinde oturan ve Allah’tan rızık dileyen kişidir.”

Yüce Allah bu cahil ve açgözlü kula şöyle sesleniyor: Kulum benim, sana çalışma yolunu açmadım mı? Sana sağlıklı bir vücut vermedim mi? Sana el, ayal, göz, kulak ve akıl verdim de göresin, duyasın, düşünesin, çalışıp kendi rızkını kazanasın ve diğer insanlara yük olmayasın diye. Dolayısıyla sana bahane bırakmadım. Çalışmalısın, çaba göstermelisin ve diğer insanlara yük olmamalısın. Çalışıp elinden gelen çabayı gösterdikten sonra belirlemiş olduğum genel takdire uygun olması şartıyla sana bol rızık vereceğim. Birtakım sebeplerden dolayı hayatında genişlik meydana gelmezse bu durumda sen görevini yapmışsın ve kusurlu değilsin.

Yüce Allah mal bağışı yöntemiyle ilgili Kur’an’da bir ayet indirmiştir ve mal bağışında bulunmanın nasıl olması gerektiğini peygamberine öğretmiştir. Bu ayet-i kerime Resulullah’ın (s.a.a) başına gelen bir olaydan sonra inmiştir. Olay şöyledir: Peygamber efendimizin (s.a.a) elinde bir miktar para vardı ve bir gece için bile bu parayı elinde tutmak istemediği için bu paranın tamamını gün içinde fakirlere verdi. Gecenin bir vaktinde bir fakir Peygamber efendimizin (s.a.a) kapısına geldi ve ısrarla yardım istedi. Allah Resulü (s.a.a) bu fakire hiçbir şey verecek durumda olmadığı için fakire yardım edemedi ve bu nedenle çok üzüldü. İşte burada ayeti kerime indi ve cimriliği kınadığı gibi aşırı bir şekilde eli açık olmanın da yanlış olduğunu söyledi.

وَلا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلى عُنُقِكَ وَلا تَبْسُطْها كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُوماً مَحْسُورا

“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.”[9]

İşte Resulullah’ın (s.a.a) hadisleri bunlardır ve Kur’an ayetleri de bu hadisleri onaylıyor. Kur’an ehli olan insanlar ve Kur’an’a inanan insanlar hiç kuşkusuz Kur’an’ın söylediklerine inanıyorlar.

Yüceliğiyle, takvasıyla ve zühdüyle tanıdığınız Salman ve Ebuzer’in hayat tarzı da söylediğimiz şekildeydi. Salman, yıllık beytülmal payını aldığı zaman bir yıl için gerekli olan miktarı bir kenara ayırırdı. Salmana şöyle dediler: Bunca zahitlik ve takvaya rağmen önündeki bir yılı mı düşünüyorsun? Yarın ölmeyeceğini ve yılsonunu görebileceğini nereden biliyorsun? Salman, cevap olarak şöyle dedi: Belki de hayatta kaldım. Hayatta kalırsam geçimimi bu ayırdığım paradan temin edebilirim. Ey bilgisiz insanlar. Bilmez misiniz ki insan, gerekli miktarda hayat gereçlerine sahip olmazsa hakka uymakta zorlanır ve yavaş davranışlara düşer. Bilmez misiniz ki bu gereçlere sahip olmadığı zaman canlılığını yitirir ve bu gereçlere sahip olunca huzura kavuşur.

Ebuzer’in birkaç deve ve koyunu vardı ve bu hayvanların sütünden yararlanıyordu. Et yemek istediğinde, evine misafir geldiğinde veya ihtiyaç sahibi birilerini gördüğünde bu hayvanların etinden yararlanıyordu. Diğer insanlara et dağıttığı zaman ise onlara ayırdığı kadar kendisine de ayırırdı.

Salman ve Ebuzer’den daha zahit birisi var mıydı? Peygamber efendimizin (s.a.a) onlarla ilgili buyurduklarını hepiniz biliyorsunuz. Onlar hiçbir zaman zahitlik adına bütün varlıklarını infak etmediler ve sizin bugün savunduğunuz yoldan gidip de ailelerini sıkıntıya düşürmediler.

Sizi uyarıyorum ve babamın babaları aracılığıyla Resulullah’tan (s.a.a) nakletmiş olduğu hadise dikkatinizi çekiyorum. Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“En şaşkınlık verici şey müminin ruh halidir. Bu halde iken onun vücudunu makasla parçalara ayırsalar bu onun için hayırdan başka bir şey değil, yine ona bütün doğu ve batının hükümdarlığını verseler bu onun için hayır ve saadetten başka bir şey değil. Müminin hayrı sadece fakir olmasına bağlı değil. Mümin hayrı onun iman ve inancına bağlıdır. Zira mümin, fakirlik veya zenginlik, hangi halde olursa olsun bir görevi olduğunu biliyor ve bu görevi yerine getirmeye çalışıyor. Bu sebeple en şaşırılacak şey müminin içinde olduğu haldir. Önüne çıkan bütün durumların, bütün sıkıntılar ve genişliklerin hayır ve saadete dönüştüğü hal.”

Buraya kadar söylediklerim yeterli midir yoksa devam edeyim mi bilmiyorum. İslam’ın ilk dönemleri ve Müslümanların sayıca çok az olduğu dönemler için geçerli olan cihat kuralının bir Müslüman’ın on kâfir karşısında durması gerektiği olduğunu biliyor musunuz? Bir Müslüman bunu başaramadığı zaman bu kurala karşı gelmiş sayılırdı. Ancak olanakların gelişmesiyle yüce Allah kendi lütfuyla bu kuralı iki kâfir karşısında bir Müslüman olarak değiştirdi.

İslam’ın ceza kanunuyla ilgili bir soru sormak istiyorum size. Mahkemede olduğunuzu ve hâkimin, “eşinizin nafakasını karşılamanız gerektiği” şeklinde bir hüküm verdiğini düşünün. Böyle bir durumda ne yaparsınız? Zahit olduğunuzu, dünyaya sırtınızı döndüğünüzü ve eşinizin nafakasını karşılayacak mali duruma sahip olmadığımızı mı mazeret olarak söylersiniz? Sizce bu mazeret geçerli bir mazeret mi? Size soruyorum hâkimin, eşinizin nafakasını temin etmeniz gerektiği yönündeki bu hükmü size yapılan bir haksızlık mıdır yoksa yerinde bir hüküm müdür? Bu hükmün bir haksızlık olduğunu söylerseniz açık bir yalan söylemiş ve bu suçlamayla bütün Müslümanlara haksızlık yapmış olursunuz. Hâkimin isabetli bir karar verdiğini kabul ettiğinizde ise içinde olduğunuz yolun yanlış olduğunu kabul etmiş olursunuz.

Ayrıca bir Müslümanın yükümlü olduğu zorunlu veya isteğe bağlı mâlî ödemeler var. Zahitliği bütün dünyevî hayat ihtiyaçlarından uzaklaşmak olarak görürsek ve bütün dünya halkının sizin istediğiniz şekildeki hayat tarzını benimsediğini ve hayat için gerekli olan bütün işlere sırt çevirdiğini düşünürsek bu durumda zorunlu mâlî yükümlüklerin durumu ne olacak? Zekât gibi zorunlu ödemelerin durumu ne olacak? Bu ödemeler, mâlî durumu iyi olmayan insanların daha iyi bir hayat yaşayabilmesi için farz edilmedi mi? İşte bunun kendisi bile dinin, insanların genişlik içinde olmasını istediğini gösteriyor. İnsanların fakirlik içinde olması dinin hedefi olacak olsaydı bu durumda fakirlik içinde olan insanları bu durumdan çıkarmamayı zorunlu kılardı. Zira bu durumda fakir insanlar bu yüce makama varmış sayıldıkları için onları bu saadetten ayırmak yanlış olurdu. Ayrıca fakirler de bu durumda kendilerine gelen yardımları kabul etmemekle yükümlü olurlardı.

Sizin dediğiniz doğruysa esasen hiçbir dünya malını elde tutmak doğru olmamalıydı ve insanlar ellerine gelen bütün dünya mallarını infak etmekle yükümlü olurlardı. Bu durumda zekât için bir mahal kalmazdı.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere sizin seçmiş olduğunuz yol çok çirkin ve tehlikeli bir yoldur ve insanları çok kötü bir yola davet ediyorsunuz. Peşinde olduğunuz ve insanları da çağırdığınız yol, Kur’an’ı bilmediğinizden ve Peygamber efendimizin (s.a.a) sünnetinden habersiz olmanızdan kaynaklanıyor.

Bu hadisler, tereddütle bakılacak türden hadisler değildir. Kur’an bu hadislerin doğruluğunu onaylıyor. Siz Peygamber efendimizin (s.a.a) sizin düşünce yapınızla uymayan sahih hadislerini yalanlıyorsunuz. İşte bu başka bir cahilliktir. Siz, Kur’an ayetlerinin anlamında derinleşmiyorsunuz ve bu ayetlerden çıkarılan ince ve şaşırtıcı gerçeklere gözünü kapatıyorsunuz. Nâsih ve mensuh arasındaki farkı, muhkem ve müteşabih arasındaki farkı bilmiyorsunuz. Emir ve nehyi birbirinden ayıramıyorsunuz.

Neden Davud’un oğlu Süleyman, yüce Allah’tan eşi benzeri olmayan bir varlık istedi? Bunun cevabını verebilir misiniz?

قالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَهَبْ لِي مُلْكاً لا يَنْبَغِي لأَِحَد مِنْ بَعْدِي إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهّاب

“Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunansın, dedi.”[10]

Yüce Allah, Süleyman’ın bu dileğini yerine getirdi ve ona çok büyük bir saltanat bahşetti. Süleyman doğru olmayan bir istekte bulunmadı elbette. Burada dikkat edilmesi gereken konu şu ki yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Süleyman’ı bu isteğinden dolayı kınamadı ve aynı şekilde hiçbir mümin kulun Süleyman’ı bu isteğinden dolayı kınadığı görülmemiştir. Aynı şey Süleyman’dan önce yaşamış olan Davud için de geçerlidir. Yusuf’un hayat hikâyesi de buna benzerdir. Yusuf ülke hazinesini kendi idaresine alabilmek için resmen hükümdardan istekte bulunuyor.

قالَ اجْعَلْنِي عَلى خَزائِنِ الأَْرْضِ إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيم

“Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim, dedi.”[11]

İleriki dönemlerde ise bütün Mısır toprakları Yemen dâhil ona emanet edildi. İnsanlar uzak yerlerden gelip ihtiyaçlarını alıp geri dönüyorlardı. Yusuf bu işi yaparken kesinlikle kimseye haksızlık yapmadı ve yüce Allah’ın bu işten dolayı Yusuf’u kınadığını da Kur’an’da görülmemiştir.

Zulkarneyn’in durumu da buna benzerdir. Zulkarneyn Allah’ı seven bir kuldu ve yüce Allah da onu severdi. Bütün yeryüzü onun eline verildi ve doğu ve batıya sahip oldu.

Ey topluluk, bu yanlış yoldan vazgeçin ve gerçek İslam kurallarına tabi olun. Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkmayın ve kendi yanınızdan kanun kural çıkarmayın. Bilmediğiniz konulara karışmayın ve bu konuları işin ehlinden sorup öğrenin. Nâsih’in mensuhla olan farkını, muhkemin müteşabihle olan farkını haramın helal ile olan farkını öğrenmeğe çalışın. Bu sizin için daha iyi, daha kolay ve cahillikten daha uzaktır. Cahilliği bırakın. Cahilliğin peşinde gidenler çoktur ve aksine ilim peşinde gidenler azdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْم عَلِيم

“Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.”[12]

Hadisin her yerinden anlaşıldığı üzere İmam Cafer Sadık (a.s) Allah’a varmak için dünya ve dünyevi nimetlerden uzak durmayı büyük bir yanlış olarak görüyor, bu iki konunun tamamen farklı konular olduğunu ve dünya ve ahiret arasında zati bir çakışma olmadığını açıkça ifade ediyor.

İmam Cafer Sadık (a.s) hadiste yer yer işaret ettiği üzere bu tür bir bakış tarzı gerçekte kişinin bilgisizliğinden, İslamî öğretiler ve Kur’an’ı yeterince bilmemekten ve bu öğretileri gerçek kaynağı olan Ehlibeyt’ten (a.s) öğrenmemekten kaynaklanıyor.

Sözün kısası Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda, Allah Resulü (s.a.a) ve Ehlibeyt’in (a.s) yaşam tarzına baktığımızda dünya ve ahiret arasında bir ayrılık görülmüyor ve dünyevi nimetlerden yararlanmak manevî ve irfânî makamlara varmak önünde bir engel teşkil etmediği görülüyor. Kur’an, Peygamber ve Ehlibeyt irfânında yani asil temiz gerçek irfânda ahiret güzelliklerine ulaşmanın yolu dünyevi nimetlerden yararlanmamak değildir. Ahirete varabilmek için dünyadan uzaklaşmak düşüncesi gerçek İslamî değerlerden habersiz olan insanların kendi yanlarından çıkarmış oldukları bir düşüncedir. Hakiki İslam irfânı dengeli bir yoldur ve bu yolda dünya ve ahiretin konumu dengeli bir şekilde belirlenmiştir. Bu irfânın açık komutlarından birisi şöyledir:

لَيْسَ مِنّا مَنْ تَرَكَ دُنْياهُ لِدينِهِ أَوْ تَرَكَ دينَهُ لِدُنْياهُ

“Ahireti için dünyasını veya dünyası için ahiretini bırakan bizden değildir.”[13]

- - - - - - - - - - - - -


[1] ‘Melametiyye’ veya ‘Melametiler’ olarak bilinen bu grubun geçmişi birinci hicri yüzyıla dayanıyor. Bu grubun ilk merkezi Nişabur şehridir. Melametiyye’nin bilinen büyükleri olarak Ebu Hafs Nişaburi, Hamdun Kassar Nişaburi ve Ebu Osman Hiyeri isimlerini söyleyebiliriz. Hamdun Kassar Melametiyye’nin şeyhidir ve bu düşünce bu şahıs aracılığıyla yayılmıştır. Melametiyye’nin düşünce tarzı şöyledir: İnsan, her zaman iyi yönlerini diğer insanlardan gizlemelidir ve güzellikleriyle gururlanıp kendini büyük görmemesi için insanların olumsuz bakışlarını üzerine çekecek şekilde davranmalıdır. Melametilere göre Yüce Allah insanın iyi amellerini biliyor dolayısıyla insanların bilmesine hiç gerek yok. Hamdun’un etrafında toplanan kişiler insanların ne düşündüğüyle hiç ilgilenmiyor, sosyal veya dini hiçbir topluluğa katılmıyorlardı. İnsanlar Melametileri toplumdan dışlıyordu ancak melametiler hiç kimseyle bu durum yüzünden tartışmıyor aksine bu durumun hayvani sıfatlardan kurtulmak için bulunmaz bir fırsat olduğunu söylüyorlardı.

Muhyiddin Arabi, kitabının bu gruba ayırdığı bölümünde şöyle yazıyor: insanların gözü önünde olmak durumundan insanların yönelmesini çıkarmak gerek. Bu konuyla ilgili insanların kafasını karıştırıp kendinden uzaklaştırmalısın. Kuds-i Şerifte olduğum sırada gittikçe insanların bana geldiğini ve beni kendi halime bırakmadıklarını görünce bir gün kırmızı bir kadehin içine su koyup insanların göreceği şekilde yüksek bir yerde oturup içmeye başladım. Bunun üzerine insanlar benim şarap içtiğimi sanıp benden nefret ettiler.

[2] Casiye, 23.

[3] Biharu’l- Envar Cilt: 46, İmam Muhammed Bakır’la (a.s) ilgili bölüm, Sayfa: 287, 6’ıncı bab, 5’inci hadis. Ayrıca bakınız: Sayfa: 350, 9’uncu bab, 3’üncü hadis.

[4] Ancak aynı zamanda bütün sûfî akımları da bu düşünceye sahip değildi.

[5] Haşr, 9.

[6] İnsan, 8.

[7] Furkan, 67.

[8] Enam, 141, Araf, 31.

[9] İsra, 29.

[10] Sad, 35.

[11] Yusuf, 55.

[12] Yusuf, 35. El-Furu’u Minel-Kafi Cilt: 5, Babu’l- Maişa, Birinci Hadis, Sayfa: 65 – 71. Burada hadisin özetini nakletmeğe çalıştık.

[13] Biharu’l- Envar cilt: 78, sayfa: 321, 25’inci bab, 3’üncü hadis.