Ehlader Araştırma Bölümü

Samir AYDIN

“Herkesin yöneldiği bir yer (kıble) var, oraya döner. Siz de hep hayırlara yönelin, hayır yolunda yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizi toplar, birleştirir. Şüphe yok ki, Allah'ın her şeye gücü yeter.”

*

“Nerede bulunursan bulun, hemen yüzünü Mescid-i Harâm'a doğru çevir. Bu emir şüphesiz gerçektir, Rabbindendir ve Allah yaptığınız şeylerden gafil değildir.”

*

“Nerede bulunursan bulun, yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin de insanlar, aleyhinizde bir itirazda bulunamasınlar; ama haksızlık edenler ve zulümde bulunanlar başka. Siz korkmayın onlardan, benden korkun da hem size verdiğim nimetimi tamamlayayım, hem de bu suretle hidayete erişin.” 

(Bakara / 148,149,150)

Bugün Müslümanların geneli (genellemelerde her zaman istisna vardır), bu ayetlerden gafil olup bu ayetler hiç inmemiş gibi hareket etmekte, Allah Teala’nın onları amellerin yönünü belirlemede muhayyer bıraktığını vehmetmekteler. Vehmetmekteler, çünkü zannetse idiler ayetlerle ilgili olaraktan, olumlu yönde bazı eylemsel çıkarımlarda bulunmaları ve bu çıkarımın ayetlerin yönü ile bir benzeşmesi olması gerekirdi. Söz konusu insanların amellerinin, bu ayetlerin gösterdiği yönle alâkası olmaması, böyle bir sonuca varmamızı gerektirmektedir. Yapılan bu açıklamalar doğrultusunda aleyhte olabilecek hiçbir söylem bir anlam ifade etmez. Çünkü, hâl dili ve ameller hem söylemlerden daha gerçekçi ve hem de Allah Teala indinde daha efdal olandır.

Allah Teala dilerse, böyle bir girişten sonra bu ayetlerle amelin, bizlere nasıl bir sonuç hazırlayacağı hakkında birkaç söz söyleyelim.

Herkesin amel ve ibadetlerinde yüzünü döndüğü yön neresidir? Çok daha açık bir ifade ile, yapılan amel ve ibadetlerden kimin rızası umulmaktadır? Cidden biz amellerimizle sırf Allah Teala’nın rızasını mı gözetiyoruz, yoksa...? Allah (c.c) dilerse, bu boşluğu daha sonra dolduracağız.

“Amellerin en üstünü Allah (c.c) için sevmek, Allah (c.c) için kin duymaktır.” Resulallah (s.a.a)

Allah Teala için yaşamak, O’nun için amel etmek, O’nun için sabretmek ve gerekirse O’nun için amelsiz olmak. O’nun için ölmek ve O’nun için öldürmemek… Keyfiyetini asla anlayamayacağımız, basit bir nefsî muhakeme zannettiğimiz (subhanallah, O’nun seçtikleri bundan münezzehtir) Ali’nin (a.s) mübarek yüzüne tükürülme hadisesinde kâfiri öldürmekten vazgeçtiği gibi.

Kişinin iyi ve faydalı amellerde kıbleye (Allah Teala’ya) ve fakat hayalı olmak amacı ile yaratılışsal olarak kötü olmayan, ama halk nezdinde çirkin sayılan (hacet gidermek, banyo yapmak vb.) işlerde, kıbleye aksi bir yöne yöneltilmesi, hangi işin Allah’a (c.c) yönelik olup olmadığı konusunda da fıkıhsal bir fikir vermektedir. Abdest alırken, su içerken, Kur’ân okurken kıbleye, mekruh ve haram işlerken de aksi yöne yönelmek…

Hasıl-ı kelâm, olasılık olarak şu anlaşılmalıdır ki, amellerin iki yönü vardır: Bunların biri Hak, yani Allah (c.c) ve O’nun zahirî ibadetlerimiz için belirlediği kıble, bir diğeri ise şeytanî amellerin yönü olan batıl, yani nefis. Bu durumda birkaç misal vererek, kıblesi Allah (c.c) olan amellerin hiç de bizim zannettiğimiz gibi olmadıklarını net olarak ifade edelim:

“Bir gün mescitte oturan bazı kişiler Resulallah’a (s.a.a), İmam Ali’yi (a.s) niye bu kadar çok sevdiğini sorarlar. Resulallah (s.a.a), birini İmam Ali’yi (a.s) çağırmaya göndererek soruyu yöneltenlere, “Biri size bir kötülük yaparsa, ne ile karşılık verirsiniz.” diye bir soru sorar. Oradakiler, “İyilikle ya Resulallah.” diye cevap verirler. Resulallah (s.a.a) aynı soruyu üçüncü sefer sorduğunda da aynı cevabı alır. Fakat dördüncü sefer sorduğunda, “Artık kötülüğe kötülükle, yani hakkıyla cevap veririz.” anlamında bir cevap alır. O sırada mescide İmam Ali (a.s) girer. Resulallah (s.a.a), ona da aynı soruyu sorar. Allah-u A’lem, yedinci sefere kadar, “İyilikle karşılık veririm.” der. Resulallah (s.a.a) bu soruyu sekizinci sefer sorduğu zaman ise İmam Ali (a.s), amellerin kıblesinin yalnız Allah olduğunun mükemmel bir ifadesi olarak, “Ya Resulallah! Vallahi bu soruyu ne kadar soracak olursan ol, ‘İyilikle karşılık veririm.’ cevabını alacaksın.” manasındaki cevabını verir. Resulallah (s.a.a) bu cevaptan sonra mescittekilere dönerek, “İşte Ali’yi bunun için seviyorum.” der.

Esasen İmam Ali’nin (a.s), Resulallah’a (s.a.a) cevabı şudur. Ya Resulallah (s.a.a), ben bir şahsa yaptığım iyiliği onun için yapmıyorum ki, onun bana karşı olan kötü hareketlerine, adaletle hak ettiği karşılığı vereyim. Benim bir şahsa yaptığım iyilik sırf Allah (c.c) içindir. Allah (c.c) ise sonsuz iyiliklere lâyıktır. Allah’a ibadeti ve O’nun için yapılan amelleri bir sayı ile sınırlandırmak, hâşâ O’na eksiklik isnat etmek olmaz mı? Eğer amellerimizin kıblesi Allah (c.c) ise, O’nun bu azamet ve rahmetinin tecellilerini, hangi tükürük ve kötülük örtebilir ki!!! O, her şeyin en övgününe lâyıksa, bunu hangi sayıdaki iyilikle sınırlandırabilirim ki? Hakkıyla kendisini övebilecek yine bir tek “O” değil mi?

Attar’ın da dediği gibi: “Padişahın şevket güneşi doğdu mu, ben eriyor, derhal ortadan kayboluyorum. Benim adım, varlığım kalmayınca nasıl tapı kılar, nasıl secdeye varırım? O anda birisini görürsem o, ben değilim. Cihan padişahıdır O. Sen ister bir lütufta bulun, ister yüz lütufta, o efendiliği kendine yapıyorsun zaten. Bir gölge, güneşin vurması ile kaybolur, ortadan kalkarsa, nasıl olur da güneşe saygı gösterir, tapı kılar?”

Bu satırlar İmam Seccad’ın (a.s) sadaka vereceği fakirlerin avucunun içini öpmesi ve “Sadakalarınızı Allah alır.” ilâhî hikmetini de bir bakıma aydınlatır niteliktedir.

“Dünya hayatında insanlarla, onlardan faydalanmak, onlar sayesinde bir makam veya mevkiye ulaşmak, gösteriş yapmak ya da kendini onlara benzetip meşhur olmak için değil, Allah’ın hoşnutluğunu elde etmek için dostluk kur.” İmam Cafer Sadık’ın (a.s), bu sözünde de deşifre ettiği gibi amellerin farklı şeytanî tezahürleri, Kâbe’nin ters yönden tavafı gibi bir ameldir. Ve bunun, Allah katında bırakın sevabı, ateşi vardır. İmam Hüseyin’in (a.s), “Selâmın yetmiş sevabı vardır. Altmış dokuzu verene, biri alanadır.” hadisinde belirttiği ve de, “Selâm vermek sünnet, almak ise farz.” hadisi ile tekmil olunan bu felsefede de gözlemlendiği gibi, sırf Allah (c.c) rızasının gözetilmesinin gerektiği apaçıktır. Zaten Allah’a yakınlaştıran ibadetlerin sünnet (nafile) ibadetler olduğu hususunda biraz düşünürsek, mecbur olmadığımız hâlde sırf Allah bizi sevsin diye, lâyık olmayan veya dargın olduğumuz birine, cimrilik etmeyip (“Asıl cimri, selâmda cimrilik edendir.”) selâm vermek ihlâs gerektiren bir ameldir.

“Sana zulmedeni affet, sana küsene git, sana kötülük edene iyilik yap. Aleyhine dahi olsa hakkı söyle.” Resulallah (s.a.a).

Sakınılması gereken her zaman Allah olmuştur. “Ey insanlar! Rabbinizden sakının.” (Nisâ, 1) meal ve manasında o kadar ayet ve hadis var ki, bu hanif din ve inanış içerisinde, “Ey inananlar, insanlardan sakının.” diye bir ibare kesinlikle bulamayız. Bir diğer “İnsanlardan korkmayın, benden korkun.” ayet-i kerimesi ise, bu mevzuu oldukça açıklığa kavuşturmaktadır. Onun içindir ki, amellerimizin yönünü kıbleye, diğer bir tabir ile Allah’ın rızasına çevirmemiz gerekmektedir. Vaktin geç olmasından Allah’a sığınırız ki, Mantık et-Tayr’da geçen şu vaziyete duçar olmayalım:

“Adamın yüzünü bu zamanda (mezarda) kıbleye döndürürlerse, o cenabet ölür, ondan temizlik umma.”

“Emir başta da, sonda da Allah’a aittir.” (Rûm, 4)

Allah (c.c) dilerse, bu ayet-i kerime ışığında, düştüğümüz çok büyük yanılgılardan bir kaçını da izale edelim:

İnsanoğlu şunu net olarak bilmelidir ki, yeryüzündeki hâl ve hareketleri, sebepler ve devamında doğabilecek sonuçları ve bunlar gibi dünya içerisindeki hareketler olarak niteleyebileceğimiz birçok olasılık ve girift meseleyi, kendi nakıs aklıyla devşirdiği tedbirlerle ne çözümleyebilir, ne de üstesinden gelebilir. Tarihte çokça görüldüğü üzere Müslümanlarda, çok açık ayet ve hadisler karşısında içtihat yapmak, mükellef olmadığı hâlde böyle bir kaygı (!) ile Allah’ın (c.c) iradesi karşısında tedbir almaya kalkışmak gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.

Meselâ sakal bırakma farz olmasına ve Resulallah’ın (s.a.a), hayatında sakalını bir sefer dahi kesmemiş olmasına rağmen, Allah’ın (c.c) iradesi karşısında tedbir alma cehalet ve pervasızlığına girişen bazı Müslümanlar, “Bu zamanda sakal itici bir obje.”, “İslâm şekle önem vermez!!!”, “Müslüman dediğin temiz giyimli, tıraşlı(!), kokulu ve cezp edici olmalı.”, “İslâm’ı sakallı iken anlatamıyorsun, insanlar çok ön yargılı oluyor.” söylemleri ile tam da işaret edip izale etmeye çalıştığımız tehlikenin ortasında durmaktadırlar. Bu da şunu kesinlikle açıklığa kavuşturuyor ki, insanlar sorumluluklarının ne olup olmadığı hususunda bilgi sahibi değiller. Amellerin her zaman için en önemli boyutları neyi, niçini, nasılı değil, imanî ve taatî boyutları olmuştur. Yani bazı şiirlerde bile tema olarak işlenen “(Ey Resulallah!) Sen bize şu denizi gösterip dalarsan, seninle birlikte biz de dalarız.” şeklindeki amiyane bir bakışla; itaati, ama diğer boyutu ile şüpheyi barındıran bu inanışın tamamı ile zıddı olup, her eyleme de bir Resul (s.a.a) feda ettirmeyen daha halisane bir inanışla karşılığı “(Ey Resulüm!) Sen bize şu kuyuyu gösterirsen (dalmana hacet yok), biz dibini sormadan denize dalarız.” sözleridir.

İbrahim (a.s) ateşe atılacağı zaman buna sadece Allah (c.c) için razı oldu. Yoksa Musa’nın (a.s) kavmi ile olan diyalogdaki “Ey kavmim, Allah'ın size vermeyi takdir ettiği kutlu yere girin ve gerisin-geriye dönmeyin; yoksa ziyankâr olursunuz, ancak ziyana dönersiniz. Onlarsa, ‘Ya Musa, demişlerdi, orada zorlu erler var; onlar orada oldukça biz, kesin olarak giremeyiz; ama oradan çıkarlarsa gireriz.’ İçlerinden, korkan ve Allah tarafından nimetlere mazhar olmuş bulunan iki kişi, ‘Kapıdan girip saldırın üstlerine, demişti; oraya girerseniz şüphe yok ki üst olursunuz siz ve ancak Allah'a dayanın, inanmışsanız.’ Ya Musa, demişlerdi, onlar orada bulundukça biz, oraya ebediyen giremeyiz. Sen Rabbinle git, ikiniz çarpışın onlarla, biz burada oturup duracağız.” (Mâide, 21-24) söyleme denk düşebilecek “Ey Rabbim! Önce meleklerini yak.” sözlerine sarılmadı. Önemli olan başarı değil de samimane bir mücadele ise, ortada ne gibi bir sorun kalıyor? Allah-u Teala hangi nebi veya resulü (a.s), “Niye insanları hidayet edip şu batıl düzeni değiştirmediniz?” diye hesaba çekti? Allah-u Teala değil mi ki Resulallah’a (s.a.a), “Onlara vaat ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstersek de sana düşen vazife, ancak tebliğdir, seni öldürsek de ve hesap, bize aittir.” (Ra’d, 40) buyurmuştur?

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim.’ Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’ Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Âl-i İmrân, 20)

Neye mal olursa olsun tebliğ etmek... “İnsanları kendinize dillerinizden gayrisi ile çağırın.” diyen İmam Cafer Sadık’ın (a.s) bu buyruğundan, aslen tebliğin ne olduğu da netlik kazanıyor. Dillerinizden gayrisi, yani amelleriniz... Bu noktadan hareketle ortaya çıkan sonuç, tebliğin, diğer namı ile insanları dine davet etmenin, karşılığının amel etmek olduğudur.

Doğal olarak en halis ameller de, Allah’ın, Resulallah (s.a.a) vasıtası ile Kur’ân-ı Kerim’de belirttiği ve Ehlibeyt’i ile de tevilini bizlere ulaştırdığı hükümlere uymaktır. Allah’ın (c.c) rızası doğrultusunda yaşamak ise, amasız bir şekilde bunlara itaat edip, bunları uygulamaktır.

İbrahim (a.s) ateşe atılacağı zaman, bir kuş gagasında bir damla su ile ateşe giderken, bir başka kuş ona gagasındaki bir damla su ile nereye gittiğini sorar. Kuş gagasındaki bir damla suyu, İbrahim’i (a.s) atacakları ateşe dökeceğini söyler. Yine bu bir damla suyun, o büyük ateşe ne gibi bir etkide bulunacağını soran kuşa, “Bu bir damla suyun, bu büyük ateşe hiçbir şekilde etki etmeyeceğini biliyorum ama, ne tarafta olduğum belli olsun.” cevabını verir. Amellerimizin sonucunda kazanımların ne olduğu ve ne olması gerektiği hakkındaki, açılımlanamaz açılımlar yapmak gayretine düşmektense, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler yalnız Allah’a döndürülür.” (Âl-i İmrân, 109) ayet-i celilesi hakkında biraz tefekkür ederek, Allah-u Teala’nın yalnızca bizden istediğini yapmak, işin hesap ve kitap işini de yalnız O’na bırakmak gerekmektedir.

Allah-u Teala, “Oğlunu kurban et.” dediği zaman İbrahim (a.s), bizdekinin seviyesini çoktan aşmış kâmil bir akılla (aşkla yoğrulmuş ilâhî akıl), bunun felsefesi üzerinde zerrece tereddüt edip akıl yormaya kalkmadı. Allah’a (c.c) itaatin ona hazırladığı daha üstün makam olan ateşe atılma olayı da, onda zerre şüphe ve kuşku uyandırmadı. “Ya Rabbi! Yanmama ne gerek var, insanları usul usul şu dine davet etsem olmaz mı?” şeklinde, ancak beşerî akılla devşirtilebilecek bahaneler öne sürmesi, Peygamberlerin (a.s) bizlere anlatmaya çalıştıkları Allah subhanehu ve Teala’ya teslimiyet, tefviz ve tevekküle çelişik bir amel olurdu.

Resulallah’ın (s.a.a) Ebu Cehil’e hidayet olmayacağını bile bile defalarca tebliğ etmesini, Taif’te mübarek başlarını taşlamalarına rağmen bu yoldan geri dönüp ümitsizliğe kapılmamasını sağlayan, bilâkis bu yolda onu azami derece de ümitvar eden tek şey Allah’a (c.c) itaatti. Yani sorumluluğunu mükemmel bir şekilde yerine getiriyor olmaktı.

Hüseyin (a.s), Allah (c.c) ona “Git ve öl” dediği için Kerbela’da şehit oldu. Yoksa ölmek için peyda olmasını beklediğimiz, bugüne kadar yazılıp çizilen binlerce sebep ve sonuçlarla alâkalı olaraktan değil. Bu hadise bugün bir daha tekerrür edecek olsa, Allah (c.c) da buna şahittir ya, sakal bırakma ile ilgili zikrettiğimiz ve benzeri ne bahaneler öne süreriz.

“Kim bir işte halka öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan kendisini terbiye etmeli; bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce huyuyla öğüt vermek sureti ile olmalı. Nefsine muallim olup kendini terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye edenden daha fazla ululanmaya değer.” İmam Ali (a.s).

Sorumluluk her zaman için İslâm’ı yaşatmak değil, yaşamak olmuştur. Çünkü Resulallah’tan (s.a.a) bizlere, yaşamadan yaşatmaya çalışmakla ilgili en ufak bir haber bile ulaşmamıştır. Bilâkis onun hayatı, bunun tersi örnekleri ile dolup taşmaktadır.

Ey inananlar, ne diye yapmayacağınız şeyi söylersiniz? Allah katında en nefret edilen şey, yapmayacağınız şeyi söylemenizdir.” (Saff, 2-3)

İmam Ali’deki (a.s) saf ve halisane teslimiyet ile, Muaviye’deki çıkarcı, dünyacı ve halkı cezp etmeye yönelik aldatıcı zihniyet, çizmeye çalıştığımız bu resmin en belirgin iki çehresidir. İmam Ali’nin (a.s) inanış felsefesinde, Allah’ın (c.c) rızası haricinde hiçbir dünyevî meta, makamsal çıkar, sayısal çoğunluk ve din dışı cazip söylemlerin yeri yoktu. Muaviye’de ise bilâkis…

“Kurtuluşunuzu yalanda görseniz dahi ondan uzak durun. Çünkü onda helâk olmaktan başka bir şey yoktur.” Resulallah (s.a.a)

Artık bunca zamandır ettiğimiz isyanlardan sonra, teslimiyetin zamanının gelmiş olması lâzımdır. İmam Ali’nin (a.s) bile birçok konuda (özellikle adalet), halk nezdinde iticiliğinin olmasına rağmen, bizim herkesin bizden razı olması gibi bir yol tutturmamızın adı nedir acaba? Herkesin belirli bir şekil ve şemailden hoşlanmadığı ve ortada hoşnutluğun “halkalı astronomik bir izafiyet zinciri” varken, geriye baki kalan sadece ve sadece Allah’ı (c.c) razı etme yolu değil mi? Tarih içerisinde ismi Allah (c.c) indinde üstünler makamında zikredilen birçok Allah dostu bu makama tam bir teslimiyetten sonra mı, yoksa akademik (!) olduğu zannedilen eleştirel bir bakış açısı ve şüpheci bir yaklaşımla mı sahip oldular?

“Ey biçare! Bu işleri kendin için yaptıysan tüccarsın.

Korktuğundan sen böyle isen, kölesin.

Hamd olsun bizi özgür yaratan Rabbime

O’nun dergâhının kademine baş koyduysan

Sana ne! üzerinin basılıp çiğnenmesinden.”

Hakikatlerdeki basitlik ve ilginçliği yakalamak ve zihinleri bulandırmamak gerek. Allah (c.c) için amel etmek ve gerekirse O’nun için amelsiz olmak. Bizi O’na yakınlaştıracak, görülmeyen amelleri ve amelsizliği, halk nezdinde muteber sayılan ve bizce de nefsî olan amellere değiştirmemek.

Bunun şöyle bir misalle açıklanması yerinde olur; Allah-u A’lem: Sünnet oruç tutan biri, davet edildiği bir yemeğe (fıkhen öğle yemeği) icabet etmez. Bunun nedeni, nefsin ona bu orucu devam ettirme işini güzel gösterip, halk arasında ise saygın bir makama sahip olmasını telkin etmesindendir. Bu iş ramazanda sefere çıkıp, oruç tutmaması gerektiği hâlde oruç tutanların, nefsî amelleri ile de denklik gösterir. Bu nefsî ameller İmam Ali’ın (a.s), “Sizin insanlardan korkunuz peşin, Allah’tan korkunuz veresiyedir.” sözleri ile de açılımlanabilir. Çünkü insanlar, karşılığı dünyevî zevk ve aldanma olan bütün kötü amellere sarılmakta, bir an olsun gecikmezler. Ama iş Allah’ın (c.c) rızasının içerisinde bulunduğu, uhrevî ve meşakkatli bir amel olunca, insanlar bunu ömürlerinin sonuna (tövbe mevsimine) saklarlar. “Haramın zevki gider, günahı kalır. Helâlin zahmeti ,geçer sevabı kalır.” İmam Ali (a.s).

Hâlbuki Allah’ın (c.c) verdiği bir ruhsat ve ihsanı geri çevirip halka teveccüh etmek, riya ve dolayısı ile amellerde Allah’a (c.c) ortak koşmaktır. “Ya Rabbi! Gizli ve açık şirkten sana sığınırız.”

Bu vesile ile de yazının başında dolduracağımızı söylediğimiz boşluğu da doldurmuş olduk. Allah indinde en makbul ameller, halk tarafından görülmeyip bilinmeyendir. Zaten Resulallah’ın (s.a.a) Müslümanları sünnet ibadetleri toplu yapmaktan men etmesinin en büyük sebeplerinden biri de budur; Allah-u A’lem. Allah’ın (c.c) bizden istediği, mescitleri bir şekilde doldurtmamız değil, O’nun Habibi’nin (s.a.a) bizlere öğrettiğini şeksiz, şüphesiz, tam bir teslimiyetle uygulamamızdır.

“Biz, her peygamberi ancak, Allah izniyle ona itaat edilsin diye gönderdik; onlar da nefislerine zulmettikleri vakit sana gelerek Allah'ın, kendilerini yarlıgamasını isteselerdi, Peygamber de onların yarlıganmalarını dileseydi, elbette Allah'ın tövbeleri kabul edici Rahim olduğunu görür, anlarlardı. Fakat öyle değil; andolsun Rabbine ki onlar iman etmiş olmazlar, aralarında çıkan ihtilâflarda seni hakem etmedikçe ve sonra da yüreklerinde hiçbir sıkıntı, üzüntü duymadan verdiğin hükmü kabul eylemedikçe ve tamamıyla sana teslim olmadıkça.” (Nisâ / 64, 65)