.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

İsmail Mansuri Laricani
Çeviri: Hüseyin Mahir

Selam aziz izleyiciler, Allame Tabatabai'nin vefat yıl dönümünün eşiğindeyiz. Marifet programının bu bölümünde özel bir söyleşimiz var. Allame Tabatabai'nin seçkin öğrencilerinden ve şu anda da ülkemizdeki irfan ve felsefe kürsüsünün seçkin hocalarından biri olan Sayın Dr. İbrahimi Dinani ile birlikteyiz.

Aziz üstada hoş geldiniz diyor ve teşekkürlerimizi arz ediyoruz. İzin verirseniz önce siz Allame Tabatabai ile tanışıklığınıza dair bir giriş yapın ben de ardından sorularımı yönelteyim.

Üstat Dinani: Pekâlâ, bismillahirrahmanirrahim. Benim Hz. Allame Tabatabai ile tanışıklığım, öğrencinin hocasıyla tanışıklığıdır. Ben Havza talebesi olduğum dönemde o da Havza'nın meşhur hocalarından biriydi. Merak hissiyle kendisini keşfettim ve onun ders oturumlarına katılmaya başladım; gündüz olan derslerine…

Daha sonra derslerine daha sık katıldıkça yakınlığımız arttı ve gece verdiği derslere de katılmaya başladım. Gece derslerine katılan kişi sayısı parmakla sayılacak kadar azdı ve gizliydi. O derslere herkes gelemiyordu. Kendisi bir müddet sonra benim de o derslere katılabileceğimi söyledikten sonra ben de aralarına katıldım.

Benim Kum'da bulunduğum yıllar boyunca yani yaklaşık 10, 12 yıl müddetince hem gündüz verdiği normal derslerine hem de geceleri dönüşümlü olarak dostların evlerinde yaptığı derslerine katıldım. O dersler haftada iki geceydi. Allame o derslerinde içinde sakladığı gerçek düşüncelerini ortaya koyuyordu.

Gece derslerinde rahat konuşuyordu, gündüz yaptığı derslerde birçok şeyi söylemiyor veya söylemek istemiyordu. Gündüzleri kitaptan ders verirdi. Ama kendi sahip olduğu özel düşünceleri, yani kendisinin açıklamak istediği düşünceleri gece derslerinde anlatıyordu.

Laricani: (Gülerek) Yani sırları açıklıyordu.

Üstat Dinani: (Gülerek) Sırlar değildi, düşüncelerdi. Fakat çok derin konular oldukları için belki de birçok yerde bunları gündeme getirmeyi uygun görmüyordu. Başka yerde gündeme getirilmeyen bu düşünceler o gece derslerinde konu olurdu. Öğrenciler de kendisine yakın ve özel öğrencileriydi.

Laricani: Sizden başka kimler vardı mesela?

Dinani: Mesela Sayın Cevadi-i Amuli vardı, Hasanzade Amuli vardı, Abbas Ebuturabi, Uveysi Gazvini, Saini Zencani, Şeyh Abbas Necefabadi, ben vardım, Muhammed Hamenei ve Dr. Ahmed Ahmedi vardı.

Bu dersler uzunca bir süre devam etmişti ama biz ilk döneminde yoktuk. İlk döneminde Sayın Mutahhari falan vardı. Benim olduğum dönemde bu söylediklerim mevcuttu. Ben Kum'da bulunduğum süre boyunca bu derslere katılma bahtiyarlığına eriştim. Ayrıca ben kendisinin Tahran'da Henri Corbin ile yaptığı görüşmelere Kum'dan kendisiyle birlikte giden tek kişiydim. Yani ben gündüz verdiği derslere ilaveten hem Kum'daki gece derslerine hem de Tahran'daki derslerine katılıyordum.

Laricani: Henry Corbin'den bahsettiniz. Henri Corbin, İslam maarifiyle özellikle de İslam irfanıyla çok ilgili biridir.

Dinani: Özellikle de Şiilikle çok ilgilidir.

Laricani: O, eserlerinde Şia irfanını çok öne çıkardı; bunun sebebi nedir üstat?

Dinani: Bu çok ayrıntılı bir mesele… Merhum Henri Corbin, kuşkusuz çağımızın büyük filozoflarından biriydi. Batı'daki çeşitli felsefi ekolleri tanıması ve birçok felsefe üstadını görmesi bakımından benzerine az rastlanabilecek biriydi.

O, birçok felsefe üstadıyla ya görüşmüş veya onların öğrencisi olmuştu. Batı felsefesine, Batı felsefesi tarihine ciddi bir hâkimiyeti vardı. Kendisi de büyük bir filozoftu. Maneviyatçı bir insandı, zatı itibariyle maneviyatçı insanlardan biriydi. Hocası olan Louis Massignon sayesinde Sühreverdi'nin eserleriyle tanışıyor. Sühreverdi'ye adeta cezp oluyor; özellikle de Sühreverdi'nin misal âlemine…

Sühreverdi ‘munfasıl' bir hayal âlemine inanır. Çok az filozof ‘munfasıl' hayal âlemini esas almıştır. Hatta Molla Sadra bile hayal âlemini ‘muttasıl' olarak görmektedir. Hayal âleminin ‘munfasıl' olduğu ve misal âlemi olduğu konusunda ısrar eden tek filozoftur. Şeyh Ahmed Ehsai gibi ‘misal-i ekber' görüşünde değildi. Bu mesele Corbin'i cezbetmişti. Daha sonra Corbin'in eserlerinde Sühreverdi'nin bu düşüncesi ‘Arz-ı Melekût' adı altında söz konusu edildi. Corbin'in bu isimle bir kitabı da vardır. ‘Arz-ı Melekût', yani bu içinde yaşadığımız doğal coğrafi yeryüzü onun gözünde melekûtî bir yerdir. Melekûtî bir yeryüzüdür. Sühreverdi'nin bu düşüncesi Henri Corbin'i çok etkilemişti. Sühreverdi'nin birçok eserini yayımladı. Daha sonra yavaş yavaş diğer İslam arifleriyle aşina oldu. Özellikle Seyyid Haydar Amuli ve Molla Sadra'yla…

Ömrünün sonlarına doğru bu fikri akıma kapıldı ve Şiilik dünyasına girdi. O, Şiiliğin canlı ve bu güne dair sözü olan tek manevi yol olduğuna inanır. Evet, ben daha uygun bir zamanda Corbin'den ve düşüncelerinden çok daha ayrıntılı bir şekilde bahsederim.

Batı'da insanlığın yeni bir maneviyata, unutulmuş bir maneviyata ihtiyacı olduğunu savunan bir grup insan vardı ve onlardan biri de Henri Corbin'di. Bir diğeri Hermann Hesse, bir başkası da meşhur Dinler Tarihi kitabının yazarı Mircea Eliade idi… Bunlara benzer başka filozoflar da vardı, fikirleri birbirine oldukça yakındı. İsviçre'nin bazı kentlerinde zaman zaman toplantılar da yapar ve yılda bir iki defa fikir alışverişinde bulunurlardı. Bunlardan biri de Henri Corbin'di.

Henri Corbin, daha sonra İran'a geldi, ardından da her yıl dört beş ay İran'da kalmaya başladı. Bu vesileyle merhum Allame Tabatabai ile irtibat kurdu. Allame Tabatabai ile görüş alışverişinde bulunurlardı. Ne mutlu bana ki ben de onların bu toplantılarına katıldım.

Laricani: O toplantılarda bahis konusu edilen önemli meseleler nelerdi?

Üstat Dinani: Tamamı maneviyat eksenliydi, dünyanın maneviyata olan ihtiyacıyla ilgiliydi. Her ikisi de maneviyatçı kişilerdi. Merhum Allame Tabatabai, filozof ve arifti; Henri Corbin de gerçekten maneviyatçı bir insandı, görünürde Hıristiyan'dı, zahiren din değiştirmiş de değildi. Fakat bir Şii'den eksiği yoktu, gerçekten tam anlamıyla bir Şii'ydi. Ama değişimini izhar etmedi. Orada bugünün insanının ihtiyacı olabilecek ve bugünün insanını etkileyebilecek olan manevi konular ele alınırdı. Hıristiyanlıktan söz ederdi, merhum Allame Tabatabai de İslam'dan bahsederdi. Konular çok uzun ve ayrıntılıydı, burada onları anlatacak zaman yok; ama örnek olması bakımından şunu söyleyeyim:

Mesela insanlığın ilk atası olarak kabul ettiğimiz Âdem'in ‘ilk günahı', bu konulardan biriydi. Hıristiyanlar bu hatayı zati bir hata olarak görüyorlar. Onlara göre beşer, zati olarak, doğuştan günahkârdır, bu hata da zatiydi ve Hz. Mesih çarmıha gerilerek insanın bu günahını ortadan kaldırmak istedi.

Bildiğiniz gibi İslam'ın bu konudaki telakkisi farklıdır. İslam, insanı zat ve fıtrat olarak temiz kabul ediyor, günahkâr saymıyor. Günahı arızi bir şey olarak görüyor. Bu bir tartışma konusudur, günah acaba insan için zati bir şey midir, yoksa arızi bir şey mi? Ondan sonra şu gündeme geliyor: Eğer günah arızi ise, ne gibi sonuçları olur, zati ise ne gibi sonuçları olur? Mesela bu konu üzerinde çokça bahsedilirdi. Günahın zati olması halinde etkileri nelerdir, arızi olması halinde bunun sonuçları ne olur? Bu tür konulardı. Ben bunu bir örnek olarak zikrettim. İşte bu tür konular yıllar boyunca söz konusu edildi. Özetle ele alınan konu, insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu maneviyat meselesiydi.

Laricani: Henri Corbin bahsi o kadar tatlı ve cazip ki insan hemen geçemiyor. O, Seyyid Haydar Amuli'nin kitaplarını yayımlarken Câmiu'l-Esrâr'a bir mukaddime yazıyor. Orada Şii maarifine olan gönül bağını açıkça ortaya koyuyor. Allame Seyyid Haydar'ın en büyük hüneri, Muhyiddin'in düşüncelerini Şia maarifine katması oldu.

Üstat Dinani: Evet öyle… Merhum Corbin, sizin de işaret ettiğiniz gibi Şii bir arif olan Seyyid Haydar Amuli'ye cezp olmuştu. Onun birçok eseri üzerine çalıştı ve bunları yayımladı. O genel olarak şuna inanırdı -ki ben de onunla aynı düşünceyi paylaşıyorum ve onun bu düşüncesini çok seviyorum- onun inancına göre Şiilik olmaksızın irfan olmaz. O, tüm arifleri, hatta Sünni olanlarını dahi Şii olarak görürdü.

Ona göre Mevlana'nın veya Attar'ın şiirlerinde yaptığı gibi kimi ariflerin halifeleri övmesinin veya onlara şiirler yazmasının bir önemi yoktu. Ona göre irfan, tümel (küllî) velayete bağlılık olmaksızın imkânsızdır ve tümel velayet de Şii İmamlarına aittir. İşte bu bağlamda Şii olmayan hiçbir arifin olamayacağına inanıyordu. Bu çerçevede tüm ariflere büyük bir bağlılık içindeydi; ama Haydar Amuli hem arif hem de Şii olduğu için Muhyiddin'i de atlayıp Seyyid Haydar Amuli'ye meftun olmuştu.

Laricani: Pekâlâ üstat, yeniden Allame Tabatabai bahsimize geri dönelim. Allame'nin çok değerli kitaplarından biri de Usul-i Felsefe ve Reviş-i Realizm'dir (Felsefenin İlkeleri ve Realizm Yöntemi). Sizin de bildiğiniz gibi Allame Tabatabai, o kitabı yazdığı dönemde ülkemiz, özellikle de ülkemizin yazılı kültürü Batı felsefesinin ve diyalektik materyalizmin saldırısı altındaydı. Sizce onun eserleri bu düşüncelere karşı koymada ne ölçüde etkili oldu?

Üstat Dinani: Evet, güzel bir soru sordunuz. Merhum Allame Tabatabai, eşine az rastlanır bir insandı. Allame Tabatabai şu an çok meşhurdur, şu an onu herkes tanıyor, şimdi onu tanımayan hiç kimse yok. Birçok öğrencisi vardı. Allah'a hamd olsun ülkemizde muhtelif alanlarda onun birçok öğrencisi var.

Merhum Allame Tabatabai, çok geniş kapsamlı bir insandı. Filozoftu, kelâmcıydı, büyük bir müfessir, büyük bir fakih, usûlcüydü ve büyük bir edebiyatçıydı. Arap edebiyatında da çok eşsiz biriydi.

Fıkıh ve usûl (fıkıh metodolojisi) alanında yazdığı eserleri biz gördük, el yazısıyla yazdıklarını gördük, onlar şu an basıldı mı bilmiyorum. Sanırım birçoğu basılmadı, bazıları basıldı. 40 yıl önce biz eserlerini basmak, yani düzenlemek ve yayım aşamasına getirmek için kendisinden izin istedik. Defalarca tekrar ettiği bir sözü vardı ki bu söz benim için çok ilginçti ve hala unutmadım. Allame Tabatabai'nin fıkıh ve usûl eserleri aslında çok önemliydi. Kendi döneminde onun fıkıh bilgisi düzeyinde çok az sayıda âlim vardı.

Allame Tabatabai “Menbehi'l-kifâyedir'' (yeterince var) diye buyurdu. Bu konuda çok sayıda kitap yazıldı, benimkiler basılmasa da önemli değil demek istiyordu. O, bu sözüyle zamanının ruhunu bildiğini, zamanını çok iyi tanıdığını ve neyin daha fazla gerekli olduğunun farkında olduğunu gösteriyordu. Bunu, yaşantısıyla ve davranışlarıyla da ispat etmiştir.

Mesela Havza (medrese) âlimleri arasında genellikle tefsir çok az söz konusuydu. Yani çok az âlim tefsir yazıyor veya tefsir dersi veriyordu. O, kendi döneminin öğrencileri için tefsirin gerekli olduğunu hissetti. Tefsir dersleri verdi ve muhteşem el-Mizan tefsirini yazdı.

Ayrıca o dönemde felsefenin gerekli olduğunu hisseti, elbette şimdi de gerekli; ama o kendi döneminde bunu hissetti ve felsefe dersleri verdi. Felsefe öğretimi onun hayatı için çok zararları olan bir şeydi, başına pek çok dert açtı ki şimdi ben bu meseleye girmek istemiyorum. Havzada felsefe dersleri vermek birçok sorunla karşı karşıya kalmaya sebep oluyordu. Maddi hayatını olumsuz etkiliyor, dikkate alınmamasına yol açıyordu. Bunlara rağmen o felsefe dersleri verdi. Allame Tabatabai fıkıh eserleri için ‘yeterince var' diyerek eksik gördüğü alanlar üzerinde durdu.

Ve bununla irtibatlı olarak sizin de işaret ettiğiniz Felsefenin İlkeleri ve Realizm Yöntemi kitabını yazdı. O dönemde materyalist düşünce ve ona bağlı olarak Marksist, komünist fikriyat çok yaygındı, bu düşüncelerin çok sayıda propagandacısı vardı. Örneğin Kum'da çok fazla sayıda propagandacıları vardı. Hatta Feyziye Medresesinin göbeğindeki gazete satıcısı, ateşli bir Marksist'ti. Her gün birileriyle çatışırdı, çok sayıda kitap, yayın organı vs. yayımlanırdı. Allame Tabatabai işte böyle bir dönemde bu konuda bir şeyler yazmak gerektiğini hissetti.

İşte o sözünü ettiğim gece derslerinde bu konulardan bahsederdi. Tabi o dönemde ben o derslerde yoktum, bundan sonraki derslere katılmıştım. Sizin bahsettiğiniz o kitap da bu gece derslerinin bir ürünüdür. O derslere katılan arkadaşlardan biri merhum Mutahhari idi. Orada diyalektik materyalizmin zayıf noktaları nelerdir diye bir konu açmışlar, daha sonra merhum Mutahhari ona şerh yazdı. O dönemde çok büyük bir etki yaptı. Şu anda o kitaba fazla ilgi olmayabilir ama o dönemde çok etkili bir eserdi.

Allame Tabatabai zamanını tanıyan biriydi, kendi zamanında neyi yapması gerektiğini hissettiyse onu yaptı. O hem fakihti, hem usûlcüydü, hem müfessirdi, hem edebiyatçı; ama ben onun bu çok yönlülüğüyle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum ki felsefeci yönü çok güçlüydü.

O öncelikle tam bir filozoftu. Kelimenin tam anlamıyla özgür düşünce sahibi biriydi. Burada kullandığım özgür düşünce kelimesini öyle rastgele söylenmiş bir söz olarak görmeyin. Bu felsefi özgür düşünceliliği sayesinde her yazdığı, her söylediği derindi.

Yazdıkları çok sağlam düşünsel temellere ve delillere dayanıyordu. Hiçbir taassubu yoktu. Onun tefsirine bakın ne kadar sağlam olduğunu görürsünüz. Bazen toplumsal meselelere dair de görüş belirtirdi ve görüşleri son derece sağlamdı. Çok derin ve çok mütefekkir biriydi. O yaşına ve o felsefi hâkimiyetine rağmen müthiş bir meraka, tecessüse sahipti.

Mesela Henri Corbin'le o toplantıları yaptığı dönemde yaşı oldukça ilerlemişti. Corbin'le yaptığı felsefi toplantılara katılan en genç kişi bendim. Corbin'in İran'daki ikameti yaz mevsimlerine rastlıyor ve hava çok sıcak olurdu. Merhum Allame Tabatabai, Kum'dan Tahran'a otobüsle gelirdi. Perşembe Cuma geceleri ben bilet alırdım ve otobüsle birlikte gelirdik. Ben bazen onun bu sıcakta neden gittiğini, bundan ne yarar sağladığını düşünürdüm. Ama o sahip olduğu merakla…

Laricani: Sorumluluk duygusu?

Üstat Dinani: Hem sorumluluk duygusu ve hem de merak… Batı'da neler olduğunu merak ediyor ve tabi ki sorumluluk da hissediyordu. Ben onunla birlikte geliyordum. Otobüsle geliyorduk. Bahar caddesinde Mecid Tabatabai'nin evinde toplanıyorduk. Toplantı akşam saatlerinde başlar ve gece 12'ye kadar sürerdi, bazen gece yarısından sonraya da sarkardı. Gerçekten çok bereketli bir ömür geçirdi, birçok büyük öğrenci yetiştirdi, çok değerli eserler bıraktı geride. 

Laricani: Üstat buyurduğunuz gibi Allame Tabatabai, özgür düşünceli, zamanını çok iyi bilen ve toplumunun yazgısında, özellikle de o dönemde hâkim olan düşünce ve kültür konusunda sorumluluk hisseden bir şahsiyetti.

Onun eserlerine baktığımız zaman en önemli çabasının dinle felsefenin birbiriyle çelişmediğini göstermek olduğunu görüyoruz. Bu amaçla Ali ve İlahi Felsefe kitabını yazdı. O kitapta şunu söylüyor: Kur'an'ın mantığı, tam bir burhandır ve ilahi hakikatlere ulaşmak insanın bilinci ve istidlali olmadan mümkün değildir. Bundan dolayı ilahi dinle ilahi felsefe arasında zıtlık yoktur.

Zatıâlinizin bahsettiği sıfatlara bir filozofun sahip olması gerekir. Bunun çok daha ötesini Müminlerin Emiri Ali ile özetlerdi. Özgürlükçülük, cesaret, fedakârlık, zamanının şartlarını tanımak, sorumluluk duygusu… Hatta toplumsal ve siyasi meselelere yönelik bir bakışı da var. O, hatta toplumdaki adaletin de buna bağlı olduğunu düşünüyor. Biz Müminlerin Emiri Ali'nin yüce düşüncelerini de bu yaklaşımla görebiliriz. Üstat sorum şu ki, o acaba neden filozofların özelliklerini Müminlerin Emiri Ali'de özetlemişti?

Üstat Dinani: Evet, çok önemli bir soru sordunuz. Sizin de söylediğiniz gibi Allame Tabatabai öncelikle özgür düşünceli bir filozoftu. Elbette her filozof özgür düşünceli olmalıdır. Özgür düşünce sahibi olamayan biri filozof da olamayacaktır. O, sadece bir felsefe taklitçisi olabilir. Allame Tabatabai gerçekten özgür düşünceli biriydi ve gerçek bir filozoftu, Müslüman bir filozoftu.

  

Sizin de işaret ettiğiniz gibi en büyük arzusu, çabası din ile felsefenin birbiriyle çelişmediğini göstermekti. Siz bu ikisinin birliğini çok rahat bir şekilde söylediniz ve tabi ki ben de bu konuda size katılıyorum. Ama bu konuda biraz daha fazla açıklama yapmak istiyorum. Bu, her Müslüman filozofun arzusu ve çabasıdır.

Bu, sadece Allame Tabatabai'nin değil tüm Müslüman filozofların istediği bir şeydir. Onlar sonuç itibariyle hem Müslümanlar hem de filozof. Farabi'den İbn Sina'ya, Molla Sadra'dan Mir Damad'a, Muhakkik Devani ve Sadr Deşteki vs.'ye kadar… Bunlar büyük Müslüman filozoflardır ve bunların hepsinde bu arzu vardır.

  

Farabi hiç kuşkusuz çok büyük bir filozoftur; İbn Sina, adeta bir ansiklopedidir. Eserlerini gerçekten bir felsefe ansiklopedisi olarak görmeliyiz. Maalesef bazı eserleri felsefe düşmanlarının eline geçti ve yok oldu, neyse şimdi o konuya girmeyeyim. Bunlar aynı zamanda birer Müslümandır.

Şimdi özgür düşünceli bir filozof ve gerçek bir Müslüman, kendinde bir çelişki görür mü? Bu çok önemli bir meseledir. Filozof ‘iki dosyalı' olamaz. Kullandığım bu ‘iki dosyalı' terimi bana ait bir terimdir. Bunu ben uydurdum, bazı yerlerde işe yarıyor.

  

Bazıları Müslümandır, mümindir; ama onlarla akli meseleleri konuştuğunuzda akli delillere çok kulak kesilmiyor, gönül vermiyorlar. ‘Bizim bu sözlerle işimiz yok' diyorlar. İyi de yahu siz nasıl Müslümansınız, nasıl inanç sahibisiniz?

Dinin esası tevhide inanmaktır, Allah'ın vahdaniyetidir. Bu vahdaniyetin akli anlamı vardır. Vahdaniyet, Allah'ın sayısal birliği değildir, Hakk'ın hakikatinin birliğidir. Hakk'ın hakikatini bilmek akletmeksizin mümkün değildir. Bunları söylediğinizde onlar ‘hayır bunlar bizi ilgilendirmiyor, biz müminiz bu tür sözlerle işimiz yok' diyorlar. Ben işte bu tür insanların adını ‘iki dosyalı' koydum.

Bir yerde müminler, bir başka yerde ise bazen felsefe de diyorlar ama bununla içsel bir koordinasyon kurmaya yanaşmıyorlar. Yani varlıkları adeta iki parçadır. Ama büyük insanlar, mütefekkir insanlar iki parçalı olamazlar. Eğer filozofsa, eğer istidlal ehliyse, eğer derin akletme sahibiyse dini de derindir. Dini yüzeysel değildir.

  

Evet, kimi avamdan insanların kendilerine özgü Allah anlayışı vardır. Mesela Mevlana'nın anlattığı ‘Musa ve çoban' kıssasını örnek vereyim. Hz. Musa yolda bir çoban görür. Mevlana bir şiirinde bunu şöyle anlatır:

Musa bir çoban gördü yolda

Allah'a şöyle diyordu

Sen neredesin ben senin uşağın olayım

Çarıklarını dikeyim, saçlarını tarayayım

Giysilerini yıkayayım, pirelerini öldüreyim

Sana süt getireyim ey muhteşem!

Bu kişi Rabbi karşısında ihlas sahibiydi. Ona aşkla münacaat ediyordu! Ama onun tanrısı büyük bir çobandı gerçekte, ona gelip misafir olacaktı! Koyun sütü içecek, giysileri yıkanacaktı, pireleri yok edilecekti vs. İşte tanrısını bu düzeyde tasvir ediyordu. Elbette bu da bir imandır, ben bunu bir iman olarak görüyorum.

Hz. Musa onu azarladığı zaman Allah tarafından ‘benim kulumu niye uzaklaştırdın, sen buluşturmaya geldin ayırmaya değil' diye kınandı. Bu kişinin tanrı telakkisinde o büyük bir çobandır, yani büyük bir çoban olarak tasvir ediliyor. Ancak Sokrat'ın, İbn Sina'nın tanrısı, çoban değildir. Farabi'nin tanrısı, çoban değil, ‘La yetenahi (sonsuz), vacibu'l vücud, ezeli ve ebedi, tek gerçeklik vb.'dir.

Farabi, İbn Sina, Molla Sadra ve Allame Tabatabai gibi filozoflar iki parça olmak istemezler. Onlar Müslümandır ve inandıkları tanrı makul, yüce ve ‘la yetenahi' olmalıdır. Dolayısıyla doğal olarak kendi dini inancını da makul kılmak istemektedir. Makul kılmak ne demek? Yani istidlalle açıklamaktır, hatta bazen istidlalin de üstünde şuhûd ile…

Bazıları, ‘şuhûd'da akılcılık olmadığını söylerler, biz bu konuyu daha önce sizinle ele almıştık. Ayrıca benim yazdığım üç ciltlik Defter-i Akl be Rivayet-i Aşk (Aşkın Rivayetiyle Akıl Defteri) adlı kitapta şuhûdun da akla aykırı olmadığını anlatmaya çalıştım. Şuhûd da sonuç itibariyle bir idrak ve kavramadır. Kavramak ise akıl olmadan asla mümkün değildir. Sonuç olarak eğer insan tek bir şahsiyetse, iki parçalı değilse Müslüman bir filozofun doğal olarak dini inancını, imanını, Müslümanlığını makul kılmaya çalışacağını, makul görmek isteyeceğini söylememiz gerekir. Bu özellik tüm Müslüman filozoflarda ve doğal olarak Allame Tabatabai'de de vardı.

Allame Tabatabai, bir filozoftu ve gerçek bir Müslümandı, gerçek bir Şiiydi. Bırakın farzları ben onun müstehapları bile terk ettiğini görmedim. Bunun yanında düşünce ve akıl ehli biriydi. O, konuştuğumuz tüm usûli, itikadi ve dini meselelerde müthiş akli deliller getirirdi. Kavrayışı akliydi, açıklamaları son derece akılcıydı. Belki bazı oturumlarda birçok görüşünü açıklayamıyordu ama yaptığımız o gece derslerinde bunları söz konusu ediyordu, biz de gerçekten ondan istifade ediyorduk. Doğal olarak o dini ile felsefesi arasında bir tezat görmüyordu.

Laricani: Çok güzel bir noktaya işaret ettiniz. İnsan onların hayatlarına baktığı zaman en akılcı olanın aynı zamanda en arifleri olduğunu görüyor. İbn Sina sonuçta nereye vardı? Molla Sadra hatta Gazali bile…

Üstat Dinani: Sayın Laricani ben yazdığım üç ciltlik ve yaklaşık bin sayfalık kitapta birçoğunun kabul etmeyeceği bir iddia ortaya attım. Ben en akılcı insanların arifler olduğunu düşünüyorum. Bazıları ariflerin aklın düşmanı olduğunu düşünüyor. Ben ise dünyanın en akılcı, en rasyonel insanlarının arifler olduğu fikrindeyim.

Mesela kimileri kendilerince Mevlana'nın akıl karşıtı olduğunu ispat için “Pay-i istidlaliyan çubin buved” (İstidlalcilerin, akli delil getirenlerin ayağı odundandır) mısrasını delil gösterirler. Hâlbuki bu mısra öncesi ve sonrası ile dikkate alındığında bunun kendisinin bizatihi bir kıyas ve istidlal olduğu anlaşılır. Çünkü bir sonraki mısrada “Pay-i çubin saht bi temkin buved” (Odundan yapılma ayak sağlam değildir) diyor. Yani istidlalcilerin ayağı odundandır, odun ayak sağlam değildir, o halde istidlalcilerin dayanakları sağlam değildir diyerek bir kıyas ve istidlal yapıyor.

   

Mevlana'nın aklı öven, aklı yücelten birçok şiirini görmezden gelirler. Mesela, “İn cehan yek fikretest ez akl-ı kull” (bu dünya tümel aklın bir fikridir) veya “Akl ra mefruş cu ber du kovn” (Arpa kadar dahi olsa aklı dünyaya satma, küçücük dahi olsa aklı dünyalara değişme) gibi mısralarını okumuyorlar.

Mevlana'nın aklı yücelten birçok şiiri var. Hatta adeta bir sarhoşluk halinde yazılmış gibi duran Divan-ı Şems bile akılcılıkla doludur. Başka bir fırsatta ben bunları çıkarır ve Mevlana'nın hatta Attar'ın ve Baba Tahir'in şiirlerinde akılcılığın adeta dalgalandığını gösteririm. Bu nedenle ben dünyanın en akılcı insanlarının arifler olduğu sözümde ısrarcıyım. Çünkü onlar aklı hisarlardan dışarı çıkarıyorlar.

İnsanlar akıllarını hisarlara hapsediyor. İktisadi akla, siyasi akla, hesap aklına, maaş aklına hapsediyorlar. Elbette bunların hepsi akıldır; ama akıl bu sınırlılıkta mahpus kalmıyor. Akıl bu aşamaların hepsinin üstüne çıkıyor ve durmuyor. Arifler işte bu akılla süluk ediyorlar. Süluk aklın işidir, akıl olmadan süluk olmaz. Arifin süluku, aklın değişimidir. Yoksa sülukun hiçbir anlamı yoktur. Süluk etmek, seyr-u sefer etmek demektir, bu seyir ve hareket tefekkürledir, ayakla değildir. Arifin seyri ve süluku tefekkürü, teemmülü ve teakkuludur (akletmesi).

Laricani: Allame Tabatabai bir şiirinde şöyle diyor:

Hemi guyem o goftem barha

Buved kiş-i men mehr-i dildarha

Perestiş be mestist der kiş-i mehr

Burunend zin zerge hoşyarha

Hep söylerim söyledim defalarca

Benim dinim âşıkların sevgisidir

Aşk dininde tapınmak sarhoşluğadır

Ayık olanlar bu zümrenin dışındadır.

Üstat Dinani: “Sarhoşluğa tapınmak”; merhum Allame Tabatabai'nin çok güzel ve şairane bir ifadesidir. Ben bir yerde demiştim ki aklın da sarhoşluğu vardır. Akıl eğer âşık olmazsa durur. Aşk akla aittir. Aşk eğer akıl olmadan sadece nefsaniyete ait olursa çok kötü ve kerihtir. İster mecazi isterse hakiki aşk olsun eğer aşkta dirayet bulunmaz ve nefsaniyet olursa böylesi bir aşk çok müptezel ve kötüdür. Dolayısıyla müteali (yüce) aşkta dirayet ve aşkınlık vardır. Ben bunu bir yerde ‘aklın sarhoşluğu' olarak ifade ettim. Akıl da sarhoş olur ve bunun hiçbir sakıncası da yoktur. Akıl, durmaz, her zaman süluk ve hareket halindedir. (Akıl, âşık olmasaydı yerinde sayardı.)

Laricani: Üstat, konu, çok güzel bir yere geldi. Ariflerimiz akli oldukları ölçüde akılları kutsi sahaya daha da yaklaşıyor ve daha arif oluyorlar. Bu çok güzel bir neticedir. Biz bunu Allame'nin hayatında görüyoruz. Allame Tabatabai, Risaletu'l-Vilayet kitabında kelâmcıların hatta bazı Şii kelâmcıların aksine imameti, riyaset veya toplumsal-siyasal yöneticilik makamının çok üstünde görür. Yani buradaki imamet hem toplumsal ve siyasi liderlik, hem de gönüllerin liderliği olabilir. Allame Tabatabai, bu şekilde velayet konusunda güzel bir alan açıyor.

Şimdi sorum şudur: Bizim irfanda tanımladığımız velayet, yani irfanın cevheri olarak gördüğümüz velayet, Allame Tabatabai'ye göre imametle aynı olabilir mi? Siz bu soruya kısaca bir giriş yapın inşallah daha sonraki programda bu konuyu biraz daha geniş bir şekilde ele alalım.

Üstat Dinani: Evet önemli bir meseleyi gündeme getirdiniz. Daha önce de söylediğimiz gibi Allame Tabatabai, hem filozof hem de arifti. Teorik ve pratik olarak süluk ehliydi.

Bakınız imamet ve velayet bir esasa dayalıdır. Bu son derece önemli olan esas ise ‘insan-ı kâmil'dir. Biz eğer bu teoriye yani ‘insan-ı kâmil' esasına, temeline sahip olmazsak insanlık tarihinin, hatta dinlerin çok şekilsel kalacağını görürüz. Yani dinler bile bir şekle dönüşür. Tüm ilahi dinlerin esası ‘kemâl'dir, hiç ayrımsız tüm ilahi dinler kemâle davet eder, insan-ı kâmile davet eder. İnsan-ı kâmil gerçekleşmeyecek bir varsayım değildir. İnsan-ı kâmil gerçekleşmiş, tahakkuk etmiştir, eğer aksi olsaydı âlem vücuda gelmezdi. Hiçbir dönem de ‘insan-ı kâmil'siz olamaz. Dolayısıyla insan-ı kâmil her dönemde var oldu…

Demek istiyorum ki sizin işaret ettiğiniz o velayet insan-ı kâmildir ve ilahi dinlerin esası da o kâmil velayete ulaşmaktır. Yani insan bu hedefe doğru hareket etmelidir. Peygamberlerin insan hayatı için getirdiği öğretiler, emirler, insanı o hedefe yöneltmek içindir. Peygamberliğin arkasında işte o mutlak velayet ve insan-ı kâmil gerçeği vardır.

Laricani: Çok teşekkürler üstat, programımızın süresi doldu; izin verirseniz bahsimize bir sonraki programda devam edelim.                    

                    

www.medyasafak.net