.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
İsmail Mansuri Laricani
Çeviri: Hüseyin Mahir
Selam aziz seyirciler, Allame Tabatabai'nin şahsiyeti ve düşünceleri ile ilgili programımıza Sayın Üstat İbrahimi Dinani ile birlikte devam ediyoruz.
Programımızın önceki bölümünü takip edenler hatırlayacaktır, üstada Allame Tabatabai'nin Risaletu'l-Velayet adlı kitabından hareketle velayet hakkında soru sormuştuk.
Üstat, sizin de buyurduğunuz gibi Allame Tabatabai'nin velayet konusuyla ilgili görüşlerine baktığımızda görüyoruz ki Allah'ın velisinin halkın toplumsal ve siyasi liderliğini üstlenmiş olmasına ilaveten Allame Tabatabai'nin daha çok marifet bilgisi üzerinde durduğunu görüyoruz. O, özellikle de el-Mizan adlı tefsirinde bir masum bir de masum olmayan şuhûddan bahseder. Masum şuhûd, hataya açık değildir, son derece berraktır.
Allame Tabatabai, “İblis, ‘Senin izzetine andolsun ki, içlerinden muhles kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım' dedi.'' (Sad Suresi: 82-83) ayetine dayanarak şeytanın her ne yaparsa yapsın Allah'ın muhles olan kullarına ulaşamayacağını ve buradaki ‘muhles' makamının da Ehlibeyt olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi Ehlibeyt'le ilgili olarak son derece latif bir bakış açısı var.
Yani demek istiyor ki eğer biz marifeti bu berrak kaynaktan alırsak onun içinde hiçbir hata ve şüphe yoktur. Bundan daha da güzel olanı bu alana varacak olanı muttaki akıl olarak görüyor. Aklı şaibeden uzak ve temiz görüyor. Allame Tabatabai, bu konuda Molla Sadra'dan ve İbn Sina'dan da deliller getiriyor. Üstat sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim.
Önemli bir noktaya işaret ettiniz. Velayette marifet bilgisi boyutu çok önemlidir. Velayetin esası, bir anlamda marifettir. Aslında belki de yaratılışın sırrı marifettir. Marifete daha fazla dikkat etmeliyiz, yaratılışın sırrı marifettir.
İbn-i Abbas'tan bugünkülere kadar tüm müfessirler, ‘'Biz insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım'' ayetindeki ‘illa li yabudun' (bana ibadet etsinler diye) ifadesini ‘illa li yarifun' (tanısınlar, bilsinler diye) şeklinde tefsir etmiştir.
Ayette ‘yabudun' yani ‘ibadet etsinler' kelimesi geçiyor; peki müfessirler neden buradaki ‘yabudun' kelimesine ‘yarifun' yani tanısınlar anlamı vermiş ve ‘ibadeti' ‘marifet' olarak tefsir etmişler? Çünkü marifet olmadan ibadet olmaz.
İçinde marifet olmadığı halde ibadetin olabileceğini tasavvur edebilir misiniz? Marifetsiz ibadet, ibadet değildir. Bir şekilden başka bir şey değildir. Sadece şekilsel olan şeye de ibadet denmez. İbadetin özü marifettir; eğer marifet esasına dayanmıyorsa ibadet değildir. Dolayısıyla Allah ibadet etsinler derken tanısınlar, bilsinler diyerek marifete çağırıyor.
Yaratılışın esası marifettir. Peki neyin marifeti? Hakk'ın marifeti, hakikatin marifeti… Hakkın marifetinin yolu ve hakikate ulaşmak nedir? Bunun yolu bir taneden fazla değildir.
Siz ismet makamına işaret ettiğiniz için ben Kur'an'dan başlayarak bu makama değinmek istiyorum. Eğer yaratılışın esası marifet-i Hak ise yani Hakk'ı tanımaksa, Allah kendini tanımak istemiştir ve biz de Allah'ı tanımak istiyoruz. Yani Allah da aslında kendini tanımak istemiştir, kendi zuhurunu görmek istemiştir. Kendini kendine aşikâr kılmak istemiştir. Neden yaratmıştır, çünkü kendini yaratma aynasında görmek istemiştir. Kendini görmek, müşahede etmek istemiştir. Kendi cemâlini görmek dilemiştir. Yaratma işini kendini görmek için yapmıştır.
Dolayısıyla yaratılışın esası marifettir yani Hakk'ı tanımaktır. Hakk'ı tanımanın yolu tek bir şeyden başkası değildir. Bu çok önemli bir meseledir, Kur'an ayetlerinde de ariflerin lerinde de bu nokta ısrarla vurgulanmıştır. Allah'ı tanımanın tek yolu, nefsi tanımaktır. İnsan eğer kendini tanımazsa asla Hakk'ı tanımaya yol bulamaz.
Âlemin tüm zerrelerini tahlil edip tanımış olsanız bile eğer kendinizi tanımıyorsanız Hak Teâla'yı tanıma yoluna ulaşamazsınız. Bu, çok temel bir meseledir ve buna çok fazla dikkat edilmemiştir. “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbeh.” (Nefsini bilen Rabbini bilir.) Evet bazıları bunun hadis olarak nakledildiğini ama senedinin olmadığını söylüyor.
Birincisi, senedi bulunmuştur; ama farz edelim ki senedi olmasın. Senedi olmasa dahi bu cümle Kur'anî bir cümledir. Neden Kur'anî bir cümledir? Çünkü bu cümle Kur'an'daki bir ayetin ‘aks-i nakiz'idir.
Bildiğiniz gibi mantıkta eğer bir cümledeki anlam doğruysa onun aks-i nakizi de doğrudur. Zorunlu olarak doğrudur. “Nefsini tanıyan Rabbini tanır” cümlesi, Kur'an-ı Kerim'de geçen bir ayetin aks-i nakizidir.
Kur'an-ı Kerim ne diyor? Diyor ki: “Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” (Haşr:19) Bu, Kur'an ayetidir, mantıken bunun aks-i nakizi ne oluyor peki?
Laricani: Kendini tanımayan Allah'ı da tanımaz.
Üstat Dinani: Evet, kendini tanımayan Hak Teâla'yı da tanımaz. Dolayısıyla daha önce de dediğim gibi bu cümlenin senedi olmasa dahi, Kur'an'dan dolayı muteberdir. İşte bu sebeple Hak Tebarek ve Teâla'yı tanımak, insanın kendisini tanımasıdır. Bu cümleyi evliya da enbiya da söylemiştir, tüm semavi kitaplar bunu vurgulamıştır.
Hatta felsefenin babası sayılan büyük filozof Sokrates'in üzerinde çok durduğu ve vurguladığı tek bir cümlesi vardır: “Kendini tanı.” O, insan nedir demiyor. Aristo, insanı “konuşan hayvan” diye tarif etmiştir. Sokrates, insanı konuşan hayvan olarak tarif etmemiştir. Bu tarifte sorun olabilir. İnsana dair yaptığımız her tarifte sorun olabilir.
Sokrates “kendini tanı” demiştir. ‘Kendilik', insan kavramının dışında bir şeydir. ‘Kendi' kavramı, sizin insana dair yaptığınız genel tanımdan çok daha özeldir. Tümel bir kavram olarak insan vardır; ama ‘kendi' farklıdır. ‘Kendi' kelimesini tanımak lazım. Tüm semavi kitaplar, “kendini tanı” ifadesini vurgulamıştır.
Şimdi soru şudur: Kendini nasıl tanımak gerekir. Kendini tanımak, “ben kendim tanıyan olmalıyım” ve “ben kendim tanınmalıyım” demektir. Kendim, kendimi tanımalıyım. O halde hem tanıyan benim, hem de tanınması gereken ben.
Bazıları kendini tanımanın “ben kaç hücreden oluşuyorum, bedenim neden oluşmuştur” gibi sorularla mümkün olacağını sanıyor, kendini tanımayı böyle yorumluyorlar. Bu tamamen yanlıştır. Yani yanlış derken, önemli değil demek istemiyorum. İnsanın bedeni ilginçliklerle doludur; ama karıncanın bedeninin ilginçlikleri de belki insanınkinden daha az değildir. Biyolojik açıdan insanın yaratılışı ile karıncanın yaratılışı belli bir ölçüye sahiptir. İnsanın yaratılışı kadar karıncanınki de inceliklerle ve ilginçliklerle doludur.
Öyleyse “kendini tanı”dan maksat sadece bedenini tanımaktan ibaret olarak biyolojik yapısını bilmek değildir. Kendini tanımaktan ‘kendi' kavramını kastediyoruz ve bunu ‘nefis' diye tabir ediyoruz. Arapçada bu kelimenin karşılığında ‘nefis' kelimesi kullanılır.
Peki, kendini nasıl tanımak gerekir? Acaba bu tanıma husûlî ilimle olabilir mi? Batılı filozoflardan biri şu cümleyi söylemişti ve bununla kendini tanımanın ne anlama geldiğini bilmediği anlaşılmıştı. O demişti ki “Sokrat'ın kendini tanı sözü elde edilmişin elde edilmesidir ki bu da imkânsızdır. Çünkü insan sadece kendinden başkasını tanıyamaz. İnsan her neyi tanırsa tanısın kendinden başka hiçbir şeyi tanımaz. O halde kendini tanı demekte ısrar etmenin ne anlamı var?''
Hâlbuki o şunun farkında değil. İnsanın ilm-i husûlî ile kendi kendini tanıyamayacağını bilmesi de bir çeşit kendini tanımaktır. Ben kendimde bir surete sahip değilim. Benim kendime ait tasvir ettiğim her suret, benim suretimdir; ‘kendim' değildir. Benim suretim ben miyim yoksa benim suretim midir? Ben kendimi tasvir ettiğimde yaptığım şey ben miyim yoksa benim tasvirim midir? Benim tasvirim benden farklı bir şeydir. İşte o ‘ben'e ulaşmak gerekir.
Laricani: Bu, elde edilecek bir şey değildir.
Üstat Dinani: Hem elde edilebilecek bir şey değildir; hem de elde edilebilecek bir şeydir. İlm-i husûlî ile elde edilebilecek bir şey değildir. İşte burada biz felsefeden irfana gidiyoruz. İşte burada ‘husul'dan ‘huzur'a gidiyoruz. İşte burada ‘iktisab'dan ‘şuhûd'a, ‘iktisab'dan ‘fıtrat'a gidiyoruz. Yani ‘huzur'a gitmemiz gerekiyor. O gerçek ‘ben', aslında ‘mutlak ben'dir ve diğer ‘ben'ler o ‘ben'in taayyunâtıdır (tezahürleri, mertebeleridir). Çünkü ben, her an bir ‘ben'im. Ben, birçok ‘ben'lerden oluşuyorum. Ben, ömrüm boyunca binlerce ‘ben'im.
Mevlana Celaleddin-i Belhi'nin dediği gibi. Ben Mevlana Celaleddin Rumi demiyorum, her zaman Mevlana Celaleddin Belhi diyorum. Siz de her zaman Belhi deyin. Mevlana diyor ki:
Zin du hezaran men u mayi eceba, men çi menem
Guş beneh erbede ra dest meneh ber dehenem
İki binlerce ben ve bizden acaba ben hangi benim
Feryada kulak ver ağzıma el koyma
İşte o ‘ben'i tanımak Hak Tebarek ve Teâla'yı tanımaktır. Eğer o ‘huzuri ben' yoluyla o kendi ‘ben'ine vakıf olursa, suret şeklinde değil, vukuf şeklinde ‘huzur'a ulaşırsa işte bu Hak Teâla'yı tanımanın yoludur. Suret önemli değil demiyorum, suret de kendi yerinde önemlidir. Ama bu sureti aşıp ‘husul'den ‘huzur'a ulaşmak gerekir.
İşte bu Hak Tebarek ve Teâla'yı tanımanın yoludur. Eğer bu tanıma gerçekleşirse ve bu huzur hâsıl olursa işte bu, “insan-ı kâmil” makamıdır. İşte bu insan-kâmil de sizin işaret ettiğiniz velayet makamıdır. Bu ise Hak Tebarek ve Teâla'nın “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” diye işaret ettiği marifet yani tanımadır. Yani insan işte bu marifete ulaşmalıdır.
Laricani: Evet çok güzel bir oldu. Alame Tabatabai, “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti'' ayetiyle ilgili olarak şu sonuca varıyor: Bizim Allah'a dair ilmimiz, kendi nefsimize dair ilmimizin mukaddimesidir. Yani Allah'ı bilmemiz kendimizi bilmemizin öncülüdür. (Önce Allah'ı, sonra kendimizi biliyoruz, bunu kavramsal olarak kabul ya da fark etmesek de).
Üstat Dinani: Çok önemli bir meseleyi dillendirdiniz. Allah'a dair ilmimiz kendimize dair ilmimizi sağlıyor; ama bizim Allah'a dair ilmi bulmamız gerekir. Yani Allah'ı bilecek olan benim. Bu ‘ben', hem aynadır hem de hicaptır (perdedir). Eğer ben enâniyetle bakıyorsam, Allah'ı göz ardı ederek kendi kendime bakıyorsam, bu aşılmaz bir hicaptır. Bu, dağdan daha aşılmaz bir hicaptır. Artık bunu aşmak mümkün değildir, yani firavunluktur. Eğer ‘ben'i Hak Teâlâ'sız bir şekilde görüyorsam bu, ebediyen aşılmaz bir hicabın ötesinde kalmaktır. Ama eğer bu ‘ben' bir ayna ise orada Hak'tan başka bir şey gözükmez. Dolayısıyla ben kendi aynama baktığımda Hak Teâla'yı görürüm.
İzin verirseniz bizim şarkıcılarımızın da okuduğu Mevlana'ya ait bir şiiri örnek vereyim. Tüm İran halkı bu şiiri defalarca duymuştur, radyo ve televizyonda sürekli olarak yayımlanıyor. Şimdi yeri gelmişken bu şiiri okumak istiyorum.
Ayine-yi reng-i to eks-i kesi est
To ez heme reng coda budei.
Senin renginin aynası birinin yansımasıdır
Sen her renkten ayrı idin.
Yani sen o kadar saf ve netsin ki adeta bir aynasın, eğer Hak Teâla dışında her şeyden saflaşmışsan sende yalnızca Hak Teâla yansır.
Laricani: Bundan daha güzelini Hafız demiş:
Merdum-i dide-yi ma gayr-i to ra nazır nist (Göz bebeğimiz senden başkasını görmez)
Üstat Dinani: Evet, aynen… Madem Hafız'dan bahsettiniz bir şiir de Hafız'dan okuyayım:
Mera be kar-ı cehan hergiz iltifat ne bud
Ruh-i to der nezerem in çunin hoşeş arast.
Benden asla dünyaya iltifat olmaz
Öylesine güzeldir ki gözüm hep senin yüzündedir.
Yani ben ayna olur, Hak Teâlâ dışında kalan her şeyden arınır tertemiz olursam, bu ayna Hakk'ı gösterir. Paslanmış olan ve Hak'tan başkası ile meşgul olan ‘ben' ise aşılması mümkün olmayan bir hicaptır. İzin verirseniz yeri gelmişken Mevlana'dan bir şiir daha okuyayım.
Ba to divar est o ba işan der est
Ba to seng o ba ezizan govher est.
Seninle duvardır, onunla kapıdır
Seninle taştır, sevgili ile mücevherdir.
Yani kimi insanlar adeta duvar gibidir, çelik bir duvar gibi. Bazıları ise kapı gibidir. Eğer karşımızdaki kapı kilitli olursa tıpkı bir duvar gibi olur, duvardan farkı kalmaz. Ama eğer ben kilidi açmasını bilirsem kapıdan geçebilirim. Eğer ‘kendi' enâniyet sahibi olmazsa kapıdır, oradan geçebilir ve Hak Teâlâ'ya ulaşır. Ama eğer enâniyet sahibi olursa, Hak Teâla'dan başkasıyla meşgul olursa, çelik bir duvar gibidir, içinden geçmek mümkün değildir. Dolayısıyla ‘ben' kelimesi çok inceliklidir; ‘kendi' kelimesi çok derindir. İrfanın beyni işte burasıdır. Yani kendini tanımak doğru olmalıdır.
Laricani: Emirü'l-Müminin İmam Ali (a.s.) de şöyle buyuruyor: “El âlimu arefe kadreh.” (Âlim, kendi kadrini, hakikatini bilir.)
Üstat Dinani: Eğer kendini tanırsa Hakk'ı da tanır, eğer kendi kadrini tanımazsa Hakk'ı da tanımaz. İşte Firavun'un ‘ben'i ile Hallac'ın ‘ben'inin farklılaştığı yer burasıdır. Firavun da enâniyetiyle bir ‘ben'e sahipti. “Ben sizin rabbinizim” diyordu. Onunki enâniyetti ve ebedi bir hicaptı. Ama bir de Hallac'ın “Ene'l Hakk”ı var. Hallac'ın “ben Hakk'ım” demesiyle Firavun'un “Ben sizin rabbinizim” demesi arasında çok fark var. Yeri gelmişken bunu da Mevlana'dan bir beyitle açıklayalım.
Mansur gibi ene'l Hak dedi ve kurtuldu
Firavun gibi ene'l Hak dedi ve alçaldı.
Evet, enâniyet çok ince bir noktadır. Hem kalın bir hicap olabilir, hem de marifete ulaşmanın yolu.
Laricani: Allame Tabatabai, burada velayet ve vahiy konusunu açıyor. O vahiy için bu marifetin tamamlanmasını zaruri görüyor. Buna delil olarak da İbn Sina'nın bir sözüne işaret ediyor. İbn Sina kitabının (el-İşârât ve'l-Tenbihât) 9. bölümünde geçen bu sözde vahiy ve nübüvvetin zorunluluğunu ariflerin makamı olarak ortaya koyuyor. Molla Sadra'dan getirdiği delil de çok güzel. Siz de Sühreverdi ile ilgili kitabınızda “Suretleri idrak ile kendini bilme gerçekleşmez” başlığı altında bunu açıklamışsınız. Allame Tabatabai diyor ki tüm insanların Allah'a dair basit idraki fıtridir.
Üstat Dinani: Burada derya sıfatlılık gündeme geliyor. Molla Sadra'nın işaret ettiği bu konu, bizim birçok ariflerimizin değindiği, Allame Tabatabai'nin de açıkladığı bir konudur. Marifet-i Hakk yani Hak Teâlâ'yı tanımak fıtridir. İnsan, Hak Teâlâ'nın zatına karşı fıtri marifete yani bilgiye sahiptir; bir de o bilgiye dair bilgiye sahiptir. Eğer o fıtri bilgisini bilirse ona “bilmeyi bilmek” denir. O zaman idrak mükemmel olur. Ama eğer bilmezse yeterli olmaz.
Molla Sadra bunu ‘ilm-i basit' ve ‘ilm-i mürekkeb' diye adlandırarak açıklıyor. Hak Teâlâ'ya dair o fıtri bilgi, ‘ilm-i basit'tir. Diyor ki bu önemli değil, tüm varlıklar fıtri bilgiye sahiptir; sadece insan değil. Molla Sadra bu konuda çok önemli bir şey söylüyor: “İnsanlarda mükellefiyetin ekseni ilm-i mürekkebdir” diyor.
Peygamberler geldiklerinde insanları o fıtri ilme davet etmediler. O, zaten var. Peygamberler, insanları bu ‘ilm-i mürekkeb'e davet ettiler. Yani “Hak Teâlâ'yı bildiğinizi bilin.” Fıtri ilimle akıl zaten biliyor. Ama bildiğini de bilmesi gerekiyor ki ‘bu ilm-i mürekkeb'dir.
Molla Sadra'nın ‘ilm-i mürekkeb' diye adlandırdığı bu konuyla ilgili olarak, ismini vermeyeceğim ariflerden biri “Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız” ayetindeki “la tefkahune” ifadesini “la yefkahune” şeklinde okumaktadır.
Elbette bu şekilde okuma da yedi kıraatten biridir ve bu şekilde okumak da doğru olabilir. Bu durumda ayetin anlamı “Siz onların tesbihlerini bilmezsiniz” değil, “Allah'ı tesbih eden o varlıklar, Allah'ı tesbih ettiklerini bilmezler” şeklinde olur.
Demin söylediğimiz konuyla ilgili olarak söylersek “bildiklerini bilmiyorlar.” Yani çoğunlukla fıtri olarak tesbih ederler; ama ‘ilm-i mürekkeb' dediğimiz o ikincisine sahip değiller. “Bildiğini bilmek” şeklindeki “mürekkeb ilim” evliyanın, ariflerin, filozofların, insan-ı kâmillerin nasibidir.
Yani Hak Teâlâ'yı bildiklerini bilmeleri gerekir. Hak Teâlâ'yı biliyorlar; bununla birlikte bildiklerini bilmiyorlarsa bu “cehl-i basittir”; ama bundan daha güçlü olanı bir kişinin bilmemesi ve bilmediğini de bilmemesidir. Buna da “cehl-i mürekkeb” denir.
“Cehl-i mürekkeb” olduğu gibi “ilm-i mürekkeb” de vardır. İlm-i mürekkeb ise Hak Teâlâ'yı bilen ve bildiğini de bilen kimsenin ilmidir. Bir kişi eğer cehl-i mürekkeb içindeyse yani hem bilmiyor hem de bilmediğini bilmiyorsa bu, artık tedavi edilemeyecek bir hastalıktır.
Hz. Mesih (a.s.) doğuştan kör olanlara şifa verdi. Cüzzamlı hastalara şifa verdi; ama batını kör olanlardan yani cehl-i mürekkeb içinde olan insanlardan dolayı çöllere kaçtı. Ona dediler ki “Ey Allah'ın elçisi, sen körlere şifa verdin. Bu batını kör olanlara da şifa ver, bu cahillerin cahilliğini de gider.” Hz. Mesih dedi ki “o belaydı, bu ise ibtiladır.” Yani bu olacak bir şey değil.
Cehl-i mürekkeb sahibi insan bencil olduğu için ve bilmiyor olmasına rağmen bilmediğini de kabul etmediği için tedavi edilemez. Basit cahillik hiç sorun değildir, kolayca ortadan kaldırılabilir. Bilmediğini öğrenebilir. Tehlikeli olan bilmeyen ve bilmediğini de kabul etmek istemeyen insanın cehaletidir.
Laricani: Allame Tabatabai, tüm eserlerinde Ehlibeyt'e büyük bir bağlılık gösteriyor. Acaba bundan felsefi marifetin, irfani marifetin kısaca her türlü marifetin bu halka olmadan elde edilemeyeceği sonucunu çıkarabilir miyiz?
Üstat Dinani: Merhum Allame Tabatabai buyurduğunuz gibi Ehlibeyt'e çok bağlıydı. Ehlibeyt'e bağlanmak gerektiği konusundaki rivayetler oldukça fazladır. Kur'an o evde nazil olduğu için Kur'an'ın tefsirini de en iyi Ehlibeyt'in bileceği İslam âlimleri tarafından da söylenir.
Bakınız Kur'an'ın bir zahiri bir de batını vardır. Kur'an'ın zahirini, Arapça bilen herkes anlayabilir. Ama Kur'an'ın bir da batını vardır, hatta o batının da batını vardır. Nitekim bazı rivayetlerde bu batınların sayısı yedi olarak verilir. Buradaki yedi çokluğu ifade etmek içindir. Kur'an'ın batınına yol bulmak herkesin işi değildir.
Kur'an'ın zahirini herkes anlar. Elbette bu bir hüccettir ve bizim usûl âlimlerimiz Kur'an'ın zahirini hüccet olarak kabul etmektedir. Bazıları Kur'an'ın zahirinin hüccet olduğunu reddetse de şu an ben o konuya girecek değilim. Âlimlerimizin fakihlerimizin büyük çoğunluğu zahirin hüccet olduğuna inanırlar. Tüm insanlar Kur'an'ı okuyabilir, anlayabilir, ondan deliller çıkarır, bunda hiçbir sakınca yok.
Allame Tabatabai'nin daha çok üstünde durduğu şey ise batındır, batını da veli anlıyor. Yani Müminlerin Emiri (a.s.), Masum Evliya (a.s.) ve o halkaya bağlanmış olan diğer insanlar… Bir başka ifadeyle ve daha kapsamlı olarak söyleyecek olursak batın ehli olup da batını anlayabilenler… Çünkü ehli olmayanların batına ulaşacak yolu yoktur.
Her insanda batın olabilir; ama bazı insanlarda o batın uyanmamıştır, uyumaktadır. İnsanın içindeki her bir batın uyandığı ve aydınlandığı ölçüde Kur'an'ın batını ile temas kurabilir.
Bahsini ettiğiniz velayet budur, velayet yani batındır. Siz batına yaklaştıkça Kur'an'ın batıni maarifine yaklaşmış olursunuz. Ama Allame Tabatabai'nin ve diğer ariflerin de dediği gibi batın ehli olmayanların Kur'an'ın batınına ulaşabilecekleri bir yolları yoktur. Onların Kur'an'dan, zahirden başka bir nasipleri yoktur. Tek nasipleri zahirdir. Eğer kafirse zaten hiç nasibi yoktur, eğer Müslümansa sadece zahirden nasibi vardır. Ama batını aydınlandığı ölçüde Kur'an'ın sonsuz maarifine yol bulabilir.
Laricani: Üstat Mutahhari'nin Allame Tabatabai'nin Ehlibeyt'e olan sevgisi ile ilgili bir hatırası var. Merhum Mutahhari, yazılı eserlerinde veya konuşmalarında Allame Tabatabai'nin ismini andığı zaman “Ruhum ona feda olsun” derdi. Ona, “Allame Tabatabai'ye bu kadar sevgi göstermenin sebebi nedir?” diye sorduklarında diyor ki “Benim ona olan sevgim onun bir filozof olmasından ya da büyük bir Kur'an müfessiri olmasından dolayı değildir. Benim ona yönelik sevgim Ehlibeyt'e olan aşkı dolayısıyladır. O, her ne kazanmışsa velayet sahasından kazanmıştır.”
Allame Tabatabai ile ilgili olarak onun öğrencilerinin anlattığı bu şeyler örnek verilmeye değerdir. Buradan onun şefaat ile ilgili bahsine geçmek istiyorum. Bugünlerde bu konuda şüpheler ortaya konuyor. Mesela deniyor ki “İnsan Allah'la doğrudan irtibat kurabilir, siz insanları neden şefaatçi yapıyorsunuz. Bu şirktir.” Bazıları sırf bundan dolayı şefaate inananları şirke düşmekle suçluyor. Allame Tabatabai'nin Ehlibeyt'e tevessül ve şefaatle ilgili düşünceleri buna cevap konusunda bize ne ölçüde yardımcı olabilir?
Üstat Dinani: Bakınız, şefaat konusunda bu söylediklerinizi söyleyenler, şefaat meselesini anlamayan kişilerdir. Demin de söylediğimiz gibi zahir ehli olan kimseler, Allah'a ulaşmanın yolunun husuli ilimle ve fikri tasavvurlarla olduğunu düşünüyorlar. “Biz zaten O'nu tasavvur ediyoruz, şefaatin anlamı yoktur” diyorlar.
Daha önce de arz ettiğimiz gibi Hak Teâlâ'ya ulaştıran yol batındır. O batının da batını vardır ve herkes o batına ulaşacak yol bulamaz. O yolu bulsa da batının aşamaları vardır. Evliyadan öyle kimseler vardır ki batında sonuna kadar gitmişlerdir. Mümkün olabilecek en sona kadar gitmişlerdir. “Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ” (İki yay kadar kaldı araları yahut daha da yakın.) (Necm Suresi:9. ayet) “Kab-ı kavseyn”e kadar gitmişlerdir.
“Kâbe kavseyn” Kur'an'da geçen müthiş bir kelimedir. İki yay (kavis) anlamına gelen ‘kavseyn' nüzul (iniş) ve suud (yükseliş) kavisleridir. Bu iniş ve yükseliş kavisleri varlık dairesinde tamamlanır. Varlık dairesi derken de bu dairenin üstünde bir şeye sahip değiliz.
Ayet-i kerime'de “ev ednâ” (yahut daha da yakın) ifadesi geçiyor. Bu, çok müthiş bir ifadedir. Burada “yakın” olan Hz. Peygamber'dir. “Ev ednâ” ile bu nüzul ve suud kavislerinden daha yakın ve yüksek olduğu anlatılıyor.
Bu, yani bir insanın batında gidebilme imkanına sahip olacağı en ileri noktadır. Mirac, Hatemu'l Enbiya'nın (s.a.a.) batıni seyridir. Bunu derken ben bunun zahirde olmadığını söylemiyorum, ancak daha çok batın söz konusudur. Bu yola herkes gidemiyor. Eğer zahirci bir insansa Allah'ı kendi tasavvur ettiği gibi bilir. O, kendi tasavvurunda yarattığı bir tanrıya sahiptir.
Eğer batına yol bulan bir insan ise o da yolun tamamını gidemiyor. Batının her merhalesine gidemiyor. Şefaat kelimesi “şef'” kelimesindendir. Şef' kelimesi, iki şeyin buluşması, eşleşmesi demektir. Şef' olmak bir şeyin bir şeye ilişik hale gelmesi, bağlanması demektir. Yani süluk eden, batın yolunda ilerleyen bir insan, o batın yolunun sonuna kadar giden birine vasıl oluyor, bağlantı kuruyor.
Bu bağlanma sayesinde ilerlemek kolaylaşıyor. Eğer ona bağlanmasaydı o yolda gidemezdi. Şefaat budur. Şefaat, batınla ilgili bir şeydir. Şefaat, bizim o yolun sonuna kadar giden Allah'ın evliyası ile bağlantı kurmamızdır. Hatemu'l-Enbiya'nın (s.a.a.) gittiği noktaya Cebrail bile gidememiştir. O da bağlantı kursaydı belki gidebilirdi. Hz. Emir (Hz. Ali) o bağlantıyı kurdu ve gitti. Şefaat işte budur: bağlantı kurmak ve gitmek. Şefaat eğer dedikleri gibi o zahiri anlamıyla olsaydı evet onlar haklı olurdu. Çünkü o zaman bir anlamı yoktur ki…
Laricani: Üstat yavaş yavaş programımızın sonuna yaklaşıyoruz. Aziz seyircilerimiz, inşallah sizin anlattıklarınızdan fazlasıyla yararlanmıştır. İnşallah diğer programlarımızda daha fazla istifade edeceğiz. Siz Allame Tabatabai ile on yıldan fazla birlikte oldunuz. Sadece toplu ortamlarda değil, ikili olarak da onunla çok zaman geçirdiniz. Acaba onunla şimdiye kadar herhangi bir yerde anlatmadığınız bir hatıranızı bize anlatır mısınız?
Üstat Dinani: Elbette hatıralar oldukça fazla, onun hizmetinde olduğum her lahza benim için bir hatıradır. Onun söylediği her cümle bir hatıraydı. Gündüz ve gece derslerinde ve bahsini ettiğim yolculuklarda birçok hatıralarım oldu. Ama benim hayatımı da bir anlamda değiştiren bir hatıramı size anlatayım.
Biz havzada dini ilimler okuyan arkadaşlar olarak bir şiir topluluğu kurmuştuk. Fıkıh, usûl vs gibi dini ilimler okuyorduk, bir şiir topluluğu kurduk; ama bu gizliydi. Çünkü o dönemlerde dini ilimler tahsil eden talebelerin şiir yazması hoş karşılanan bir şey değildi. Biz üç dört kişi bir şiir topluluğu kurmuştuk. Haftada bir, bir araya gelir yazdığımız şiirleri birbirimize okurduk.
Laricani: Siz de şiir yazar mıydınız?
Üstat Dinani: Evet ben de şiir yazardım. Şu an burada okuyamam ama bir miktar gazelim var. Biz, bunu gizli tutuyor ve kimseye duyurmuyorduk. Bu sadece üç dört kişi arasında olan bir şeydi. Gerçekten çok ilginçtir, Allame Tabatabai'den ders aldığım, İbn Sina'nın Şifâ derslerini aldığım bir gün dersle ilgili soru sormak için onun yanına gitmiştim. Bir sokağın başında durduk, dönüp bana “Duyduğuma göre şiir yazıyormuşsun!” diye buyurdu.
Ben bunu nereden anladı diye çok şaşırdım; çünkü dediğim gibi bu gizliydi. Ona, “Evet, arkadaşlarla haftada bir toplanıyoruz ve şiir okuyoruz” dedim. Allame Tabatabai'nin kendisi de şiir yazardı. Nitekim siz bu programda onun bir şiirini okudunuz.
Allame Tabatabai biraz durdu ve “Şimdilik şiir yazman gerekmez” dedi. Dedim ki “Siz öyle diyorsanız bir daha şiir yazmam; ama acaba niçin şiir yazmamam gerektiğini sorabilir miyim?” Bana aynen şunu söyledi. Söylediği cümle tamamen aklımdadır. Buyurdu ki “Sen şu an felsefe okuyorsun, zihnin tahayyül yönünde gelişir.”
Başka da bir şey demedi. Ben de bunun üzerine şiiri terk ettim ve (gülerek) şimdiye kadar da başka şiir yazmadım. Şiir okurum ama şimdiye kadar şiir yazmadım. Eğer yazsaydım belki orta düzeyde bir şair olabilirdim. Gerçi şiir yazma demedi, “Şu an senin şiir yazman gerekmez, sen felsefe okuyorsun, zihnin hayallere boğulmasın” dedi. Bu da benim şiir yazmayı bırakmama sebep oldu ama şiir okurum.
Laricani: Çok teşekkür ederiz üstat, çok istifade ettik. Hem ben hem izleyicilerimiz inşallah başka programlarda Molla Sadra, Sühreverdi gibi diğer filozofların görüşleriyle ilgili olarak da sizden istifade ederiz. Bu saate kadar bizi izleyen seyircilerimize de çok teşekkür ederiz.
www.medyasafak.net