.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Haccın evrenselliğini daha açık bir şekilde izah edebilmek için, Kur’anî örneklerin ışığında bütün boyutlarıyla bu niteliği incelemeye ve bu doğrultuda bu dinî ibadetin özünün kuşatıcılık ve süreklilik vasıflarını aydınlatmaya çalışacağız.[1]

1. Kulluğun İlk Evrensel Odak ve Merkezi

Hac, Kâbe’yi ziyaret ve orada yerine getirilmesi gereken ibâdî amelleri yerine getirmek maksadıyla hareket etmektir. Bu ibadet asırlar ve yüzyıllar boyunca, farklı form ve ayinler kalıbında hep var olagelmiştir. Kâbe, halkın topluca ibadet edebilmeleri için kurulan ilk bina ve ibadet ehlini kendisine cezbeden ilk merkezdir:

“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Bekke’deki (Kâbe)dir. Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”[2]

Kâbe’nin bulunduğu yerin ‘kalabalık ve halkın topluca bir yere üşüşmesi’ anlamına gelen ‘Bekke’ kelimesiyle tabir olunması, bu mekânın evrensel bir merkeziyete sahip olduğunu gösterir. Yeryüzünün her yerinden insanların bütün zamanlar boyunca ona yönelmeleri ve dolayısıyla kalabalık halk yığınlarının orada buluşmalarını ifade etmek için Kâbe’nin bulunduğu şehir ‘Bekke’ diye isimlendirilmiştir.[3]

Kâbe, Müslümanların resmi kıblesi olarak ilan olunduğunda, Hz. Musa’nın dini üzere olanlar itiraz etmeye başladılar: Nasıl olur, Beytu’l Makdis dururken Kâbe’nin kıble kılınması mümkün müdür? Bu esnada vahiy nazil olur ve Kâbe’nin bütün diğer mabetler içerisinde en eski bina olduğu bildirilir. Buna göre Kâbe, Allah kullarının ibadet edebilmeleri için ve genel bir hidayet merkezi olarak kurulan ilk ‘beyt’ ilk evdir. Ayrıca bu mekân birçok bereketin yatağıdır. Bütün insanlık toplumu için bir hidayet kaynağıdır ve bu özel bir zaman ya da ırka özgü değildir. Bu yüzden çok eski zamanlardan beri, Allah’a kulluk inancında olan bütün kavim ve milletler, Kâbe’ye hep saygı duymuş farklı farklı gerekçelerle kutsamışlardır. Konunun tarihsel seyri ve bu inançların incelemesi şimdiki konumuzun dışındadır.

2. Kâinatın Hidayet Merkezi

Kur’an-ı Kerim, Kâbe’yi ilk ve en eski ibadet ve kulluk merkezi olarak tanıtmanın yanı sıra bu mekânı, bir kulluk merkezi olarak tanıtır ve şöyle buyurur:

“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe)dir.”[4]

Yani tüm insanlar için inşa olunan ve bütün kâinat için hidayetini temin eden ilk ‘beyt’ Kâbe’dir. Bu ‘beyt’ hiçbir topluluk veya ırka özgü olmayıp hiçbir coğrafyanın sakinleri diğerlerine oranla ona daha yakın değildir. Coğrafî sınırlar, bu evrensel mekânla kurulacak bağ önünde hiçbir mani teşkil etmez. Bu yüzden yeryüzünde yaşayan bütün milletler; Hint, Fars, Keldani, Yahudi, Arap ve sair bütün topluluklar bu mekânı mukaddes bilirler.[5]Bu konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Bir zamanlar İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler…”[6]

3. Bütün Zamanlarda Bütün İnsanlar İçin Dönüp Varılacak Bir Toplanma Yeri

Yukarıdaki konuyu aydınlatan bir başka kanıt; “Biz Kâbe’yi bütün insanlar için dönüp varacakları bir yer ve güven ve huzur duyacakları bir mekân kıldık”[7]mealindeki ayettir. Bu tabir, her ne kadar açık bir dille, geçmiş bütün insanları kapsamasa da ancak ayetin devamını göz önünde bulundurduğumuzda, sadece Kur’an’ın nüzulünden sonra yaşayanlar değil, geçmiş gelecek bütün çağlarda yaşayan insanların Kâbe’ye yönelmek ve ziyaretine gitmekle yükümlü tutulduklarını görürüz:

“…Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun, diye emretmiştik…”[8]

Zira bu ayet-i kerimede Allah’ın iki büyük peygamber, yani Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s) ahitleşmesine konu olan husus, onların Kâbe’yi ziyarete gelen bütün tavaf, ibadet, rükû ve secde ehli için pak ve tertemiz kılmalarıdır.

4. Kâbe’nin Aydınlığında Evrensel Kıyam Hareketi

Bir başka Kur’anî örnek, Allah’ın hacca çok özel bir saygınlık atfettiği ve onu bütün insanları kuşatan kitlesel bir halk hareketi; bir kıyamın kaynağı olarak tanıttığı şu ayet-i kerimedir:

“Allah, Beyt-i Haram; Kâbe’yi insanlar için bir ayaklanma/kıyam kaynağı kıldı.”[9]

Yeryüzündeki tüm insanları harekete geçirip kıyama kaldıracak en önemli etken, herkesin namaz için yöneldiği, etrafında tavaf ettiği, çevresinde duaya durduğu ve hareminde oturup ilâhî ayetler üzerine tefekkür ettiği ‘ev’dir.

Hüseynî Kıyamın Hedefi Hüseynî Kıyamın Hedefi

Ayetin içeriği ve ayetin öncesi ve sonrası üzerine dikkatli bir mütalaa, Kâbe’nin, umum için bir tavaf merkezi ve kitlesel bir halk hareketinin kaynağı olarak tanıtıldığını gösterir. Yani eğer bütün peygamberler için yegâne hedef, insanların ‘kitap’, ‘mizan’ ve Allah elçilerinin getirdikleri ilahî armağanlarla tanıştıktan sonra ‘adalet’ ve ‘hakkaniyetin’ hâkimiyeti için halkların kıyama kalkışmalarını sağlamaksa ki “And olsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik”[10]bütün ırksal ve coğrafi farklılık ve ayrılıkları bir kenara itebilecek, mekânsal ayrıcalıkları aşabilecek, zamansal ve dilsel dağınıklığı önemsiz kılacak, yabancıları aşina edecek, bu söz konusu yüce hedefi gerçekleştirebilecek ve bütün insanların adalet ve hakkaniyet için kıyama kalkışmalarını sağlayabilecek yegâne etken Kâbe’dir. Bu anlamda İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur:

“Kâbe ayakta kaldıkça, Din her daim ayakta kalacaktır.”[11]

Bu demektir ki dinin ayakta kalabilmesi, dindarların ayakta ve her daim kıyamda olmalarına bağlıdır. Aynı şekilde Kâbe’nin ayakta kalabilmesi de onu ziyaret edenlerin varlığına bağlıdır. Allah’ın dini nasıl tek bir din ve bütün herkes içinse, Kâbe’de bütün insanlar için bir tavaf merkezi ve evrensel bir ziyaret mekânıdır. Dolayısıyla halkların evrensel kıyamları da bu mekânı daima dikkat-ı nazarda bulundurmakla gerçekleşebilir.

5. Kâbe’nin Bütün Ziyaretçileri Eşittir

Vahiy kültürü ve Kur’an dilinde, ilahî ödevleri, özellikle de Kâbe ziyaretini yerine getirmek, belirli bir bölgede yaşayan insanlara mahsus değildir. Hiçbir coğrafyanın insanı hacca gitmek hususunda başka bir bölge insanına göre öncelikli ve ayrıcalıklı değildir. Bu ruhani yolculukta yolun uzaklığı ile yakınlığı arasında bir fark yoktur:

“…Allah’ın yolunda, yerli ve yolcu (yakın ve uzak) bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram…”

bu ayete göre, Kâbe’nin hareminde bulunan ve namaz, dua ve tavaf merkezi kılınan Mescit, bütün insanlara eşit bir şekilde tahsis olunmuştur. Bu itibarla Mekke’nin sakinleriyle dünyanın diğer noktalarından Kâbe’yi ziyarete gelenler arasında hiçbir fark söz konusu değildir.

6. Haccı Cihanşümul Şöhreti

Nasıl İslam Kâbe’yi ziyarete yönelmeyi, “insanların topluca Allah’a doğru bir hicreti” olarak görüyor ve bu hicreti kâinat sathında bir zaruret olarak değerlendiriyorsa, bütün diğer ilahî dinler de haccı resmi bir fermanın gereği saymışlardır. Haccın bu şöhretinin bir kanıtı da yılları belirlerken hac aylarını ölçü almalarıdır. Örneğin Hz. Musa ve Hz. Şuayb (a.s) arasında cereyan eden hadisede ‘sekiz yıl’ ‘sekiz hac’ diye tabir olunmuştur:

“…Buna karşılık sen de sekiz yıl yanımda çalışırsın…”[12]

Hac, yılda bir kez yerine getirilen bir ibadet olduğuna göre, burada söz konusu “sekiz hac” tabirinden kasıt ‘sekiz yıl’ olmalıdır.[13]

Ele aldığımız bu örneklerden yola çıkarak, İslam’ın en önemli mazharlarından biri olan Haccın bu dinin ‘kuşatıcılık’ ve ‘süreklilik’ özelliklerinin bir tahakkuku olduğunu söyleyebiliriz. Bu itibarla Hz. İbrahim Halil (a.s) ve ondan önce Hz. Âdem (a.s) için söz konusu olan her şeyin Hatemu’l Enbiya (s.a.a) için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden hac, belirli bir millet ya da özel bir zaman dilimine özgü bir ibadettir denilemez. Zira hac, kuşatıcı ve sürekli bir ibadettir. Bu özelliği dolayısıyla da bütün geçmiş ümmetler ve kavimler arasında yüzyıllar boyu ve zaman çarkının bütün cevrine rağmen hep yaşayadurmuştur. Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ’nın ilk toplulukları; Âdem’den (a.s) ta en son gelenlere kadar bütün ümmetleri ne bir zararı dokunan ne de bir fayda sağlayan; ne gören ne de işiten bazı taşlarla[14]sınadığını görmez misiniz? Öyleyse Allah onu (Kâbe’yi) kendisi için saygın bir ev ve insanlar için bir kıyam ve kıvam vesilesi kıldı.”[15]

Bütün bu açıklamalardan sonra haccın söz konusu iki ilkenin billurlaşmış bir örneği olduğu anlaşılmış olmalıdır. Aksi durumda onu bütün kâinat için bir hidayet vesilesi olarak göremeyiz. Zira bu durumda sadece bir millete özgü bir ayin olmaktan öteye geçemez. Bu ise haccın teşriinin temel ilkeleriyle aykırılık ve onun kuşatıcılık ve süreklilik vasıflarıyla bir tezat teşkil eder.

- - - - - - - - - - - 


[1]     Bu kitabın ikinci bölümünde ‘Kâbe’nin Özellikleri’ başlığı altında burada ele aldığımız bütün başıkların geniş bir açıklaması yer alacaktır.
[2]     Al-i İmran/96-97
[3]     “Bekke” kelimesinin anlamıyla ilgili birçok görüş ileri sürülmüştür:
a) “Bekke” ve “Mekke” her ikisi de aynı kökten türetilmiş tek bir anlam ifade ederler. Aradaki tek fark “mim” harfinin “ba” ya dönüşmesidir; tıpkı “lazım” ve “lazıb” kelimelerinde olduğu gibi. (Mecma’ul Beyan, c. 1-2 s. 797)
b) “bekk” Arapçada ezmek, çiğnemek anlamında kullanılır. Bu şehirde insanlar kalabalıklar halinde bir araya geldiklerinden birbirleri için eziyet kaynağı olurlar. Bu itibarla bu şehir “Bekke” diye isimlendirilmiştir. (bkz. Men La Yahduruhu’l Fakih, c.2, s. 193; Biharu’l Envar, c.96, s. 77)
c) Kibirli insanların boyunlarının büküldüğü ve alçaldıkları ve büyüklenmenin ayaklar altına alındığı bir mekân olduğu için “Bekke” diye anılır. Bu anlamda Müminlerin Emiri İmam Ali “Bekke” ile “Mekke” arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “Mekke Harem’in çevresi; Bekke ise Beytullah’ın bulunduğu mevkidir.” Bu mevkinin “Bekke” diye isimlendirilmesi hakkında ise şöyle buyurur: “ zira bu mevki, zorbaları alçaltan ve günahkârların boyunlarını büken bir yerdir.” (İrşadu’l Kulub, c. 2, s. 377; Biharu’l Envar, c. 10, s. 127)
d) İmam Sadık (a.s) Mekke’nin niçin “Bekke” diye anıldığı sorusu üzerine şöyle buyurur: “insanlar onun çevresinde ve içerisinde ağlaştıkları için.” (İlelu’ş Şerayi’, c. 2, s. 397; Biharu’l Envar, c. 96, s. 78) Bu rivayette söz konusu edilen delil, Arap dili grameriyle bağdaşmaz. Zira “Bekke” “Kef” harfinin tekrarlandığı mudaaf bir kelime iken “ağlamak” anlamındaki “buka” son harfi illet harfi olan nakıs bir kelimedir. Bu yüzden muhtemelen İmam’ın muradı şudur: insanlar Allah’ın dergâhında ağlayıp yalvarmak için o mekâna gider ve kalabalıklar halinde bir araya gelirler. Bu kalabalıklar sonucu birbirleriyle sürtüşür ve eziyet kaynağı olurlar. Dolayısıyla bu mekânın “Bekke” diye anılması bu yüzdendir; ağlaştıkları için değil.
Bu doğrultuda diğer birçok görüş daha dile getirilmiştir.
[4]     Al-i İmran: 96
[5]     El-Mizan, c. 3, s. 400-415
[6]     Hac: 26-27
[7]     Bkz. Hac: 26-27
[8]     Bakara: 125
[9]     Maide/97
[10]    Hadid: 25
[11]    Vesailu’ş Şia, c.11, s. 21
[12]    Kasas: 27
[13]    Bkz. El Kâfi, c. 5, s. 414; Tefsiru’l Ayyaşi, c.1, s. 60, Hadis 99; Bİharu’l Envar, c. 96, s. 64
[14]    Bu tabirlerin açıklamasına ilerleyen sayfalarda değinilecektir.
[15]    Nehcu’l Belağa, Hutbe 192

Editör: Hasan Bedel