.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

1- Şükretmenin Önemi

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür” buyurarak zikrullah’ın önemini vurguluyor ve sonrasında şükretmeği kendi zikriyle birlikte anıp şöyle buyurmuştur: Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin. [1]

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin.[2]

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.[3]

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım.[4]

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Kullarımdan şükredenler pek azdır.[5]

el-Kafi kitabında İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Yiyip de şükreden kişinin mükafatı, yalnızca Allah rızası için oruç tutan kişinin mükafatı gibidir ve sağlığına şükreden kişinin mükafatı sağlık nimetinden yoksun olup da var olan durumuyla yetinen kişinin mükafatı gibidir.

İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Yüce Allah, şükür kapısını açmış olduğu kulundan bolluk nimetini sakınmaz.

İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Kime şükretmek nimeti verildiyse bolluk nimeti de verildi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım.[6]

İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Yüce Allah nimet verip de kalbiyle bu nimeti bilip diliyle bu nimetin şükrünü yerine getiren kulu için fazlasının vermesini emreder.

İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) gecesini Ayşe’nin yanında geçirdiği sırada Ayşe şöyle dedi: Ey Allah’ın elçisi geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmışken neden kendini bunca sıkıntıya sokuyorsun? Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: Ey Ayşe, şükreden bir kul da mı olmayayım. Hadisin devamında İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: Hz. Peygamber (s.a.a) çok uzun süre ayakta durup ibadet ederdi ve bu sebeple kendisine şöyle vahyedildi: Biz, Kur’an’ı sana, güçlük çekesin diye indirmedik.[7]

İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Tevrat’ta şöyle yazılmıştır: Sana nimet verene şükret ve sana şükredene nimet ver. Zira şükürle birlikte nimete zeval olmaz ve küfranla birlikte nimete beka olmaz. Şükür nimetleri artırır ve değişime uğramasını önler.

İmam Cafer Sadık’a (a.s) “Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an”[8]ayeti kerimesinde anlatılan nimetin ne olduğu sorulunca şöyle buyurdular: Allah’ın sana bahşettiği, sana ayrıcalık tanıyıp verdiği ve sana ihsan ettiği nimetler. Sonra şöyle buyurdular: Onun dinini anlat, Allah’ın vermiş olduklarını anlat ve onun nimetlerini dile getir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: İnsan üç şeye sahip olursa hiçbir şey ona zarar veremez; Sıkıntılarda dua etmek, günah sonrasında af dilemek ve nimetler karşısında şükretmek.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Nimetlerin şükrü, günahlardan uzak durmaktır ve şükrün tamamlayıcı parçası, insanın, “Elhamdu lillahi rebbil âlemin”[9]demesidir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Bütün nimetlerin şükrü, bu nimet her ne kadar büyük olursa olsun, Yüce Allah’ı hamdetmektir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Allah’ın vermiş olduğu büyük veya küçük nimetler karşısında “Elhamdu lillah”[10]diyen bütün kullar, bu nimetin şükrünü yerine getirmişlerdir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Kimileri bir yudum su içer ve bu sebeple Yüce Allah onları cennete götürür. Sonrasında şöyle buyurdular: Su tasını alıp ağzına dayadığında “bismillah” der, bir yudum su içer ve su içmeğe devem etmek istediği halde su içmeği durdurup “elhamdu lillah” der, ardından bir yudum su içip yine ara verir ve “elhamdu lillah” der, sonrasında ise Yüce Allah bu yaptığı sebebiyle cenneti ona farz kılar.

İmam Musa Kazım (a.s) şöyle buyurmuştur: (Kendisine verilen) bir nimet sebebiyle Allah’a hamd eden kul bu nimetin şükrünü yerine getirmiştir ve hamdetmenin kendisi bu nimetten daha üstündür.

Ömer bin Yezid ismindeki ravi şöyle nakleder: İmam Cafer Sadık’a (a.s) şöyle sordum: Allah’tan bana para vermesi için dua ettim ve Allah bunu bana verdi. Allah’tan bana evlat vermesini istedim ve bunu bana verdi. Allah’tan bana ev vermesini istedim ve Allah bunu da bana verdi. Şimdi endişe içindeyim, acaba bütün bunlar “istidrac”[11]sebebiyle olmasın? Bunun üzerine İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurdular: Hayır, Allah’a ant olsun ki hamd ile birlikte istidrac yoktur.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) hakkında şöyle nakledilmiştir: İmam Cafer-i Sadık (a.s) camiden çıktığında merkebinin yerinde olmadığını gördü ve şöyle buyurdu: Yüce Allah onu bana geri döndürürse hakkıyla onun şükrünü yerine getireceğim. Kısa bir süre sonra kaybolan merkebi bulup kendisine getirdiler ve İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Elhamdu lillah”. Bunun üzerine oradakilerden biri şöyle dedi: Hakkıyla bunun şükrünü yerine getireceğinizi söylemediniz mi? İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Elhamdu lillah” dediğimi duymadın mı?

İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) sevindirici bir olayla karşılaştığında her zaman “Bu nimet için Allah’a hamdolsun” buyururdu ve üzücü bir olayla karşılaştığında “Bütün haller için Allah’a hamdolsun” buyururdu.

İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Sıkıntıda olan birisini gördüğünde bu kişi duymayacak şekilde üç defa şöyle söyle: Sana vermiş olduğu sıkıntıdan beni muaf tutan Allah’a hamdolsun, kuşkusuz bunu yapmak isteseydi kesinlikle yapabilirdi. Bunu söyleyen kişi kesinlikle bu sıkıntıya duçar olmaz.

2- Şükrün Tanımı ve Hakikati

Şükretmek, en büyük amellerden biridir ve ilim, hâl ve amel unsurlarının birleşiminden oluşur. İlim ve bilgi, şükrün aslını ve kökünü oluşturur ve hâl’in oluşmasına zemin hazırlıyor. hâl ise amelin meydana gelmesine sebep olur. İlim ve bilgi, nimetlerin kaynağını bilmek ve bu bilince varmaktır. Hâl ise bu nimete sahip olmanın verdiği sevinçtir. Amel, nimet veren makamın amacı doğrultusunda hareket etmek anlamındadır. Buradaki amel, aynı zamanda insanın kalbini, uzuvlarını ve dilini kapsamaktadır.

Allaha karşı, şükür görevini yerine getirmek isteyen kişi her şeyden önce bütün nimetleri Allah’tan bilmeli ve bu bilinçle Allah’a şükretmelidir. Allah’a şükretmek isteyen kişi Allah’ın verdiği nimetleri kendisine ulaştıran aracıları -rahmetiyle senin sevgini onların kalbine verdiği, düşüncelerini ve duygularını sana bu nimeti ulaştıracak şekilde yönlendirdiği aracıları- Yüce Allah’ın birer görevlisi olarak görmelidir. İşte bu kalple şükretmektir.

Nimetler karşısında Yüce Allah’a karşı duyulan huşu eşliğindeki sevinç duygusu aynen nimetleri Allah’tan bilmenin bir tür şükür olması gibi bir tür şükürdür. Bu durumda bu nimetleri nimet veren makama bir adım daha yaklaşabilmek için bir araç olarak görüyorsan ve nimetlerin kendisi için veya bu nimetlerin sana verilmesi için sevinmiyorsan, bu şükrün en üst seviyesidir. Kişinin bu tür bir bilinç ve bakış açısına sahip olduğunun göstergesi ise dünya nimetlerine ulaşınca, bu nimetlere ulaştığı için değil de bu nimetleri ahiretini güzelleştirebilmek için bir araç olarak kullanabileceğine sevinmesi, sadece bu tür bir özelliğe sahip olan nimetler için sevinç duyması ve insanı Allah’tan uzaklaştırabilecek nimetlere yönelik sevinç değil de üzüntü duymasıdır. İşte bu, kalbi şükürdür.

İnsanın, kendisine nimet veren makamı tanımakla duymuş olduğu kalbi sevinç sadece kalbe özgü değildir ve dilinde ve diğer uzuvlarında kendisini gösterir.

Bu kalbi sevincin kalp üzerindeki etkisi, kişinin, bütün insanlara yönelik iyi düşünceli olması ve tüm insanların hayrını istemesidir. Dil üzerindeki etkisi Allah’a hamdedip onun şükrünü yerine getirmesidir. Diğer uzuvlarındaki etkisi, kendisine verilen bu nimetleri Allah’ın rızası yönünde kullanmak ve bu nimetleri birer günah aracı olarak kullanmamasıdır. Örneğin gözlerin şükrü, Müslüman kardeşlerinden görmüş olduğu kusurları görmezden gelmektir. Kulağın şükrü Müslüman kardeşleriyle ilgili duymuş olduğu kusurları duymamış gibi davranmaktır. İşte bu ve benzeri davranışlar bu uzuvların bir tür şükrünü yerine getirmektir.

Marifet ehli bir zat şöyle der: Göz nimeti karşısında nankörce davrananlar aynı zamanda güneş nimetine yönelik nankörce davranmışlardır. Zira güneş nimeti, görme nimetini tamamlar ve bu iki nimet, insanın görebilmesi, dinine ve dünyasına yarar sağlayacak şeylere doğru gitmesi ve kendisine zarar veren şeylerden uzak durması için yaratılmıştır. Gerçek şu ki yer ve gök, dünya ve içindeki şeyler, insanın yardım alıp da Allah’a yaklaşabilmesi için yaratılmıştır. Allah’a ulaşmak ise ancak dünya hayatı boyunca onun sevgisini kalpte taşımakla, dünya hayatı boyunca onunla ünsiyet kazanmakla ve dünyanın aldatıcı parlaklığına kapılmamakla mümkün olabilir. İnsanın, dünya hayatı boyunca ilahi ünse ulaşmasının yolu daima Allah’ı anmasıdır. İlahi sevgiye ulaşmanın yolu ise uzun tefekkür sonrasında elde edilebilen marifet ve bilgidir. Bütün durumlarda Allah’ı anmak ve her zaman tefekkür halinde olmak ise ancak sağlıklı bir vücuda sahip olmakla gerçekleşebilir. Sağlıklı bir vücut ise yeryüzünün var olmasına, gökyüzünün ve bu dünya düzeninin var olmasına bağlıdır. Öyleyse bütün bunlar insan vücudu için yaratılmıştır ve insan vücudu, ruhunun bineğidir. Allah’a dönecek olan şey ise ibadetler ve ilahi marifet ile itminan makamına varmış olan insan nefsidir. Dolayısıyla bir nimeti ilahi itaat dışında kullanan kişi bu nimeti araç edindiği bütün günahlarda Allah’ın bu nimetine karşı nankörlük etmiştir. Bu sebeple gerçek şükür sahibi kullar çok az bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Kullarımdan şükredenler pek azdır.[12]

3- Allah’a Şükretmekten Maksat

Şöyle bir soru insanın aklına gelebilir: Şükretmek, ancak bizim teşekkürümüzden faydalanan ve belirli yararlar elde eden birisi için düşünülebilir. Örneğin halk, başlarındaki hükümdara teşekkür eder ve bu hükümdarın kalbinde yer edebilmek için onu över, onun insanlar nezdindeki saygınlığını artırabilmek için, makam ve etkinliğini arttırabilmek için elinden geleni yapar, onun dileklerini yerine getirebilmek için koşuşturup durur. Ancak bunların hiçbiri Yüce Allah hakkında düşünülemez.

Her şeyden önce Yüce Allah, hakkında makam artışı, hakimiyet genişlemesi ve benzeri şeyler düşünülemez. Ayrıca bizim onun yolunda harcadığımız bütün dünyevi nimetler, göstermiş olduğumuz bütün çabalar ancak Yüce Allah’ın bize bahşetmiş olduğu diğer bir nimettir. Zira sahip olduğumuz bütün uzuvlarımız, güç ve irademiz, niyet ve azmimiz, bizim bir yönde çaba harcamamız için gerekli olan bütün etkenler ve çabamızın kendisi dâhil her şeyimiz Yüce Allah’tandır; onun yaratmış olduğu bir varlıktır ve onun bir nimetidir. Öyleyse bir nimetin şükrünü kendisi de nimet olan diğer bir nimetle nasıl yerine getirebiliriz?

Büyük bir zat bize bir at hediye ederse ve biz de teşekkür olarak onun diğer bir atını onun binmesi için tutarsak, o da bu yaptığımızı telafi etmek için bize yeni bir at hediye ederse bu durumda ikinci at kesinlikle bize verilmiş olan birinci atın teşekkür aracı olarak kullanılamaz. Zira ikinci atın kendisi aynen birinci atta olduğu gibi yeni bir teşekkür gerektirir ve hediyenin kendisini hediye etmekle teşekkür yapılamaz. Yani hediye edilen şey değil de farklı bir şey hediye edilerek teşekkür ifadesinde bulunulabilir. Bu durumun böyle devam etmesi, bizim, Yüce Allah’a teşekkür etmemizin pratikte imkânsız olduğunu açıklamak için yeterlidir. Ancak diğer yandan dinimiz, bizi, Allah’a şükretmekle görevlendirmiştir. Durum böyle olunca insan ister istemez bunun nasıl gerçekleşmesi gerektiğini merak eder ve “olanaksız olduğu halde nasıl dinimiz bizi bununla yükümlü kılmıştır?” sorusunu sorar.

Hadis kaynaklarımızda gördüğümüz kadarıyla bu soru Hz. Davut’un (a.s) veya Hz. Musa’nın (a.s) da sorduğu bir sorudur. el-Kafikitabında İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Yüce Allah, Hz. Musa’ya (a.s) şöyle vahyetti: Ey Musa benim şükrümü hakkıyla yerine getir. Bunun üzerine Musa (a.s) şöyle dedi: Ey yüce rabbim nasıl senin şükrünü yerine getirebilirim? Oysa yerine getirdiğim her şükür senin bana vermiş olduğun bir nimettir. Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Musa, şimdi benim şükrümü yerine getirdin. Zira bunun da benden olduğunu anladın.

Diğer bir hadiste şöyle yazar: Musa (a.s) şöyle dedi: Sana yapacağım şükür, senin bana bahşetmiş olduğun ve kendi başına yeni bir şükür gerektiren yeni bir nimettir. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: Bütün nimetlerin benden olduğunu anlamanı şükür olarak kabul ediyorum.

İmam Zeynel Abidin’in (a.s) “Allah’ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız”[13]ayetini okuduktan sonra şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Ne yücedir o Allah ki bütün nimetlerin tanınmasını, ancak o nimetin hakkıyla tanınamaz olduğu bilincine varmak olarak insan için belirlemiştir. Aynen kendi marifeti olarak, O’nun ancak tanınamaz olduğu bilincine varmayı insanlara nasip ettiği gibi.

Birinci sorunun cevabına gelince; Yüce Allah’ın insanlardan kendisine şükretmelerini istemesi aynen diğer komutlarında olduğu gibi, kendisine herhangi bir yarar sağladığı için değil bunun yararının insanlara dönmesi hasebiyledir.

Konuyu daha iyi anlayabilmek için örneğin büyük bir sultanı aklınızda canlandırın. Bu sultan uzak bir ülkedeki bir kölenin ona gelmesi için kendisine para, binek ve diğer imkânlar sağlarsa, bu durumda bu sultan için iki şey düşünebiliriz. Bir ihtimalle bu sultan, bu köleden yararlanabilmek için onu yanına getirtir. İkinci ihtimal şu ki bu kölenin sultan için yapabileceği herhangi bir iş yok ve sultan sadece ve sadece ona iyilik yapmak amacıyla onu yanına getirtir. İşte Yüce Allah’ın insanlardan kendisine şükretmelerini istemesi bu ikinci ihtimaldeki sebepledir.

4- Şükre Ulaşmanın Yolu

Şükre ulaşmak ancak doğru bir şekilde bilinçlenmek ve bildiklerine uymakla mümkün olabilir. Yani kul, Allah’ın yaratmış olduğu bunca türlü varlıklar üzerine düşünüp de Allah’ı tanımalıdır. Kendisinden aşağıda olanlara bakıp da haline şükretmelidir. İnanç bakımından kendisinden üstün olan insanlara bakıp da onların aşamasına varmak için elinden gelen tüm çabayı göstermelidir. Sıkıntılı anlarında, daha büyük bir sıkıntıyla imtihan edilmediği için ve bu sıkıntılarının inançla ilgili değil de dünyevi sıkıntılar olduğu için şükretmelidir. Kimi durumlarda insanın başına gelen dünyevi sıkıntılar, dünyadan bir nebze kopmasına ve bütün hataların başı olan bir beladan, yani dünya sevgisinden kurtulmasına vesile olur. Bu durumda, aslında başına gelen bu bela ve sıkıntılar, başlı başına büyük bir şükür gerektiren büyük bir nimetten başka bir şey değildir. Ayrıca bütün bela ve sıkıntıların mutlaka bir günahın kefareti olduğu veya insanın makamını yükseltmek için olduğu göz önünde bulundurursa bu belalar karşısında yapılması gereken şükrün önemi daha çok açıklık kazanır.

Ancak bütün bunlara rağmen bizim yapmamız gereken şey, Allah’tan afiyet, sağlık ve genişlik istemektir. Zira afiyet durumu, bela durumundan daha iyidir.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve imamlarımız (a.s) dünya ve ahiret belalarından Allah’a sığınıyorlardı ve şöyle buyuruyorlardı: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver.[14]Bu yüce zatlar her zaman düşmanların düşmanca davranışlarından Yüce Allah’a sığınırlardı, belalardan ve olumsuz takdirlerden Allah’a sığınırlardı.

Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Allah’tan afiyet isteyin. Zira hiçbir kula yakin nimeti haricinde afiyetten daha üstün bir nimet verilmedi.

Hz. Peygamber (s.a.a) burada “yakin” nimetine değinerek kastetmiş olduğu afiyetin fiziki afiyet değil de kalbi afiyet olduğunu ve cahillik hastalığından uzak durmak olarak yorumlayabileceğimiz nimet olduğunu açıklamıştır.

[1]     Bakara, 152.

[2]     Nisa, 147.

[3]     Âl-i İmrân, 145.

[4]     İbrahim, 7.

[5]     Sebe, 13.

[6]     İbrahim, 7.

[7]     Taha, 2.

[8]     Duha, 11.

[9]     Anlamı: Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun. “الحَمدُ لِلهِ ربِّ العالمین”

[10]    Anlamı: Allah’a hamdolsun. “الحَمدُ لِله”

[11]    İlahi sünnetlerden birisi istidrac’dır. Kısaca Yüce Allah bir insana bol nimetler verirse ve bu nimetleri onun azabını bir nebze daha artırmak için bir araç olarak kullanırsa bu durumda bu insan istidrac halindedir.

[12]    Sebe, 13.

[13]    Nahl, 18.

[14]    Bakara, 201.