.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Bizler, Türkçede kullanılan “Gönül” (Kalp) teriminden ibaretiz. Kuran’da Türkçedeki Gönül kelimesi yerine dört farklı kelime kullanılmakta; “Sadr” yani sine, göğüs. Bir diğeri ise “Şegaf” buna da örnek olarak; “Yusuf’un (as) aşkı Züleyha’nın kalbini çalmıştı” verilebilir. Üçüncüsü “Kalp” ve dördüncüsü “Fuad” yani bizim kullandığımız “Gönül” ya da İngilizlerin kullandığı “Heart” yerine Kuran bizlere dört kelime sunmakta.
Dört zarı olan bir soğan düşünün; üzerindeki ilk tabaka, soğanın kabuğu yani kalbin hüzünlenip, sevindiği yer olan “Sadr (صدر)”. İnsan kalbi aynı soğan gibi, tabaka tabaka, katman katmandır. Sadr yani, hüzün ve mutluluğun olduğu yer. Hz. Musa’nın (as) buyurduğu gibi;
“رب اشرح لي صدري” “Rabbişrahli Sadri” “Rabbim benim göğsümü genişlet!” Biz buna dilimizde kalbin açılması, genişlemesi diyoruz ya da bunun zıttı olan kalbin daralması ve sıkıntı.
İkinci katman ise; hüznün ve mutluluğun yerine daha derinlerde olan “Sevgi” ve “Kin”, “Aşk” ve “Nefret” mekânıdır. İşte Kuran-ı Mecid bunu “Şegaf” (شغاف) olarak adlandırıyor. Bu Yunan edebiyatı değil ki her âlem için ayrı bir isim verilmiş olunsun. 2500 yıllık Fars ya da Rum edebiyatı da değildir ki tek bir manayla geçiştiriliversin. Yalnızca Kuran-ı Kerim bu denli derin manaları içerebilir. Demek ki vücudunuzun aşk ve nefreti barındıran bu ikinci zara “Şegaf” diyormuşuz.
Üçüncü katman “Kalp” (قلب) olarak adlandırılıyor. “Küfür” ve “İman” bu katta, bu zarda kendilerine yer buluyorlar. Birisi mümin ya da kâfir olduğu zaman, Araplar şöyle derlerdi; Biz iman ettik ve Kuran da onlara şöyle cevap verirdi;
“Onlara deyin ki; İman getirdik demesinler, İslam getirdik (teslim olduk) desinler.” Çünkü henüz iman sizlerin kalbine işlemedi, İslam bizim sadrımızla alakalı, Ama iman; üçüncü katmanla yani şegafla.
Soğan zarı olarak değerlendirdiğimiz bu katmanlar topluluğunun merkezine de “Fuad” (فؤاد) denilmekte. Farsçada da dediğimiz gibi;
“Çeşm-i dil baz kon ki can bini,
Ançe nadidenist an bini.”
Yani; “Kalp gözünü aç ki canı göresin/O gözle görünmeyeni göresin.” Bedenimizin göz ve kulağı olan ve bununla görüp işiten bölgesine “Fuad” denmekte. Arapça bir kelime olan, her ne kadar Kuran’da geçmese de rivayetlerde yer bulan “Zihin” kelimesi de; Fuad’ın bir parçası hükmündedir. Yani Fuad’ı büyük bir tepsi gibi farz edersek; zihin de, onun bir köşesinde yer alan küçük bir çay tabağı gibidir. Dinden kopuk yaşayan insanlar ancak tepsinin o küçük bölümünü idrak edebilirler ama dinin içine girdiklerinde, o zaman Fuad ve kalbi anlayabilirler.
Bu sohbetimizde eğer aramızda bulunan dostlarımızdan birisine, sen kimsin? diye sorarsak, şöyle cevap verebilir; Ben bir A4 kağıdıyım. Bu A4’dün bir tarafına sevdiğim şeyleri; hangi yemekleri sevdiğimi, hangi tip insanlardan hoşlandığımı vs. listelerim ve bir diğer yüzüne de sevmediklerim ve nefret ettiklerimi yazarım. Mesela; ben şu elbiseleri, şu insanları, şu tür ev ve arabaları sevmem. İşte biz bu önlü arkalı sayfadan ibaretiz, yani sevgi ve nefretten ibaretiz.
Çocukluğumuzda çok sevdiğimiz bir oyuncağımız olmuştur, öğretmenimizin bir alışkanlığını çok sevmişizdir, teyzemiz, babamız, annemiz, eşimiz sonraları çocuklarımız. Bunca sevgi ve nefretin de hangisinin ne derece doğru olduğu belli değildir. Usul-u Kafi’ye bir göz attığımızda karşımıza şu Hadis-i Şerif çıkar;
“حبالدنيا رأس كل خطيئة”
“Dünya sevgisi, tüm hata ve yanlışların başıdır.”
İçimizde taşıdığımız bu sevgi ve nefretin, mahabbet ve kinin acaba ne kadarı dünyaya aittir. Hatta bu şöyle sıralanır; mal sevgisi, rahatlık sevgisi, makam sevgisi, söz sevgisi, pohpohlanma arzusu... Artık önemli olan bizim sanatçı, öğretmen, konuşmacı, doktor vs. olmamız değil bu sıfatlara sahip olmamız ve övülmektir. Öyleyse dikkatlice bakılacak olunursa, içimize dolan sevgi ve mahabbet aslında yerilmiş sevgi ve kinden başka bir şey değildir.
Hangi kin ve nefretimiz Allah için peki?