.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İmam Humeyni, İslam devleti kurulmasının kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu vurguladıktan sonra bu devlet düzeninin daha sonra maalesef bozulduğunu; Emevilerle başlayan idari sapmaların Abbasilerle sürdüğünü ve daha sonra da bunlardan farklı bir uygulama görülmediğini belirtmekte ve bunların devlet düzeninin İran'ın şahlık düzeni veya Roma imparatorluğunu ya da Mısır Firavunlarının hükumet sisteminden farklı olamadığını hatırlatmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de hep bu gayri İslami devlet modelleri süregitmiştir.

Merhum İmam Humeyni şöyle der:

Akıl ve şeriat hükümleri, bu durumun değişmesi gerektiğine hükmetmektedir. O halde siyasi bir inkılap vuku bulmalıdır, bu zaruridir. Dahası, tağuti düzenlere karşı durulması, bu tür yönetimlerin engellenmesi ve İslam devleti teşekkülü için ortamın uygun hale getirilmesi ve nihayet İslam ahkâmının uygulanması gerekliliğinin yanı sıra türlü dâhili ve harici faktörlerle tefrika ve parçalanmaya uğramış bulunan İslam ümmetinin vahdeti ve başta ulema gelmek üzere bütün Müslümanların vazifesi olan mazlumların ve mahrumların kurtarılması vb. gibi yüce gayeler için siyasi bir inkılabın vukuu kaçınılmazdır…”

بسم الله الرحمن الرحيم
.

Hamd alemlerin Rabbi Allah'a. Yaratılmışların en hayırlısı Muhammed ve onun mutahhar soyuna Allah 'ın selam ve salâtıyla..

“Velayet-i fakih” mevzuu, bazı işler ve o işlerle ilgili bazı konularda sohbet edilme fırsatı vermektedir. Velayet-i fakih mevzuu, tasavvurunun kendiliğinden tasdiki getirdiği ve fazlaca delil ve ispata gerek bile bırakmadığı konulardandır. Şöyle ki, İslam akaid ve ahkâmını özetle de olsa kavramış bir kimse velayet-i fakih meselesine geldiğinde bu mevzuyu tasavvur edip de düşünür düşünmez hemen onaylayacak ve bunu apaçık ve zaruri bir mevzu olarak bilecektir. Bugün velayet-i fakih mevzuuna fazlaca önem verilmiyor ve bunun için ispat ve delile gerek duyuluyorsa, nedeni; genelde Müslümanların sosyal durumu ve özelde medreselerin halidir. Biz Müslümanların sosyal durum ve dini ilmiye medreselerinin -bu- halinin tarihi kökleri var ki şimdi buna değinmek istiyorum:

İslam hareketi başlangıçta Yahudilerin mezalimine uğradı; İslam karşıtı propagandalar ve fikri hile ve komploları ilk başlatan onlardır. Gördüğünüz gibi bu komploların uzantıları günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır. Onlardan sonra sıra bazı taifelere geldi ki bir anlamda, Yahudilerden daha şeytan ve komplocuydular. Bunlar sömürücüler olarak üç yüz yıl veya daha öncesinden itibaren İslam ülkelerine sızmayı başardılar[1] ve sömürücü emellerine ulaşabilmek için, İslam’ı yok edebilecek bir ortam hazırlamayı gerekli gördüler. Halkı İslam’dan uzaklaştırmak istemelerinin nedeni, böylece Hristiyanlığı yaymak da değildi, çünkü bunlar ne Hristiyanlığa inanıyorlardı ne de İslam’a. Ancak, bu süre zarfında -yani- Haçlı savaşları boyunca[2] onların maddi çıkarları karşısına set çekip maddi çıkarlarıyla politik güçlerini tehlikeye düşüren şeyin İslam ve İslam hükümleriyle insanların -bu din ve hükümlerine- beslediği iman ve inanç olduğunu sezdiler. Bu nedenledir ki türlü vesilelerle İslam aleyhine propaganda ve komplolara giriştiler.

Din adamlarının yetiştiği yerlerde eğittikleri misyonerler, üniversiteler, devlete bağlı propaganda kurumlan, yayın müesseseleri ve sömürücü devletlerin hizmetinde bulunan müsteşrikler vb. faktörlerin tamamı el ele vererek İslam’ın gerçeklerini saptırma yolunda çalıştılar. Öyle ki, insanların çoğu, hatta tahsilli kimseler bile İslam konusunda yanılgıya kapıldı, hataya düştü.

İslam hak ve adalet peşinde olan mücahit insanların dinidir. Hürriyet ve bağımsızlık isteyenlerin dinidir. Mücadeleci insanların ve sömürüye karşı olanların okuludur. Ama bunlar İslam’ı başka türlü gösterdiler ve göstermektedirler. Avamın zihninde İslam’a dair oluşturdukları yanlış tasavvur ve dinî ilmiye medreselerinde İslam’ı eksik olarak –öğrencilere- öğretmelerinin sebebi İslam’ı inkılâbî ve hayatî özelliğinden soyutlamak ve Müslümanları hareket, çaba ve kıyamdan alıkoymak, İslam ahkâmını öğrenmelerini önlemek, saadetlerini temin edecek bir devlet kurmalarına ve bir hayat sürdürmelerine mani olmak içindir.

Mesela İslam’ın eksiksiz bir din olmadığını, hayat dini olmadığını, toplumu idare edebilecek kanun ve kuralları bulunmadığını, devlet biçimi ve devletle ilgili gerekli kanun ve düzenlemelere sahip olmadığını, İslam’ın sadece regl ve nifasla ilgili ahkâmdan ibaret olduğunu propaganda edip durdular. İslam’ın ahlakla ilgili bazı kuralları vardır, ama yaşamla ilgili ve toplumun idare ve yönetimine dair hiç bir şeyi yoktur, dediler. Onların bu kötü propagandaları maalesef etkili olmuş durumdadır. Halkın avam kesimi şöyle dursun, bugün üniversiteli ve çoğu medreseli tahsilli kesim bile İslam’ı doğru anlamış değildir, İslam hakkında yanlış kanaatler taşımaktadırlar.

Bir yabancı - garip- halk arasında nasıl tanınmıyorsa, İslam da öylece tanınmamaktadır. Dolayısıyla da İslam bütün dünyada ‘garip’ olarak ve gurbette" yaşamaktadır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam’ı gerçek haliyle tanımak istese insanlar ona kolay kolay inanmayacak; hatta sömürünün, din öğrencilerinin yetiştirildiği medreselerdeki uşakları yaygaralar koparıp ortalığı velveleye vereceklerdir.

İslam adına tanıtılan şeyle İslam arasında ne denli fark olduğunun biraz da olsa anlaşılabilmesi için Kur'an ve hadis kitaplarıyla bugünkü ilmihal kitapları arasındaki farka çekerim dikkatinizi... İslam’ın emir ve hükümlerinin ana kaynağı olan Kur'an ve hadis kitaplarıyla; çağın müçtehit ve taklid mercilerince yazılmış bulunan ilmihal kitapları arasında derli topluluk, yeterlilik ve sosyal hayat üzerinde etki bırakabilmesi açısından büsbütün fark vardır. Kur'an-ı Kerim'de sosyal konulu ayetlerin, ibadetle ilgili ayetlere oranı yüzün bire oranından daha fazladır! Bütün İslam hükümlerini içeren yaklaşık 50 ciltlik tam muhtevalı bir hadis külliyat mecmuasının[3] olsa olsa 3-4 cildi ibadet ve kulun Rabbiyle ilişkisi; bir kısmı da ahlâkiyatla ilgilidir; geriye kalanı tamamen sosyal, ekonomik, hukuk, siyaset ve kamu yönetimiyle ilgili mevzuatı içerir.

İslam’ın geleceği için inşaallah faydalı olacağınızı umduğum siz genç nesil, bendenizin kısaca arz ettiğim şu meseleleri müteakiben İslam’ın ahkâm ve kanunlarını tanıtma yolunda bütün hayatınız boyunca ciddiyet göstermelisiniz. Yazıyla veya konuşma yoluyla; nasıl daha faydalı görürseniz o yolla halkı bilinçlendirin; İslam’ın daha ilk baştan beri ne tür meselelerle karşı karşıya geldiğini ve günümüzde ne gibi düşmanlar ve felaketlerle karşı karşıya bulunduğunu anlatın. İslam’ın hakikat ve mahiyetinin gizli kalmasına ve -gerçek Hristiyanlık değil- bugün bilinen anlamdaki Hristiyanlık gibi tanrıyla kul arasındaki birkaç ilişkiden ibaret zannedilip ‘cami’nin ‘kilise’den farksız sanılmasına izin vermeyin.

Batıda henüz hiçbir şey yokken ve batılılar vahşi bir hayat sürdürmekteyken; Amerika yarı vahşi Kızılderililerin ülkesiyken ve İran'la Roma gibi iki büyük ülke istibdat, soylular, ayrıcalık ve güçlülerin egemenliğine mahkûm olup buralarda halka ve kanuna dayalı bir iktidardan iz bile yokkenAllah Tebarek ve Tealâ -cc- Hz. Resul-ü Ekrem Efendimize -saa- öyle kanunlar gönderdi ki azametiyle insanı hayretler içinde bırakmakta... Bütün işler için kanun ve kural getirmiştir Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ana rahmine düşmeden öncesinden, mezara gittikten sonrasına varıncaya kadar insan –hayatının her boyutu- için kanun koymuştur İslam. İbadetle ilgili görevler için nasıl kanun-kural koymuşsa sosyal hayat ve yönetim için de kanunlar getirmiş, yol-yordam belirlemiştir. İslam hukuku ileri, mükemmel ve eksiksiz bir hukuktur.

Uluslararası ilişkiler, savaş ve barış kuralları, genel ve özel uluslararası haklara varıncaya kadar çeşitli hukuk dallarında öteden beri yazıla gelmiş olan o hacimli kitaplar İslam hüküm ve kanunlarının sadece küçük bir kısmıdır. İslam’ın belli kanunlarla bir çözüm ve düzenleme getirmediği hiçbir hayati mevzu yoktur.

Ecnebilerin elleri, Müslümanları ve genç neslimiz olan Müslüman aydınlarımızı İslam’dan saptırabilmek için ‘İslam’ın hiçbir şeyi yoktur, hayz ve nifasla ilgili bir kısım hükümlerden ibarettir, mollalar sırf kadınların hayız ve nifasıyla ilgili hükümleri okuyup öğrenmelidirler" şeklinde vesvese ve telkinlerde bulundular!

Doğrusu da budur aslında! İslam’ın kanunlarını, hükümlerini, teori ve dünya görüşünü tanıtma gibi bir dert taşımayan ve zamanlarını gerçekten, genellikle onların söylediği o konulara harcayıp İslam’ın diğer -fusul- kitaplarını unutan mollalar elbette ki böyle saldırılara hedef olacak ve haklı olarak eleştirilecektir! Onlar da suçludur çünkü! Sadece ecnebiler suçlu değil ki! Ecnebiler öteden beri taşıdıkları siyasi ve iktisadi emelleri doğrultusunda, birkaç yüzyıl öncesinden başlayarak ortamı hazırladılar -fakat- din adamlarının yetiştiği medreselerin ihmali sonucu başarılı olabildiler. Biz din adamları arasında bilmeyerek onların maksatlarına yardımcı olanlar oldu ve böylece vaziyetimiz bu hale geldi.

Bazen ‘İslam hükümleri eksik ve yetersizdir’ diye vesveselerde bulunup zihinleri şartlandırıyorlar. Mesela ‘İslam’ın yargı kanunları ve muhakeme usulü, olması gerektiği gibi değildir’ diyorlar. İşte bu gibi propaganda ve şartlandırmaların ardından İngiliz uşakları, patronlarının diktesiyle meşrutiyetin aslını oyuncak haline getirir ve mevcut belgelerin de gösterdiği üzere halkı kandırıp işledikleri bu siyasi cinayetin mahiyetini anlamasını önlerler. Meşrutiyetin ilk başlarında kanun yazıp anayasayı belirlemek istediklerinde Belçika sefaretinden Belçika kanunları külliyatını ödünç almışlardı; burada ismini vermek istemediğim birkaç kişi o külliyata bakarak anayasayı yazıp hazırladılar! Eksik – noksan kalan taraflarını da tabiri caizse Fransa ve İngiltere kanunlarından yaptıkları iktibaslarla yamayıverdiler.Halkı kandırmak için bazı islam hükümlerini eklemeyi de ihmal etmediler tabi! Böylece kanunun temelini onlardan alıp bizim milletimize yutturdular.

Anayasanın bu maddeleriyle saltanat, veliahtlık ve bu gibi şeylerle ilgili tamamlayıcı maddelerin neresi İslamidir?! Bunların tamamı İslam’a aykırıdır, İslam hükümleri ve İslami yönetim tarzıyla çelişiktir bunlar. Saltanat ve veliahtlık düzeni İslam’ın butlan çizgisi çekip sadr-ı İslam döneminde İran, Doğu Roma, Mısır ve Yemen'de yerle bir ettiği bir düzendir. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- Doğu Roma imparatoru Heraklius'la[4] İran Şahenşahına yazdığı[5] mübarek mektuplarında onları imparatorluk ve şahenşahlık rejimlerinden vazgeçmeye ve Allah'ın kullarını kendilerine tapınmaya zorlamamaya ve insanların gerçek saltanat ve hüküm sahibi bir ve eşi-ortağı bulunmayan Allah Teala'ya ibadet etmesine izin vermeye davet ediyordu.[6] Saltanat ve veliahtlık rejimi, kurulmasını engelleyebilmek için Hz. Hüseyin’in -as- kıyam edip neticede şehit düştüğü o uğursuz ve batıl yönetim tarzından başka bir şey değildir. O, Yezid'in veliahtlığına[7] eğilmemek ve onun saltanatını resmen tanımamak için kıyam etti ve bütün Müslümanları da kıyama çağırdı.

Bunlar -babadan oğula şahlık düzeni- İslam’dan değildir; İslam’da saltanat ve veliahtlık –düzeni kesinlikle yoktur. Eğer eksik derken kastettikleri buysa, evet, İslam eksiktir! Nitekim faizcilik, faizli bankacılık, alkollü içki satışı ve fuhuş için de İslam’ın "kanun" ve `tüzük'leri yoktur; çünkü bunları temelinden haram edip yasaklamıştır zaten! İslam ülkelerinde bu gibi şeyleri yaymaya çalışan ve sömürü tarafından başa geçirilen bu kukla iktidarlar elbette ki bu mevzularda İslam’ı eksik görmekte ve bu –kirli işleri yapabilmek için gerekli kanun ve kaideleri İngiltere, Fransa, Belçika ve son zamanlarda da Amerika'dan ithal etmek zorunda kalmaktadırlar! Bu tür iğrençliklere çeki-düzen verecek kanunlar getirmemiş olması İslam için iftihar vesilesidir, yüz akıdır!

Meşrutiyetin daha ilk başlarında sömürücü İngiliz devletinin kurduğu komplonun iki hedefi vardı:

Bunlardan biri, Rus Çarlığının İran'daki etkinliğini yok etmeye yönelikti ki hemen ifşa olundu. Diğeri de işte bu batı kanunlarını getirmek suretiyle İslam ahkâmını icraat ve uygulama sahnesinden dışlayıp uzaklaştırmaktı.

Müslüman olan toplumumuza ecnebi kanunlarının zorla dayatılması birçok sorun ve müşkülat doğurmuştur. Bugün adliyelerdeki pek çok bilirkişiler, adliye kanunları ve bunların işleyiş tarzından bir hayli şikâyetçidir. Bugün birisi İran'da veya benzeri ülkelerden birinde bu adliye sistemine takılacak olursa, herhangi bir mevzuyu ispatlayabilmek için bir ömür boyu zahmet çekmesi gerekir.

Gençlik döneminde gördüğüm becerikli bir avukat şöyle demişti: “İki grup arasındaki bir davayı halledebilmek için adliye mekanizmasıyla kanunlar arasında bir ömür boyu dolaşıp durmam gerekecek ve benden sonra da oğlum bu işi sürdürecek!" Şimdi durum tam böyle olmuş! Nüfuz ve baskı olunca değişiyor tabi, o tür dosyalar hemen, ama haksızca kısa sürede sonuçlandırılıyor. Bugünkü adliye kanunlarının zahmet verme, işinden gücünden olma ve gayri meşru kullanılma dışında halka sağladığı hiçbir sonuç yoktur. Pek az kişi hakkını alabilmektedir. Kaldı ki mahkeme davalarında bütün boyutlar dikkate alınmalı, sırf herkesin kendi hakkını elde etmesiyle yetinilmemelidir; insanların vakti, dava taraflarının yaşam düzeyiyle işi-gücü ve mesleği gibi şeyler de nazar-ı dikkate alınmalı ve dava mümkün mertebe sade ve çabuk bir şekilde sonuçlandırılmalıdır. O zamanlar şer'î hâkimin -kadı- iki-üç günde hallettiği davalar bugün 20 yılda bile sonuçlandırılamıyor! Bütün bu süre zarfında gençler, yaşlılar ve -nice- zavallı yoksullar her gün sabahtan akşama kadar adliyeye gidip gelmekte, adliye koridorlarıyla masa başları arasında mekik dokumaktan perişan olmakta, üstelik doğru dürüst bir netice de alamamaktadırlar. Kim daha açıkgöz olur ve rüşvet vermede daha atik ve cömert davranabilirse işini, haksız da olsa daha çabuk halledebilmektedir; yoksa hayatının sonuna kadar netice alamayacak, ne yapacağını bilemez halde kalıverecektir.

Bazen kitaplarında, gazete ve dergilerinde ‘İslam’ın ceza hükümleri katı ve acımasızdır’ diye yazmaktalar. Hatta birisi tam bir yüzsüzlük ve utanmazlıkla ‘Araplardan kalma sert ve katı hükümler’ şeklinde yazmış ve ‘Bu tür katı kurallar, Arapların katı ve acımasız oluşundan doğmuştur’ demiştir! Bunların düşünce tarzına şaşırıyorum doğrusu! Bir taraftan 10 gram eroin için bir yığın insanı öldürüp pekâlâ ‘kanun böyle’ diyebiliyorlar... (Daha önce on kişiyi öldürmüşlerdi, geçenlerde de 10 gram eroin için bir kişiyi öldürdüler, bunlar sadece bizim kulağımıza gelen miktarı tabi). Fesadı önleme bahanesi altında insanlığa aykırı bu kanunlar çıkarılır ve uygulanırken ‘katı’ ve ‘acımasız’ denilmiyor her nedense!... Ben eroin -serbestçe- satılsın demiyorum; ama cezasının da bu kadar olmadığını söylemek istiyorum. Eroin önlenmelidir, evet, ama cezası da işlenen suça göre verilmelidir.

İçki içene -İslam hukukuna göre- seksen sopa vurulunca ‘katı ve acımasız’ oluyor da, on gram eroin için -batı hukukuna göre- bir adam öldürülünce ‘katı ve acımasız’ olmuyor öyle mi?! Halbuki toplumda baş gösteren bozukluk ve fesadın önemli bir kısmı şu alkol kullanmadan kaynaklanmaktadır. Yollardaki kazalar, intiharlar ve cinayetlerin çoğunun nedeni alkoldür. Nitekim eroinin de alkol alışkanlığından kaynaklandığı belirtiliyor. Demek ki içki kullanmanın -bizde de- hiçbir sakıncası yok, çünkü batıda böyle!? Zaten bu nedenledir ki serbestçe alınıp satıla da biliniyor. En açık ölçülerinden biri alkol kullanma olan fahşayı önlemek ister ve birine -içki içtiği için- 80 kırbaç vurursanız veya zina edene 100 kırbaç vurur ya da ‘muhsene’ veya ‘muhsen’i recmederseniz[8] kıyameti koparırlar! Ne katı, ne gaddar kural bu derler, Araplardan çıkma bir vahşilik diye nitelerler. Hâlbuki İslam ceza hükümleri büyük bir milletin fesatlarını önlemek amacıyla gelmiştir. Bugün bunca yaygınlık kazanmış ve gençleri fesada sürükleyip nesilleri yok etmiş ve her şeyi atıl hale getirme raddesine varmış bulunan fahşanın (kötü ve çirkin işler) yegâne nedeni, bu ayyaşlıkların serbest bırakılması ve alabildiğine normal gösterilip yaygınlık kazandırılmış olmasıdır. Şimdi İslam, genç neslin bozulmasını önlemek için bir kişiye herkesin önünde kamçı vurulması gerektiğini[9] söyleyince bu ‘katılık’ oluyor ama öte yandan iş; bu -güdümlü- yöneticilerin patronlarının eliyle Vietnam'da 15 yıla yakın bir zamandır süregelen katliamlar, harcanan astronomik bütçeler ve dökülen onca kanlara gelince ‘hiç önemli değil!’ ‘varsın olsun!’ denilerek ses çıkarılmıyor!... Ama İslam; insanları, yine insanlığın yararına olan kanunlara karşı saygılı eğitebilmek için savunma veya savaş emri verip de fesada boğulmuş birkaç sefıli öldürecek olsa ‘bu savaş neden?!’ diye yaygarayı koparırlar hemen!

Bütün bunlar birkaç yüzyıl önce hazırlanmış planlardır; yavaş yavaş uyguluyor ve sonuç alıyorlar. Önce bir yerde bir okul açtılar, biz bir şey demedik, gaflet ettik. Bizim gibiler de bunu engelleme ve kurulmasına kesinlikle müsaade etmeme hususunda gaflette bulundular. Derken, giderek çoğaldılar ve bugün görüyorsunuz işte; onların misyonerleri bütün köy ve kasabalarımıza dağılmış, bizim çocuklarımızı ya Hristiyan etmekte ya da dinsizleştirmektedirler. Planları bizi -böyle- geri kalmış halde bırakmaktır; içinde bulunduğumuz şu utandırıcı hayat ve geri kalmışlık içinde tutmaktır. Bizim hep böyle müşkülatlar içinde, zavallılıklar içinde kalmamızı, fakirlerimizin bu zavallılıklarının daima sürmesini ve fakirliği ortadan kaldıran İslam hükümlerine teslim olmamasını, ama kendileriyle satılmış uşaklarının büyük saraylarda oturup o lüks ve müreffeh hayatı sürdürmelerini isterler.

Bunlar, dinî ilmiye medreselerine bile ulaşabilmiş, oralara da bulaşmış plânlardır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam devleti ve böyle bir devletin nasıl olacağından söz etmeye kalkışsa takiyye etmek zorunda kalır ve sömürücülerin payandaları tarafından sert muhalefetlere uğratılır. Nitekim bu kitabın 1. baskısı yayınlandıktan sonra büyükelçiliğin (Irak'taki İran şahlık rejiminin elçiliği) adamları ayaklandılar, vahşice tepkiler gösterdiler, alabildiğine rezil ve kepaze ettiler kendilerini... İş şimdi öyle bir raddeye getirilmiş ki savaş elbisesi - giyilmesi- mertlik ve adaletin şanına ters addedilir olmuş! Hâlbuki bizim din imamlarımız hep asker insanlardı, savaş komutanıydılar, savaşçıydı hepsi de!...

Teferruatını tarih kitaplarında bulabileceğiniz o savaşlarda asker giysileri giyip savaşa gidiyor, vuruşuyor, öldürüyor ve ölü veriyorlardı! Emir'el müminin -sa- mübarek başına miğfer giyer, zırh kuşanır, kılıç taşırdı. Hz. İmam Hasan'la -sa- İmam Hüseyin de -sa- böyleydi. Daha sonra fırsat vermediler, yoksa Hz. İmam Bâkır da -sa- böyleydi. Şimdi öyle bir hale getirilmişiz ki savaş elbisesi giymek insanoğlunun adaletine zarar verici addedilmekte ve savaş elbisesi giyilmemesi gerektiğine inanılmaktadır! Yani eğer bir İslam devleti kurmak istersek bu sarık ve abayla devlet kurmamız icap edecek, yoksa mertliğe ve adalete ters düşmüş oluruz -öyle mi-?! Bunlar, işi bu raddeye vardırmış olan -o- yoğun propagandaların ürünüdür, işi öyle bir noktaya getirmişler ki şimdi kalkıp ‘İslam’ın da devlet ve yönetimle ilgili kanun ve kuralları bulunduğunu" ispat edebilmek için zahmete katlanmak zorundayız!

Ruhullah Musavî el-Humeyni

Birinci Bölümün Sonu *

[1] Miladi 16. yy'ın ortalarından itibaren, yani 3 asır önceden başlayarak Portekizliler ve ardından Hollanda, İngiltere, Fransa ve İtalya, müslüman ülkeleri sömürmeye başladılar. Önce Afrika'daki yeni keşfolunan beldeler; deniz yollannın keşfınden sonra da Asya ülkeleri -ki Osmanlı Türklerinin İstanbul'u fethiyle birlikte bu ülkelerle Avrupalıların irtibatı da kesilmişti- mezbur Avrupa ülkelerinin sömürgesi haline geldiler.

[2] ‘Haçlı Savaşları’ 11-13. yy'larda Orşelim'i (Bugün İsrail'in işgalinde bulunan Beytulmukaddes) müslümanlardan almak isteyen Avrupa hıristiyanlarının müslümanlara karşı başlattığı uzun savaşların adıdır. Haçlı seferleri 8 merhalede gerçekleşmiş ve Papa 2. Urban'ın fetvasıyla 1096'da başlamış ve 1270'de Fransa kralı Saint Lui'nin ölümüyle birlikte sona ermiştir. Hırıstiyan askerler sağ omuzlarına kırmızı bezden dikilmiç bir haç geçirdikleri için ‘haçlılar’ veya ‘haçlı orduları’ olarak anılmışlardır.

[3] Fıkıh ve hadis erkanının deyiminde geçen `lcitap"tan maksat, belli bir mevzuya ait hadislerin biraraya getirildiği veya belli bir konudaki bütün hükümlerin ele alındığı ‘bab’ veya bölümlerdir. ‘Kitab'ul Tevhid’ , ‘Kitab'ul İman  ‘Yargı’ , ‘muamelât’ , ‘hudud’ ve ‘kısas’tan Ve'l Küfr", ‘Kitabussalât’ ...vb. Mesela Kâfı'nin hadislerle ilgili kısmı 35 "kitap"tır, veya mesela "Şerâi-ul İslam" -fıkıh dalında- 50 kitaptan ibarettir.

[4]  Heraklius (1. Hergel) Doğu Roma İmparatoru (575-641).

[5]  Sasani İmparatoru Hosrav Perviz veya diğer adıyla : II. Hüsrev (628)

[6]  Hz. Reygamber-i Ekrem -sav- hicretin 6. yılında etraftaki ülkelerin devlet başkanlarına elçiler gönderdi. Bu cümleden olmak üzere Abdullah bin Huzeyfe-i Sehmi'yi Pers kralı Hüsrev Perviz'e; Duheyye bin Halife Kelbi'yi Roma imparatoruna gönderdi: Hz. Muhammed -sav- yazdığı mektuplarda onları bir ve eşsiz Allah'a tapınmaya çağırıyordu, hz. Resulullah'ın -sav- İran kralı Hüsrev'e yazdığı mektup şöyleydi: ‘Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Resulü Muhammed'den. Pers kralı Kisra'ya. Hidayete tabi olup Allah'a ve elçisine inanan ve eşi ve ortağı bulunmayan bir ve tek Allah'tan başka mabud olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirene selam olsun! Seni Allah'a davet ediyorum! Ben; O'na yönelenleri -sapmaktan- korkutmak ve kafırlere hücceti tamamlamak -bahane getirmeyecekleri şekilde hakikati bütün delilleri ve açıklığıyla gözIeri önüne sermek- için Allah'ın bütün kullarına gönderdiği peygamberiyim! Amanda -güvencede- olmak için islamı kabul et. Eğer kabul etmezsen bütün mecusilerin -ateşe tapanların- günahı senin boynuna olacaktır!"

Hz. Muhammed'in -sav- Roma inparatoru Heraklius'a yazdığı mektup ta şöyleydi: ‘Bismillahirrahmanirrahim. Abdullahoğlu Muhammed'den. Roma imparatoru Heraklius'a: Hidayete tabi olana selarıı olsun. Seni islama davet ediyorum. İslamı kabul et ki kurtuluşa erip amanda olasın ve Allah Teala sana iki kat mükafaat versin! İslamı kabul etmezsen halkının vebali senin boynuna olur. ‘Ey ehl-i kitap; bizimle sizin aramızdaki müşterek kelimeye gelin, o da şudur: Bir ve tek olan Allah'tan başkasına tapmıyalım, hiçbirşeyi O'na ortak koşmayalım, aramızdan kimimiz, kimimizi tek Allah gibi tanrı edinmeyelim...Eğer bundan yüz çevirecek olurlarsa de ki, şahid olun, bizler müslümanız." (Âl-i İmran, 64). Bkz: Mekâtiyb'erresul c:l s:90-105.

[7]  İkinci Emevi ‘sultan-halife’si Ebusüfyanoğlu Muaviye!nin oğlu Yezid (hk.25-64).

[8] İslam ceza kanunları gereğince; zina edene recim uygulanabilmesi için gerekli şartlardan biri de ‘subut-i ihsân’dır. Muhsen veya muhsene; evli olan ve her an eşiyle birlikte olma imkânı bulunan akil ve bâliğ zinakâr erkek ve zinakâr kadına denir.

[9] İslam kanununda; suçluya had uygulanırken birkaç müminin orada bulunması istenmiştir ki bu da Nur Suresi'nin 2. ayetine istinad edilmiştir. Şia fakihleri zina haddi uygulanırken ve kıyadetle kuzuf sırasında bu sünnete uyulmasının lüzumunu vurgulamışlardır. Mezbur ayette "...ve müminlerden bir grup, zina eden erkekle kadının cezalandırılması sırasında orada bulunmalıdır..." buyrulur. Bu buyruğun bir hikmeti de, orada bulunanların ibret alması ve böyle bir şeye niyetlenen veya bu suçu işleyen varsa, bu acı sonu görerek zina günahından vazgeçmesidir.