Kuran-ı Kerim'de, rivayetler ve ahlak kitaplarında üzerinde durulan en önemli meselelerden birisi "Tekebbür ve Tevazu" konusudur.

İnsan ruhunun, aynı bedeni gibi sağlık ve hastalıkları vardır. Tarih boyu Peygamberler, İmamlar ve onların temsilcileri insanlara ruhsal hallerle ilgili bilgiler vermiş ve ruhsal hastalıklara dikkat çekmişlerdir. Çünkü insanların çoğu bu hakikatten gafildir. Bedenlerinin sağlık ve hastalık durumu gibi ruhlarının da sağlık ve hasta halleri olduğunu, hatta daha şiddetli ve korkunç olabileceğini bilmezler.

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: ''Bilin ki, yoksulluk belalardan biridir; yoksulluktan daha şiddetlisi bedenin hastalığıdır; bedenin hastalığından daha çetin olan gönlün hastalığıdır."[1]

Beden hastalıklarına dikkat edildiği gibi, bundan daha çetin olan ruhi ve manevi hastalıklara daha çok dikkat edilmelidir. İnsan, bedeninin doktoru olduğu gibi ruhunun da tabibi olmalıdır. Çünkü ruh baki ve beden fanidir. Peygamberler ve İmamlar insan ruhunu tedavi eden ruhani tabiplerdirler.

İmam Ali (a.s) Hz. Muhammed (s.a.a) için şöyle  buyurmuştur: ''...O (Peygamber), dertlerine (manevi hastalıklarına) deva bulmak için tıp bilgisiyle hastalarını dolaşan bir hekimdir.''[2]

Hastalığın farkına varmak Allah tarafından kullar için bir lütfüdür. Hastalık ve kusurlar erken teşhis edilirse, gerekli önlemler anılır ve tedavi edilir. Aksi halde hastalığı bilmez veya geç teşhis edilirse, iş işten geçmiş olur, yapılacak çok fazla bir şey olmaz.

Hadis-i şerifte şöyle geçer: "Allah bir kuluna hayır dilediği zaman ona kusurlarını ve eksiklerini gösterir."[3]

Tekebbür tüm insanlık içinde beğenilmeyen bir huy ve ruh hastalıklarından biridir. Onun zıttı ise beğenilen, mahbup olan güzel bir haslet olan Tevazu'dur.

Tevazu: Alçak gönüllülüktür. İnsanın kendi değerini sahip olduğundan fazla göstermemesidir. İnsan ne yaparsa yapsın, ne olursa olsun üzerinde mutlaka daha üstün birilerinin olduğunu fark ederek kibir yelkenlerini indirerek alçak gönüllülük kanatlarını açmasıdır.

Tekebbür: İnsanın kendini başkalarından üstün görmesidir. Hakkı inat ederek kabul etmemektir. Kendini üstün görüp, böbürlenerek başkalarını hor ve hakir görmektir.

Râgıb-i İsfahânî, "Zâria" kitabında şöyle demiştir: "Tekebbür sıfatı sadece büyüklenme hakkına sahip olan yüce Allah'a mahsustur. Allah'tan başka kim büyüklenirse, üstünlük iddia ederse yalan söylemiş olur. İnsan kulluğunu öne çıkararak, Allah'ın karşısında küçüklüğünü izhar ederek yücelebilir, büyüklük taslayarak değil."

Bu sıfatın 'tekebbürün' dışında ki sıfatlar Allah için kullanılırken, onun kulları için de kullanılabilir. İlim, hikmet, merhamet vs. sıfatlar gibi...

Tekebbüre sebep olan şey ise ucbe kapılma yani; insanın kendi kusurlarını görmeyip yaptıklarını, sahip olduğu şeyleri ve kendini beğenip başkalarından üstün görmesidir, egoizmdir.

Birinin bir eser veya kendisiyle övünmesi, kendini, sahip olduğu ve yaptığı şeyleri büyük sayarak  emsalsiz olduğunu düşünmesi, başkalarını ve başkalarının yaptıkları şeyleri küçük sayması ucbtur. Başkalarına karşı büyüklük taslaması da ucbun sürüklediği kibirdir.

Tekebbür, insanın kendini beğenmesinin sonucudur. Bunun sebebi ise bir çok insanın kendi hatalarını görmezden gelerek başkalarının hata, eksiklik ve kusurlarını görmelerinden, üstelik hatalarını hata olarak dahi kabul etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Yani yargıda eşitsizlik yapmak; bu adaletsizlik, çifte standartlık ve körlük, insanın kendini sevmesinden ve beğenmesinden kaynaklanmaktadır.

"Bir şeyi çok sevmen seni kör ve sağır eder."

İnsanoğlu kendini aşırı sevdiği için, kendine toz kondurmaz. Kusurlarını, artı ve eksilerini iyi göremediği için, hastalıklarına doğru teşhis koyamadığı ve kendisi ile ilgili doğru karar veremediği için, ahlak üstatları kibirli insanların, zamanının bir bölümünü nasihat ve mev'izelere ayırmasını şiddetle  tavsiye ederler.

Ahlâkî sıfatlar insan hayatında, ruhun tekamülünde ve kemal yolunu kat etmede çok önemlidir. Ruhlarımızın tabibi olan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) gönderilişinin  hikmeti; beğenilen ahlakı tamamlamaktır.

Bazen bu önemli sıfatlar karıştırılıyor. İyilik yapmak isterken kötülük yapıldığı gibi. Mesela "israf ile cömertliğin'' karıştırıldığı gibi. İsraf yaparken, çok cömert olduklarını sanırlar.

Veya ''zillet ile tevazunun'' karıştırıldığı gibi. Zillet ve alçaklık müminlerden uzaktır. Zillete düşerken tevazu yapıldığını sananlar vardır. Ahlâkî değerlerin bir çeşit had ve hudutları vardır, onlara çok dikkat edilmelidir.

Feyz-i Kâşânî, 'Hâkaik' kitabında şöyle yazar: "Tekebbür bazen Allah'a, bazen peygamberlere ve bazen de diğer insanlara karşı olmaktır."

Üçüncü kısımda, mütekebbir diğerlerine karşı büyüklenerek tekebbür etmektedir. Allah ve Peygamberlere karşı tekebbür ise: Hakkın inkarı ve halka boyun eğmemekle gerçekleşmektedir.

Tevazünün önemli bir anlamı da, hakka boyun eğerek,  hakkı kabul etmektir. Hakkı kabul etmemek, Allah'a itaatsizlik ve Peygamberlerin mesajını kulak ardı etmek tekebbürdür. Peygamberler ve İmamlar böyle mütekebbir ve müstekbirlerle muhatap idiler. Peygamber ve İmamlardan hakkı görmelerine, bilmelerine rağmen kabul etmiyorlardı, tekebbür ediyorlardı.

Tekebbür ve insanın kendini üstün görmesi bazen insanın Allah'a ve peygamberlere başkaldırmasına sebep olmaktadır. Bazen de kendi türlerine, insanlara karşı üstünlük taslamalarına sebep olmaktadır.

Allah'a karşı tekebbür: Cehalet ve bilgisizlikten kaynaklanan, tekebbürün en kötü türüdür. Bu aşamada Allah'a kulluk etmemekle beraber, insanları kendilerine kul olmaya davet ederler. Kibir perdesi insanın akıl gözünü öyle kapatır ki, zavallı insan kendini mutlak hekimden bile daha bilgin zanneder. Kibir hakka teslimiyeti engeller. Böylelikle izzet vesilesi olan kulluk yolları kendisine kapanmış olur.

İblis'in 6000 yıllık ibadeti, kibirlenmesi neticesinde sıfırlandı.

İblis, "Ben kuru bir çamurdan, biçimlendirilmiş kara bir balçıktan yaratmış olduğun bir beşere secde edecek değilim." dedi.[4]

Peygamberler ve seçilmişlere karşı tekebbür: Kendilerini  Peygamberlerden ve imamlardan üstün görerek veya kendileri gibi sayarak itaat etmeyen mütekebbirler. Firavunlar ve Nemrutlar böyle tekebbür ederlerdi.

''...bizim gibi iki adama mı iman edeceğiz?!" dediler.[5]

İnsanlara karşı tekebbür: Kendilerini büyük, başkalarını hakir ve küçük sayarak yapılmaktadır.

Kibir insanı küfre kadar sürükler aynen İblisi kafirliğe, sapkınlığa sürüklediği gibi. Firavunlara, Nemrutlara ve azgın kavimlere inat, küfür ve sapkınlığa sürüklediği gibi.

Kibir; haset, tamah, küfürlü dil ve benzeri bir çok günahın sebebidir. Ve bir çok rezalet sıfatlarının peyda olmasına vesiledir.[6]

Tekebbüre sebep olan başka etkenler de vardır: Mal, servet, makam, hasep, nesep, güç, kuvvet, kabile ve bazen de ibadet, züht, ilim vs. büyüklenmeye sebep olmaktadır.

Molla Sadrâ Sadrü’l Müteellihîn, Usul-u Kafi şerhinde şöyle buyurmuştur: "Kibir, kontrol veya tedavi edilmezse tehlikeli ve öldürücü bir sıfattır, menşei cehalettir yani cehaletin ürünüdür."

Kibrin kökü ve anası cehalettir. İlmi ve ameli yollarla tedavi edilmelidir. İlmi açıdan insan kendini ve Rabbini iyi tanımalıdır ki, o öldürücü sıfatın zararlarından kendini koruyabilsin.

Merhum Kuleyni ''el-Kâfi'' kitabının ilk bölümünü akıl ve cehalete tahsis etmiştir. Yani o muhteşem eserinde her şeyden önce akla öncelik vermiştir. Çünkü İslam dininin muhtevası akıl ile uyumlu ve İslam dini akıl dinidir. el-Kâfi'nin bu bölümünde uzun bir hadisin bir bölümünde şunlar geçer; tevazu aklın askerlerindendir ve kibir de cehaletin askerlerindendir.

Kendini tanıyan, küçüklüğünü anlayan ve Rabbini tanıyan, Rabbinin ne kadar büyük olduğunu bilen kimse asla tekebbür etmez, böbürlenmez.

[1] Nehc'ül Belağa, 388, Hikmetli Sözler

[2] Nehc'ül Belağa, 108, Hutbeler

[3] Biharu'l Envar, c.74, s.80

[4] Hicr/33

[5] Müminun/47

[6] Gurer-ul Hikem, s.36